GİBİ

Bazen düşünür müsün

Başka bir şeymiş gibi kendini?

Şimdi bilmiyorum yaşımı

Kaç boğumluydu kuyruğum,

Zehirim ne kadar keskindi!

Çevremde kızıl bir ateş çemberi

Kaldırıp kuyruğumu bir gün sokmayı düşündüm kendimi.

Bazen  düşünür müsün sen de

Başka bir şeymiş gibi kendini?

Kendi kendini gören bir

Göz gibi oldun mu hiç.

İçe dönük bir göz gibi?

Gözünün bebeğinden

Kaç fersah gördün içini?

Nereye kadar sürdü yolculuğun,

Dehlizin sandığından derin miydi?

Söyle nerede buldun kemiklerimi?

Yüzüğüm her halde parmağımda değildi!

Bazen düşünür müsün sen de

Başka bir şeymiş gibi kendini.

                                        Metin Altıok

 

Sivas’ta katledilen Metin Altıok’un anısına saygıyla…  

 

İnsanın bireysel duruşu ile politik duruşu birbirine benzer. Severim hem bireysel hem de politik alanlarda “kendi kendini sokan bir akrep gibi” olmaya çalışan insanları. Politik deneyimlerim boyunca içinde bulunduğum yapılarla ya da temsil ettikleri görüşlerle uğraştım. Ya da onlar benim gibi düşünenlerin temsil ettikleri görüşlerle uğraştılar da denebilir. Yapıların hantal ve bürokratik yanlarını, antidemokratik tutumlarını, tektipliliğini, yüksek siyaset ezberini, halk için halkı aşağılamayı, grup narsizmini ve tüm bunları destekleyen yanlarını görerek çemberin hem içinde hem de dışında olmaya çalışan insanlar tanıdım kuşkusuz. Eğer bunu yapmak için yola çıktıysanız muhalif yapılardaki Kenan Evrenlerle tanışmış olmanız işten bile değildir. (Bu bölümden sonra kelimenin tam anlamıyla yüzkızartıcı insanlık suçları nedeniyle K. E. olarak yazılacak.) Tektipliliği, otoriteyi, susturmayı, antidemokratik olan her şeyi, faşizmi, ırkçılığı, gizli ırkçılığı, cinsiyetçiliği, hatta kan bağı fetişizmini gördüğümüz her yerde onu görmüş gibi olursunuz. Bir metafor tabii ki, haşa ondan büyük SİSTEM var.

K. E. adlı şahıs öldükten sonra, hem arkadaşlarımın hem de muhalif yapılardaki yazarların yazılarını ve sosyal medyadaki paylaşımlarını okudum. Darbeci, işkenceci, katil, faşist K. E. ölmüştü. Bir sevinçle karşılandı. Gören de o ölünce memlekete özgürlük geldi sanır. Umutsuzluk dramaturjisi yapmıyorum, ama “K. E. ölmedi içimizde yaşıyor” desem teşbihte kusur etmiş olur muyum? Ailede, okulda, sendikada, partide, STK’larda, aşkta, cinsellikte, otorite ve iktidarla kurduğumuz tüm ilişkilerde ona/onlara benzeyeni, yeniden ürettiğimiz her yerde yaşıyor. Platonik darbe aşıklarının her türlü “filmlerini” seyretmiyor muyuz yıllardır? Gizli gizli cemaatin darbesini alkışlamıyor muyuz? Bizim yerimize cemaat darbesi bildirecek inşallah haddini UZUN’a. Değil miydi ki yolsuzluk iddiası olan bakanın Kuran’la dalga geçmesinden medet umuyorduk. Acaba biz sosyal medyada paylaşırsak “Gerçek Müslümanlar” “Bakara makara” dalgasını duyunca haddini bildirmezler miydi? Elbette hesaplaşılması ve yargılanması gereken darbecilerin hukuksuzca yargılandığı, arada düşünce özgürlüğünün, bir gün birimize lazım olabilecek hukukun güme gittiği Ergenekon sürecinin intikamını alır mıydı bir gün askerler? “Ay inşallah!” Söz konusu Kürtler olunca, sosyal demokratlar bile K. E. kesilmiyor mu? Pek çok sosyalist yapıdan nice mücadeleci devrimcinin hizip deyip üzerini çizip atıldığına şahit olmuyor muyuz? Sosyalistlere, muhaliflere, demokratlara yakışacak bir alternatif hukuk içerisinde çözebildik mi “davalarımızı.” Farklı düşünene tası tarağı toplayıp gitmek düşmüyor mu her yerden? Parti içi, sendika içi demokrasi kültürüne dair ne çalışmalar var? Doğrusu muhalif kültür, muhalif dayanışma, muhalif hukuk, ahlak, yapıların içindeki ihtilaflı durumlar, cinsel özgürlükler nerde başlar nerde biter…?

Sendikada alternatif kültür sanat faaliyetleri yürüttüğümüzde, kadın çalışmalarının içinde bulunduğumda, deneyimlerim hep aynı duvara tosladı. Komisyonların katılımcı, çokkültürlü, demokratik bir biçimde örgütlenmesini, üretmesini ve karar almasını sağlamaya çalışmamız ve bunda ısrar etmemiz kimi zaman anarşistlikle kimi zaman sekterlikle suçlanarak gizil otorite örtbas edildi. İlginç ki yeri geldiğinde canından sakınmayan, gazlara korkusuzca koşan, sokak sokak eylem eylem gezen, bu uğurda zamanını enerjisini parasını gözkırpmadan veren arkadaşlarımın iktidardan, güçten, astığım astıktan, yüksek siyaset pazarlıklarından, bürokratik davranma eğiliminden taviz vermediğine sıklıkla hatta çoğunlukla şahit olduğumu söylemeliyim.  Yukarda “Allah” var, yani her yerde! Yönetimin söylediği aşağıda komisyonlar tarafından onaylasın istenmiyor mu? Ya da her komisyona siyasi yapılardan yüksek siyaset meraklısı birkaç gedikli konup komisyonlar içi boş lise kulüplerine dönüşmüyor mu? Edebiyatta teşbih sanatını bilirsiniz. Zayıf olanın güçlü olana benzetilmesidir. Fena benzettiler bizi… “Ah güzel Ahmet Abim benim/ İnsan yaşadığı yere benzer…” [i] Bu benzerliğin azlığı ve çokluğu, iyiliği ve kötülüğü, kişinin ve yapının tüm bunlara karşı verdiği kesintisiz mücadeleye bağlıdır. Yıllar önce bir arkadaşım, gündelik hayatın ideolojisi ve sürekli sürekli örgütlenmesi üzerine şöyle bir benzetme yapmıştı. “Tanrı bile her gün beş vakit örgütleniyor.” Fena teşbih değildi. Sürekli uyanık olmak, sürekli sorgulamak… Çalıştığımız siyasi kurumları, kültür-sanat kurumlarını, işyerlerimizi, aşkımızı, dostluğumuzu, ebeveynliğimizi…   

HDP’de aktif siyaset yapan bir arkadaşım seçim süreci yaşanan sorunların çözümü için yapıyı ziyarete gelen sorumlu arkadaşların tavrından ve konunun nasıl hukuksuz tartışıldığından bahsederken “DGM’de bile yargılanırken böyle hissetmedim” dediğinde, hemen bir K. E. görüyorum ben orda. Basın açıklaması yaptığı için görevden alınan Hatice Öğretmen’in dava sonuçlanana kadar sendikadan ekonomik destek talebine olumsuz yanıt verildiğinde de öyle. Muhalif bir eylemden dolayı işten çıkarılan bir kadın, bir öğretmen ve bir Eğitim sen’li reddedilen. Kişinin yönetimlerde yer bulmayan siyasi görüşü, yaptığı eylemin sendika eylemi olmaması da bahanesi. İlkesel bir tartışma yürütmek mümkün olamaz mıydı acaba? Sendikal ve politik faaliyetlerinde aykırı, anarşist tavırları olan bir başka kadınını, politik olarak sindirmek için kadınlığına saldırıldığında ben yine düşmanımız olana ne kadar benzediğimizi görüyorum. Politik görüşünden dolayı cinsel şiddete maruz bırakanla (K. E. ve kadın devrimcilere yapılan cinsel şiddet) bu kişilerin tavrı arasındaki benzerlik dikkat çekici değil midir?

Sadece bildiğimizi sandığımızı anlatmaya dayalı, otoriter öğretmenliğimizde, eylem eylem gezip öğretmenliği sisteme hizmet olarak gördüğünü söyleyerek işini iyi yapmamaktan böbürlenenlerde görüyorum K. E. neslini.  İşyerlerinde daha özgür ruhlu, otoriteyle sorunlu olanın dışlandığı yerde görüyorum. Hatta yönetenin “doğası” gereği daha tezcanlı, daha açıksözlü, itaatkâr olmayan, özgür ruhlu kişileri nasıl ezmekle kullanmak arasında bir ilişki kurduğunda görüyorum K. E.’yi. Lakin asıl mesele, salt yöneticilerin bunu yaparak okulları askeri kışlalar gibi yönetmesi değil, bunun muhalifler içinde taban bulması. Öğrencilerimin sınıfa girdiğimde “zınk” diye topluca ayağa kalkmasında görüyorum. Ve yönetenin yönetmesini zorlaştırmak suretiyle ben BENİ BENZETEMEZSİNİZ diyenin ezilme, yok sayılmaya, değersizleştirmeye çalışma çabalarına iş arkadaşlarından gelen destekte görüyorum. Yönetenle işbirliği içinde ezelim, asimile edelim, benzetelim “kâm alalım dünyadan” diyen iş arkadaşlarında. O zaman aklıma, şimdi bilmem nerde okuduğum bir yazısı geliyor Perihan Mağden’in. Suçludan çok işbirlikçiden neden daha çok tiksindiğini anlatan o muhteşem yazı. Nerde bir işbirlikçi görsem yine K. E. hortlar gözümde.

Bir kadın tipi vardır bilirsiniz. “Zor” kadın. Çoğunlukla enerjiktir, kendi belirlediği projelerde çalışmayı sever, itaatle pek işi olmaz, bilmiş bir yanı vardır, yok yok bildiğin bilmiştir, çok konuşur, çok itiraz eder, iyi koku alır… (tarifini ettiğim bu kadın tiplemesinin çözümsüzlük üreten yüzeysel ve kronik muhaliflerle karıştırılmamasını dilerim) Estes, Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabında son derece sağlıklı bulduğu bu kadını gücü, organizasyon becerisi, sezgileri ve sadece zarar göreceğinde saldırma özelliğiyle vahşi kurta benzetir. Gerçekten de güçlü bir kadınla karşı karşıyasınız, hele bir de muhalifse “yandınız o zaman.” Sıklıkla içinizdeki K. E.’yi deşifre edecek ve düşmanlığınızı kazanacaktır. Bu kadınların, okullara hatta tüm işyerlerine adil dağılmasını temenni ederim. Otoritenin haksızlıklarına hızla refleks gösteren bu kadınlar, nerde otorite ile gizli bir pazarlık varsa koku alır ve itiraz ederler. Kendiliğindenci, hesapsız tavırları çoğu kişi tarafından pervasız bulunsa da bu onu ilgilendirmez. Gizli ittifakların, ezmelerin, emeği yok saymaların, rekabetlerin, otoriteye boyun eğmenin, olduğu ortamlarda bu sessiz kabullenişi işte bu kadınlar bozar. Sahte “mutluluk” ortamını bozan yine onlardır. Kimi üslubunu beğenmez, kimi gereksiz yere gerilim yaşattığı için kızar onlara, çoğu zaman muhalif yoldaşları da yalnız bırakır, yıkıcılıkla suçlanırlar çoğu zaman (gerçek anlamda yıkıcılık içerip içermediğine bakılmaksızın). Bu kadınlara dikkat edin, turnusol kâğıdıdır onlar, kendilerini hırpalama pahasına evde, okulda, işyerinde, sendikada, siyasi partilerde…  K. E. öldü mü yaşıyor mu, gidip bi dokunun anlarsınız. Gizli faşizminiz, otoriteryan yanınız, iktidar sevdanız, çıkar hesaplarınız, homofobiniz, yüksek siyaset alışkanlıklarınız, antidemokratik tavırlarınız, cinsiyetçiliğiniz… Bu yazıya ilham veren o “zor” kadınlardan biri olan arkadaşım “Ben çalışkan biri değil miyim? Neden değil mişim gibi davranıyorlar? Zamanında giderim, emek veririm, hatta yeri gelir haftasonu işe gönüllü giderim.” diye sormuştu. Belki bir cevap verebiliyorumdur şimdi.

Yönetenlerin herkesin birbirine benzemesini istediğini biliriz. Çünkü birbirine benzeyen insanları yönetmek daha kolaydır. Bu ülke için de sendika için de parti için de kurumlar için de okullar için de geçerlidir. Bertrand Russel, Politik İdealler[ii] adlı kitabında bunu şöyle dile getirir:

“Fransız bir eğitim bakanının saatini çıkararak “şu anda Fransa’da şu yaştaki tüm çocuklar şunları şunları öğreniyor” dediğini duymuştum. Yöneticinin idealidir bu; özgür gelişimi, ini­siyatifi, deneyimi veya her türlü kapsamlı yeniliği tam anlamıyla öldürecek bir ideal. … Sonunda insanlar birey olmaktan çıkarlar ya da doğuştan hakları olan haysiyetten vazgeçerler. Aynı kalıptan çıkmış, uysal, bürokrat veya eğitim ça­vuşunun söz geçirebileceği, istatistik çizelgelerinde hiçbir özelliği atlanmadan yer alabilecek insanlar haline gelirler. Bu, özgürlük yoksunluğundan kaynaklanan en temel kötülüktür… İşveren zorbalığının en tehlikeli boyutu, konumu sayesinde insan­ların çalışma saatleri dışındaki faaliyetlerine müdahale etme gü­cüdür. … İşveren, dininden ya da politik görüşünden hoşlanmadığı veya özel yaşamını ahlaksız bulduğu için bir çalışanı işinden kovu­labilir. Birlikte çalıştığı kişiler arasında bağımsızlık ruhu yaymaya çalışıyor diye bir işçi işten atılabilir. Yahut bir çalışan çoğunluğa göre daha eğitimli olduğu, dolayısıyla daha tehlikeli görüldüğü için hiç iş bulamayabilir.

Ölecek elbette!

Okulların ideolojik kurumlar olduğunun bilincinde, özgürlükçü, katılımcı işler yapmaya çalışan öğretmenleri, halk sağlığı için mücadele eden doktoru, ekolojiyi dert edinen mimarı, derelerine sahip çıkan Artvinliyi, barışı, sevgiyi, özgürlüğü söyleyen müzisyeni, önyargıları bir kenara atıp LGBTİQ eylemlerinde biraz utana sıkıla biraz da muzip bir sahiplenişle “faşizme karşı bacak omuza” diyen devrimciyi, katılımcı ve demokratik olmayı dert edinen her işi -en mütevazı ve en “küçük” olanı dahil- gördüğümde,  medyanın tüm tazyikli bombardımanına rağmen, Kürtleri anlamaya çalışan Karadenizlilerin yaptığı seçim şarkısını dinlediğimde, AKP’ye oy çıktı diye SOMA’daki büyük katliamın acısını siyasete malzeme yapmaya çalışanlara karşı hemen refleksli davrananların tavrında, ROJOVA devrimine selam eden tüm halklarda, Karadeniz’den Kobane’ye giden ve orda ölümsüzleşen Rıfat /Karker Amca’yı okuduğumda, tüm bu sistem içinde özgürleşmenin yollarını arayan bulan liseli öğrencilerimi gördüğümde, işte o zaman ölür K. E.

[i] Mendilimde Kan Sesleri, Edip Cansever

 

[ii] Russell, Bertand, bgst yayınları, 2015