Bu yazının ilk bölümünde [[dipnot1]] Kürt siyasetçi, aktivist, belediye başkanı … Kürt mücadelesinde aktif olarak yer alan her alandan yaklaşık 7.000 insanın tutuklanmasına karşın Batı’da niçin “üç maymunların” oynandığını ele almaya çalışmıştım.

Batı’taki muhalif çevrelerde artık KCK operasyonlarının kanıksandığını ve rutin yaşamın bir parçasına dönüştüğünü ileri sürmüştüm. Yüksek beklentilerle kurulan HDK’nin ise, kuruluş sürecindeki pragmatizmin bir sonucu olarak Terörle Mücadele Yasası’nın (TMY) ve Özel Yetkili Mahkemeler’in kaldırılmasını hedefleyen bir kampanyayı gündemine bile almadığını söylemiştim. Bunda, HDK’yi oluşturan Türkiye Solu’ndan parti ve grupların büyük çoğunluğunun gerçek anlamda bir Kürt Sorunu ve Barış gündemi olmamasının etkili olduğunu savunmuştum. Bana göre, tıpkı 90’lı yılların ÖDP’si gibi, HDK içindeki Türkiye Solu’nun büyük kısmı da “dokunan yanar” niteliğindeki bu meselenin etrafından dolaşmayı tercih ediyor. Her iki durum da yazının başlığıyla tam olarak örtüşüyordu: Duymadım, görmedim, bilmiyorum. (Ya da şöyle de okunabilir: Duymadım, duysam bile gündemime almadım, almış olsam bile ne yapılabilir inanın bilmiyorum.)

Yazının bu ikinci bölümünde bizatihi Kürt Hareketi’nin KCK operasyonlarına karşı neden etkin, caydırıcı olabilecek bir eylemlilik geliştirmediğini irdelemeye çalışacağım. Fakat bu sefer “üç maymun” metaforu pek uygun kaçmıyor. Zira Kürt Demokratik Hareketi’nin bizatihi kendisi saldırı altında. Daha tuhaf bir durum var.

Şunu çok açık şekilde ifade etmemiz ve tartışmamız gerektiğini düşünüyorum: “Kürt açılımı”ndan bu yana Kürt Hareketi’nin yönetimi, Türkiye toplumunu ikna etme, bütün Türkiye’yi kapsayan demokratikleşme mücadelesi ile Kürt sorunun barışçıl çözümünü iç içe ele alma perspektifinden iyice uzaklaştı. Üç temel eksen üzerinde mücadele ederek artık sorunu bir şekilde çözüme kavuşturmak zorunluluğu hisseden Türkiye devletini “müzakere sürecine” çekmeye kilitlendi. Askeri eylemlerle devleti ve Türkiye toplumunu verimli bir “bunalıma” sokmayı amaçladı ve dönemsel olarak da bunda başarılı oldu. Yine dönemsel olarak buna demokratik çözüm çadırları gibi eylemlerle BDP etrafında hareketlenen Kürt halkının kitlesel eylemleri eşlik etti. Son olarak da DTP/BDP çıkıp “işte görüyorsunuz, güçlüyüz, Öcalan’ı muhatap alın, sorunu çözün, biz aracılık etmeye hazırız” mesajını veriyordu.

Aslında teorik düzlemden bakınca bizzat yine Kürt Hareketi’nin kendisi tarafından “devlet merkezli” denilerek eleştirilmesi gereken bu strateji, yaygın KCK tukulamaları karşısında çıkmaza girdi. Önceleri tutuklanan kadroların, masada Kürt Hareketi’nin elini zayıflatmak için “rehine alındıkları” ifade edildi. Böylelikle, kullanılan terimden de anlaşılabileceği gibi, Kürtlerin en temel ifade ve örgütlenme özgürlüğünün çiğnenmesinin sivil bir mücadele konusu gibi algılanmadığı ortaya çıktı. Sonraları ise, artık KCK tutuklamaları binlerce insanı kapsamaya başladıkça, sivil alanda mücadele zemininin neredeyse ortadan kalktığı inancı yerleşti/yerleştirildi. Özellikle geçen yaz birçok Kürt siyasetçinin gözü gerilla mücadelesine çevrilmiş gibiydi. Silahlı eylemlerin yeniden sivil siyaset yapılabilecek bir alan yaratması, devlete geri adım attırılması umuluyordu. Böylelikle Oslo görüşmelerinin kamuoyuna yansıyan bölümlerinden de anlayabildiğimiz gibi, diğer temel sorunların yanı sıra, “rehinelerin” de serbest bırakılmasının sağlanacağı düşünüldü.

Ardından devlet-AKP her türlü görüşme-müzakere sürecini reddedip KCK operasyonlarına hız vererek Kürt Hareketi’nin sivil mücadele olanaklarını bir bir ortadan kaldırmaya yönelince, özellikle yasal alandaki Kürt siyasetçileri “AKP faşizmi”nden şikayet etmeye başladılar.

Son zamanlarda 7.000’i aşkın insan cezaevindeyken, sadece “İmralı’da tecride son verilsin, Öcalan’la ve Kandil’le görüşmeler yeniden başlasın” talebiyle düzenlenen açlık grevleri, barış nöbetleri, Barış Anneleri’ni Ankara ve Diyarbakır’da bir araya getirme çabası gibi eylemler bir kez daha kolay yolun tutulmaya çalışıldığını gösteriyor. Kürt halkının mahalle meclisleri gibi araçlarla öz-örgütlülügünü yaratmaktan geçen uzun ve meşakkatli yol değil, yine devleti zorlama ve ikna çabaları tercih ediliyor. Devlet-AKP ise, BDP’ye, PKK ile arasına mesafe koyma baskısı uygulamaya devam ediyor; Kürt siyasetçileri, yeni anayasa yazımıyla, “Başkanlık-yarı başkanlık karşılığında özerlik” gibi tehlikeli pazarlıklara çekmeye çalışıyor.

Elbette “bu kadar kadro ve aktivist cevaevindeyken derinlemesine bir öz-örgütlenme nasıl yapılabilir, kitlesel bir sivil itaatsizlik kampanyası nasıl geliştirilebilir?” diye sorulabilir. Başta Diyarbakır olmak üzere 2012 Newroz’u bu sorunun pek de anlamlı bir soru olmadığını gösterdi. Halk, Kürt çoğrafyasında ve İstanbul’da korku duvarını aşarak büyük bir cesaretle yüz binler halinde Newroz’u kutlamak için alanlara ulaşmaya çalıştıysa, belki şu soruyu sormak daha anlamlı olabilir: “Kürt halkının temel taleplerine bu kadar büyük bir cesaretle sahip çıktığı bir durumda Kürt siyaseti ‘müzakere koridorlarını’ aşıp kendi tabanına neden ulaşamıyor?

Bu sorunun üzerine epeyce kafa yorulması gerektiği yeterince açık. Savunmacı veya geçiştirici refleksler üretmek yerine, özeleştirel ve sorunların kökenine inmeye çalışan tartışmalar yürütmenin zamanı geldi de geçiyor diye düşünüyorum. Yoksa Kürt Hareketi'nin, Kürtlerin taleplerinin Kürtlerin temsil edilmediği bir ortamda tartışılmasında, güya "yeni anayasa"da yer almasında dolaylı da olsa sorumluluk sahibi olacağı kanaatindeyim.

Tartışmayı zenginleştirmek bakımından bir örnek olarak, Demokratik Toplum Kongresi (DTK) tarafından 5-6 Mayıs’ta Diyarbakır’da düzenlenen “Demokratik Özerklikte Ekonomi Sempozyumu”nu gösterebiliriz. Bu sempozyum aynı zamanda Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası (DTSO), Diyarbakır Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği (DESOB) ve Kadın Destek Merkezi’nin (KADEM) katkısıyla düzenlendi. Aysel Tuğluk, eş-düzenleyicileri arasında bir ticaret ve sanayi odasının da bulunduğu sempozyumun açılış konuşmasında demokratik özerkliğin ekonomi alanında “anti-kapitalist bir program benimsemesi geretiği”ni ifade etti.[2] Tuğluk’a göre ".. Demokratik Özerklikte ekonomi, kamusal hizmetlerde demokratik özyönetim, fabrika konseyleri, kolektif tarımsal üretim kooperatifleri ve tüketici birlikleri gibi kurumsallaşmaları da gündemine alarak tartışmaya açmalı, toplumu sermaye tekelleri ve piyasanın kıskacından kurtarmanın yollarını aramalı”ydı.[3]

Sempozyuma ağırlıklı olarak Batı’dan Mustafa Sönmez gibi iktisatçılar, aydınlar, sendikacılar çağrılmıştı. Belki dinleyiciler arasında olabilir, ama mahalle meclislerinde örgütlendikleri varsayılan yoksul, emekçi Diyarbakırlılar konuşmacılar arasında yoktu. Yoksulluğun yoğun olarak yaşandığı semtlerdeki halkın herhangi bir temsiliyeti de söz konusu değildi –tabii onları zaten Aysel Tuğluk’un ve diğer DTK’lıların temsil ettiği düşünülmüyorsa. Kürt Hareketi’nin tabanını oluşturan Kürt yoksulların sorunları bildiğim kadarıyla sempozyumda gündeme gelmedi.

“Demokratik özerklikte ekonomi” konusunda birinci derecede söz ve karar sahibi olması gerekenlere söz hakkı verilmeyen bu sempozyum, Kürt siyasetçilerinin önemli bir bölümü tarafından güzel kavramların içinin boşaltılmasının son örneklerinden birisini oluşturuyor. Kürt siyasetinin neden halkı seferber edemediği konusuna kafa yormak isteyenler bu ve benzeri örnekleri inceleyebilirler. Her zaman somut tartışmakta ve bazen yüzlerce sayfalık analizden çok daha fazlasını açığa vuran olgusal durumları ele almakta yarar var.