BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın Taksim Gezi Parkı'ndaki yeşil direnişin tetiklediği olaylara ilişkin yaptığı açıklama, BDP'nin olan bitenlere Fransız kaldığını açıkça gösterdi. Haklı olarak, AKP hükümetinin illallah dedirttiği kitlelerin sivil itaatsizlik eylemlerinin (başkaldırı ya da Kürtçesiyle serhildanın değil), CHP ve MHP tarafından barış karşıtı manipülasyonlara konu edilmesine itiraz etti. Anlaşılamayan nokta ise şu: En az BDP kadar, CHP ve MHP'nin de İstanbul'da milyonlara yayılan sivil itaatsizlik eylemlerine Fransız kalmış olması.

Bu defa kitleler siyasetçilerin peşinden değil, siyasetçiler kitlelerin peşinden sürüklendi. Türkiye'de şu sıralar "Halkların kardeşliği" gibi bir olgudan söz etmek güç. Fakat bir gözlem, tanıklık ve yaşanmışlık yazısında ("Gaz Kardeşliği") altını çizmeye çalıştığım gibi, İstanbul'da güçlü bir halk kardeşliği meydana geldiğini kabul etmek gerekiyor.

Bu, bir doğa felaketi sırasında insanların ayrı gayrılarını bırakıp kenetlenme, en azından yan yana durma ve yardımlaşma başarısı göstermesi gibi bir vaka. Polis eliyle uygulanan gaz terörü, sadece hükümetin değil, halkı temsil ve muhalefet ettiğini iddia eden siyasetçi sınıfın da, irili ufaklı pek çok entelektüel çevrenin de açmazlarını ortaya koydu. Meseleyi anlamaya çalışan BDP milletvekili Ertuğrul Kürkçü, yerleşik ideolojik kalıplarla anlaşılması imkânsız bir vaka ile karşı karşıya kaldığımız tespitinde bulundu. Gerçekliğe kapı aralamak adına doğru bir tespittir bu. Aynı zamanda halkla kurulan temasın zayıf kaldığının itirafıdır.

İstanbul halkı, Türkiye tarihinde ilk defa bir kitlesel sivil itaatsizlik eylemi gerçekleştirdi. Geçmişte, Susurluk kazası (1996) sonrası meydan gelen tepki ile karşılaştırılabilir belki, ama bu yanlış olur. "Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık" eylemleri, başından beri ana akım medya tarafından yönetildi. Halk da buna itiraz etmedi. Ardından, bu eylemler 28 Şubat darbesine malzeme olarak kullanıldı. Bugün yaşanan olaylarda ise, sansüre batan ana akım medya inandırıcılığını yitirmiş ve eylem yapan kitlelerin hedefi haline gelmiş durumda.

1 Mayıs'ta yapılamayanın, Gezi Parkı'ndaki "ağacı sökersin, sökemezsin" gerilimi ve sonrasında meydan gelen gaz terörünün tetiklemesiyle yapıldığı söylenebilir. 1 Mayıs'ta yapılamazdı, çünkü sivil itaatsizlik biçiminde zuhur eden bir eylem tarzı, oraya öncülük etmek üzere giden sendika ya da siyasi partilerin dünyasına, taktik anlayışlarına hitap edemiyor. Onlar, var olduğu tartışmalı başka bir halkın peşindeler.

Bir eliyle kurt işareti yapan ya da sol yumruğunu sallayan ya da sağ elin işaret parmağını kaldıran ya da eliyle V işareti yapan insanlar yan yana gelebilir mi? Gelebildikleri görülüyor. Fakat yanılmamak lazım: Bu siyasi kimliklerin ve sembollerin kaynaşması ve anlaşması değil; bir iki güne yayılan, Kürt renginin oldukça soluk kaldığı geçici bir halk anarşisi dönemi. Taksim Gezi Parkı eylemcilere teslim edildikten sonra, bu deneyim pratik olarak sona erdi, şenlik ve kutlama biçimleri alan gösterilere dönüştü.

Öte yandan, tam Gezi Parkı krizi aşıldı derken, beklenmedik bir vaka daha ortaya çıktı: Eylemlerin merkezi Beyoğlu'ndan Beşiktaş'a kayarken, bir yandan CHP'nin kışkırtmış olduğu, ama artık sahip çıkmakta tereddüt ettiği bir sol hareket biçimlendi. CHP "Başbakan özür dilemelidir" derken, Beşiktaş'taki eylemciler "Başbakan İstifa!" diyor ve Başbakanlık konutuna yürümek istedi. Mevcut iktidarın devrilmesini hedefleyen bir sol hareket inşa edildi. Bu vakayı Taksim Gezi Parkı'nın merkezde olduğu sivil itaatsizlik eylemleriyle karıştırmamak gerekir.

Polisle karşı karşıya gelmeyi, hatta polis terörünü suçlamayı kabul edilemez gören MHP, meydanı tamamen CHP'ye bıraktı. CHP de meydanı güya hamiliğini yaptığı eylemcilere bıraktı. Sivil itaatsizlik biçiminde başlayan eylemlerin bir başkaldırıya dönüşmesinden ürküyor. Muhtemelen "AKP'ye muhalefet edeyim derken bir canavar mı yarattım?" endişesi taşıyor. AKP hükümetinin başkaldırı izlenimi veren eylemlere dönük tepkisi, özellikle İstanbul dışında çok şiddetli seyretti. Eli sopalı sivil kolluk görevlileri de devreye girdi. Sokaklarda bir çeşit AKP-CHP (tabanı) çatışması yaşandı.

Bu sırada, AKP kurmayları içinde ve başta ABD olmak üzere uluslararası düzeyde eleştiriler yükselişe geçerken, Başbakan yıllar sonra yeniden liberal ideolojiyle barış köprüleri kurduğunu ima eden söylemler kurmak zorunda kaldı. Liberal çevrelerde yaygınlaşan Erdoğan gitsin, Gül gelsin talepleri bir ölçüde karşılık bulmaya başladı. Başbakan gerçekten de zor günler yaşadı.

Türkiye'nin barış sürecine Türk-İslam faşizmi siyasetiyle girmesinin imkânı yok. Polisin Gezi Parkı'nı eylemci kitleye teslim etmesi ve geri çekilmesiyle, AKP hükümetinin Başbakan'da cisimleşen Türk-İslam faşizmi direnci de kırılmış oldu. "Saldırgan İslam" anlayışından yeniden "ılımlı İslam" anlayışına çark etmek zorunda kaldı.

Fakat bir soru askıda kaldı:

Merkezi Taksim'den Beşiktaş'a kayan ve yer yer İstanbul dışında illere sıçrayan, CHP'nin ortada bıraktığı ve artık sonlanmasını istediği eylemlerin kaderi ne olacak?

Bu eylemler Türk solunun yüksek siyaset düzeyinde içine girdiği krizi ele veriyor. Askeri darbeye bel bağlamayı bırakmış, giderek özyönetim deneyimi kazanan sivil bir hareket şekilleniyor. Bugüne kadar siyasal ve sosyal tıkaç CHP'nin kontrol ettiği halk tabanında yaşanan bu değişim, savaş koşulları dışında halk muhalefetinin hangi biçimler alabileceğine ilişkin güçlü ipuçları veriyor.

Bu hareketin Kürtlerle el ele, olası bir barış sürecinin dinamiği haline gelmesi kolay değil. Olumlu bir gelişme, MHP'nin bu türden (devletle çatışmayı göze alan) bir sol muhalefetle işbirliği yapamayacağını ilan etmesi oldu. BDP'nin bu gelişmelere Fransız kalması ise, Kürt hareketinin kendi içinde ciddiyetle sorgulaması gereken büyük bir sorun.

Sadece "akil insanların" zaman zaman kamuoyu ile paylaştıkları bazı raporları ciddiye almış olsalar, CHP tabanı ile nasıl ilişki kurulacağını önemli bir mesele haline getirirlerdi. Çeşitli salon konferanslarıyla vakit kaybedeceklerine, halk buluşmaları düzenlemek, salon konferanslarını bunun üzerine bina etmek gibi bir anlayışın sahibi olurlardı.

Damdan düşer gibi, Gezi Parkı eylemcilere teslim edildikten sonra yapılan kutlamalara Apo posterleriyle girmek ve "PKK halktır, halk burada" demek inandırıcı olamıyor. Pek çok direnişçi gibi Sırrı Süreyya Önder'in de hastanede biten Gezi Parkı performansını dayanak yaparak, bu direnişi biz başlattık, bu bizim yaşadıklarımızın yanında bir şey mi büyüklenmeleriyle CHP ile siyasi rant kavgası yürütmenin halklara bir faydası yok.

BDP'li siyasi elitler, halk meclisleri ile Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni, halk buluşmaları ile salon konferanslarını birbirine karıştırmamaya özen gösterebilirler mi? Güncel gelişmelere bakıldığında, bu soruya olumlu yanıt vermek kolay değil.