Bu ülkede her yer birbirinden uzak. Birbirini görmeyen, tanımayan, duymayan milyonlarca insan başkalarına sahip sanıyor kendini. Karadeniz’de yaşanan başka türlü sanal bir sahipliğin tezahürü adeta. Yaşları 20 ila 40 arasında değişen işsiz, ekmeksiz, geleceksiz erkeklerin hayatın başka türlüsüne duydukları derin tahammülsüzlük…
Halkların Demokratik Kongresi (HDK) bünyesinde faaliyetlerde bulunan BDP’liler geçtiğimiz haftalarda, Çorum, Sinop, Samsun, Ordu, Giresun ve Trabzon’da çeşitli kesimlerle görüşecekti. Görüşmelerde ‘birlik-beraberlik’ vurgusu yapma niyetinde olan BDP’li vekiller, sadece Kürtleri değil tüm Türkiye’yi temsil ettiklerini anlatacaktı. Heyette BDP’li vekillerden Sırrı Süreyya Önder, Sebahat Tuncel, Ertuğrul Kürkçü ve Bağımsız İstanbul Milletvekili Levent Tüzel yer aldı. Heyet ilk olarak Çorum’a gitti. Görece olumlu bir hava yaratan Çorum görüşmelerinden sonra sıradaki durak Sinop’tu. Sinop’taki öğretmenevinde mahsur kalan heyetin arabaları taşlandı. İçeride barış, dışarıdaysa savaş arayışı sürüyordu. Sinop'da bulunan BDP milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder, Levent Tüzel, Sebahat Tuncel ve Ertuğrul Kürkçü saat 12.15'de girdikleri Öğretmenevi'nden saat 21.25'de polis panzerleriyle çıktı. Ancak örgütlü olduğundan hiç kuşku duyulmayan faşizan saldırılar neticesinde heyet Karadeniz gezisini Samsun’da sonlandırdı.
Kürkçü, heyet adına Samsun’da yaptığı açıklamada, "Bu bir kontrollü gerginlik stratejisinin parçasıydı. Derlenmiş toplanmış ajite edilmiş, kızıştırılmış bir işsiz gençler ve ne yaptığını bilmeyen insanlar topluluğu olduğunu biliyoruz, görüyoruz. O nedenle biz bu kızıştırılmış insanlara karşı bir düşmanlık beslemiyoruz. Ama onun arkasındaki zihni ortaya çıkarmak istiyoruz" dedi.
Bugün arabaları tekmeleyen, kaldırım taşlarını söküp camları kıran faşist Karadenizli gençliği bundan 80 ila 100 yıl önce oldukça başkaydı. Çünkü coğrafyanın dinamikleri başkaydı. Olaylar yaşanırken polisin ve iktidarın nasıl konumlandığını tartışan birçok yazı görüyorum. Konunun o boyutu bir yana, olayların yaşandığı coğrafya bağlamında da bir bakış gerekiyor. Elimden geldiğince onu sunmaya çalışacağım…
Karadeniz’le Tanışmak
Çocukluğum Batı Karadeniz’de geçti. Karadeniz’in ötesinden göçüp gelmiş Lazlar, Çerkesler, Abhazalar ile bölgenin yerlisi olan Aleviler ile eski Rum köyleri iç içeydi. Şehirde “tarihi kalıntı” olarak gördüğümüz kilise harabeleri sanki yüzlerce yıl önceden kalmış gibi dururdu. Pek bilmezdik o vakitler başka halklar, diller, kültürler buradan nasıl ne zaman geçmiş. Bizler de göçmendik sonuçta…
Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenciyken ise Karadeniz’e olan ilgim dâhilinde daha ciddi araştırmalara yöneldim. Sık sık Orta ve Doğu Karadeniz Bölgesi’ne giderdik ya da İstanbul’daki Karadenizlilerle görüşmelerde bulunurduk. Bizlerin öğrenci olduğu dönemlerde Karadeniz Bölgesi’nin en büyük kenti Trabzon, faşist katilleriyle anılıyordu. Önce şehirdeki kilisenin rahibi katledilmişti. Aynı yıllardaysa Trabzonlu bir genç İstanbul’da Hrant Dink’i katletti. Hrant Dink Davası’yla bölgedeki örgütlü ve ‘derin devlet’ destekli politikalar bir bir ayyuka çıkıyordu. Bu politikaların deşifrasyonlarıysa umulanın aksine bölgede ve ülkede köklü değişiklikler yaratmıyordu ve hala yaratmadı. Bunun yerine hem Karadeniz’de hem de diğer coğrafyalarda tarihin sunduklarına, sosyal ve kültürel yapının getirdiklerine rağmen karşı politikalar sürdürüldü. Bu politikalara rağmen her yerde olduğu gibi Karadeniz’de de başka bir tanım mümkün mü diye sorduk. Sesimiz az çıksa da hiç yalnız değilmişiz onu gördük.
Bugünkü Karadeniz’i Anlamak
2011 yılının sonunda BÜ Yayınevi tarafından basılan “Folklora Doğru: Sayı 69’daki Karadeniz Dosyası’nda” , Karadeniz bölgesinin tarihsel ve kültürel yapısının nasıl şekillendiğine yönelik güncel yazı ve görüşmeler yer alıyor. Buradan birkaç noktayı bugünkü Karadeniz’i anlamak adına paylaşmakta fayda var;
Kıyısı olduğu denizin adıyla anılan Karadeniz Bölgesi, Türkiye’nin en kuzeyinde bir sıra boyu onlarca halkı barındıran bir coğrafya. Coğrafya elbette her bölgede baskın unsur, ama Karadeniz’de bölgenin adından tutun da yemek, ekonomi, kültür ve sanata kadar her alanda derelerin, denizin, ormanların etkisi yadsınamaz. Ondandır ki son 70 yılda iyice yer etmiş olan 90 yıllık örgütlü devletçi politikalara rağmen konu çevre olunca devlete karşı ayaklanıverdi Karadenizliler. Çevre eylemleri, sahil yolu protestoları ve HES eylemlilikleri bölgede önemli direniş alanları yarattı. Kültürel ve toplumsal hafızanın o kısmını silmek, unutturmak zaman alacak. Ancak yakındır, o da olur.
BDP heyetinin bölgedeki karşılanma biçimi ise Karadeniz’in aslında çok daha büyük başka bir noktayı kaybettiğini gösterdi bize. Karadenizliler bir arada yaşamayı, çokkültürlülüğü unuttu. Tüm Karadenizlileri kastedemem elbette. Ancak görünen tablo faşist, tahammülsüz ve maşist bir duruşun Karadeniz’in önemli bir kesiminin karakterine işlediğidir.
Lakin bundan daha yüz yıl önce Pontuslu Rumlar, Hemşinliler, Lazlar, Gürcüler, Çerkesler, Abhazlar ve benim adını sayamadığım nice halk iç içe yaşıyordu. Bugün Karadeniz Bölgesi olmasaydı Anadolu’da kaç dil konuşulur, kaç halk yaşardı bilmem… Bu iç içelik öyle güllük gülistanlık şenlikli bir barış havası çağrıştırmasın size. Zaten kendinden olmayan her kesimi sevmek başka bir erdem herhalde.
Geçmişte özellikle kültürel etkileşim alanlarının çokluğu önemli bir toplumsal barış ve saygıyı getiriyordu. Yaylalar ve yayla şenlikleri tam da bu etkileşim alanlarının başında geliyor. Aşağı yukarı 1940’lara gelindiğinde ise durum değişti. Çay tarımı ile devlet kapitalizmi ekonomik olarak Karadeniz’e nüfuz ederken hareketli bir hayat sunan yaylacılık hemen hemen yok oluyor. Yayla şenlikleri, kamusal etkinlikler, il/ilçe belediyelerinin siyasal rant alanlarına dönüşüyor. Büyük şehirlere ve özellikle de İstanbul’a göç başlıyor. Bugün 2. ve 3. kuşak Karadenizlilerin çoğu Karadeniz Bölgesi’nde olmayan şehirlerde yaşıyor.
Bütün bunların yanında biraz 70'leri, 60'ları, Fatsa, Zonguldak, Ereğli, Artvin, hatta Trabzon'daki sosyalist yapıların gücü ve kültürü, Karadeniz'de yaratılan faşizm rüzgârının sonradan estirilmiş, eğreti bir vaka olduğunu gösterecektir. Lakin Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ve devletin solu bitirmek adına yürüttüğü politikalarla da özellikle 90’larda bölgede ortaya çıkan bir yorgunluk hali de bu açıdan işin tuzun biberi olmuş.
Terzi Fikri’nin Mahir Çayan’ın Kazım Koyuncu’nun memleketleri kapitalist, ulusalcı, Türk-İslamcı kesimin deney tahtası haline geldi. Ondandır işte Ogün Samastlar ve Yasin Hayaller hem ortaya çıkıyor hem de kalabalık bir kesim tarafından açıkça sahipleniliyor. Converseli gençler ülkenin vekilinin diyalog arayışını tekmeliyor. İsmail Türüt gibi çok güçlü bir ses örgütlü faşizmin yeniden üretilmesinde var gücüyle çalışıyor. Başka türlü bir hayat unutuluyor.
Peki ya bundan sonra?
Karadeniz’de yaşananlar bu çerçevelerden bakınca bize önemli bir mesaj veriyor: Diyalog sanıldığı kadar kolay kurulamayacak. HDK’nin attığı bu cesur ve değerli adımın bundan sonrası ne olacak? Yorgunluk? Bıkkınlık? Daha fazla mücadele?
HDK nezdinde “Ben karar verdim, gidiyorum, inat ediyorum” demeden evvel bölgeye yönelik daha planlı ve uzun vadeli bir program oluşturulması gerekiyor. Bunu oluştururken de Karadeniz’in toplumsal, ekonomik ve kültürel geçmişinin hatırlanması, bugünkü dinamiklerin irdelenmesi ve bölge halklarının nasıl bir geçmişi miras aldıklarının tartışılması önemli. Yerel örgütlenmelere ve uzun vadeli stratejilere dayalı sabırlı bir mücadele ihtiyacı her zamankinden daha elzem. Bunun yanında Karadenizli diğer demokratik ve özgürlükçü STK, parti, hareket ve kurumlarla hem iş birliği hem de görüş alışverişi yapılması kritik.
Umutsuzluk ve bıkkınlığa yer bırakmamak lazım elbette, ancak barış ve diyalog arayışı için Karadeniz Bölgesi’ne yönelik daha fazla katılımlı ve çok bileşenli bir mücadele kurmak gerekiyor. Kürt siyasetinin kurumsal ismi BDP bunu nasıl ve ne kadar yapabilecek? HDK, bu minvalde daha kapsayıcı bir platform olabilir mi? Ya da yeni ve cesur başka girişimler bu açılımı destekleyebilecek mi? Zamanla göreceğiz.