Kürt medyasını yakından takip edenlerin bildiği gibi, KCK operasyonları hızından bir şey kaybetmeden devam ediyor. Sadece geçen hafta gerçekleşen gözaltı ve tutuklamalardan bazılarına bakalım:

“Urfa merkezli yapılan ‘KCK’ operasyonunda İstanbul, Ankara, Diyarbakır, Eskişehir ve Muş'ta düzenlenen ev baskınlarında 30 kişi gözaltına alındı … [Urfa’da] evlere yapılan baskınlarda gözaltına alınanlardan ismi öğrenilenler şunlar: BDP Urfa Merkez İlçe Başkanı İzettin Gök, BDP İl Yöneticileri Halil Çay ve Mehmet Kılıç, BDP Viranşehir İlçe Başkanı Halis Aktaş, BDP İlçe Başkan Yardımcısı Ali Vefa, Mehmet Ekinciler, Selahattin İzci, Belediye Meclis Üyesi Ferzende Ata, Ceylanpınar İlçe Başkanı İbrahim Ogur, Belediye Meclis üyeleri Mehmet Emin Polat ile Adile Deniz Sürer, BDP İlçe eski Başkanı Nurallah Akan, BDP Ceylanpınar İlçe Yöneticisi Abdulbaki Can, Suruç'ta MEYA-DER Başkanı Şükrü Binici.

Öte yandan BDP Ceylanpınar İlçe binası, BDP Urfa Siyaset Akademisi ile KURDÎ-DER binasında da baskın düzenlendi. Baskınların "KCK" adı altında toplam 6 ilde yapıldığı ve 30 kişinin gözaltına alındığı öğrenildi.”

(8 Mayıs 2012, firatnews.org)

12 Mayıs’ta ise Özgür Gündem’de şu haber yer alıyordu:

“Kürtlere yönelik rehin alma operasyonlarına dönüşen tutuklamalar dün de Riha’daydı. Siyasi soykırım operasyonları kapsamında Riha merkezli 6 ilde yapılan operasyonlarda gözaltına alınan 30 kişiden, aralarında BDP Riha İl Eşbaşkanları Fatma İzol ve Mehmet Vural’ın da bulunduğu 22 kişi tutuklandı.

Düzce’de ise gözaltına alınan 7 kişiden üniversite öğrencisi Mehmet Şah Güneş tutuklandı.

Tarsus’ta gözaltına alınan 4 kişiden 2’si de tutuklandı. Kenan Taş ve Turgut Demir’in tutuklanma gerekçesi ise 'Newroz kutlamasında yasadışı slogan atmak.'

Bu arada Dîlok’ta (Antep) gözaltına alınan 7 üniversite öğrencisinden 5’i de tutuklandı.

Mêrdîn’in Mehsert (Ömerli) ilçesinde ise Mehmet Beşir Dal isimli bir yurttaş 'Örgüte yardım yataklık etmek' iddiası ile tutuklandı.

Azadiye Welat Gazetesi dağıtımcısı Hediye Özbay’da, dün gözaltına alındı.”

KCK operasyonlarının tüm yoğunluğuyla sürmesine karşın, ne Batı’da toplumsal muhalefetin herhangi bir bileşeni somut bir kamyanya yürütüyor ne de bizatihi Kürt Hareketi derli toplu bir sivil karşı-eylemlilik geliştiriyor.

Batı’da Durum: Yüksek Siyasetten Kayıtsızlığa…

Batı’da KCK operasyonlarına karşı sol ve demokratik çevrelerin mütevazı ölçülerde bile bir inisiyatif geliştiremediği ortada. Elbette ağırlıklı olarak akademisyenlerin öncülük ettiği “Öğrencime Dokunma” ve “Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi” gibi saygın çabalar var. Fakat daha temelde Terörle Mücadele Yasası’nı (TMY), Türk Ceza Kanunu’ndaki (TCK) “terör suçları”yla ilgili madddeleri, Özel Mahkemeler’i hedef alan, hiç olmazsa örneklik teşkil edebilecek, belirli bir kamuoyu oluşturabilecek, nispeten kuşatıcı bir kampanyadan söz edemiyoruz.

Halbuki böyle bir kampanya, gerek Türkiye içinde gerekse uluslararası kamuoyuna dönük olarak gayet meşru temellere oturabilir. Hedef son derece açık biçimde tanımlanabilir ve kimse de bunun “teröre destek amaçlı bir girişim olduğunu” kolay kolay öne süremez. Türkiye’nin başat sorunu olan Kürt sorununu çözmemekte direnen AKP Hükümeti, yasalarda “terör” tanımını öylesine genişletmiştir ki uygulamada Kürt sorununun barışçıl çözümünü savunan herkes “terörist” muamelesi görmektedir. Yasal bir parti olan BDP’nin her kademeden üyeleri, seçilmiş belediye başkanları, belediye meclis üyeleri, tabanda çalışanlar, üniversite öğrencileri, kadın sendikacılar, gazeteciler, avukatlar, Van deprem gönüllüleri, barışçıl çözüm için gayret gösteren aydınlar ve akademisyenler biner biner hapislere atılmaktadır.

“İyi de bu türden kampanyaların özneleri niçin bir türlü ortaya çıkmıyor?” diye sorulabilir.  

Benim bu konudaki izlenimim şöyle: Yaklaşık 4-5 ay önce, daha önceden üyesi olduğum sosyalist partilerdeki arkadaşlarımla KCK operasyonlarına karşı Batı’da ve Kürt bölgesinde niçin ciddi bir tepki gelişmediğini tartışırken hep karşılaştığım bir akıl yürütme tarzı vardı: “Kürt Haraket’ni bu tür operasyonlarla bitiremezler” veya “Tepki gösterilmiyorsa Kürt Hareketi’nin bir bildiği vardır”. Ben buna “muhaliflerin zihinlerini kafataslarından çıkarıp yüksek siyasete teslim etmesi” diyordum.

“Kürt Haraket’ni bu tür operasyonlarla bitiremezler” söylemi, devletin-AKP’nin stratejisini ve konjonktürel politik gerçekliği anlamaktan uzak olduğu gibi, aslında bir ölçüde “yıkılmadık, ayaktayız” söylemini de andırıyordu. Elbette “Kürt Hareketi bu tür operasyonlarla bitirilemez”di. Devletin-AKP’nin amacı da bu değildi. BDP ve diğer  Kürt kurumlarındaki kadroları binler halinde cezaevine tıkarak Kürt sorununun gerçek anlamıyla Türkiye’nin gündeminden düşmesini ve bu arada askeri operasyonlarla PKK’nin ciddi şekilde zayıflatılmasını öngörüyorlardı. Bu hedeflerinde, askeri alanda olmasa da siyasi alanda büyük ölçüde başarılı oldukları/olacakları bundan 4-5 ay önce de gün gibi ortadaydı. Kürt sorunu Türkiye toplumunun gözünde, geçmişte devletin bazı hatalarından kaynaklanan, fakat artık Hükümet’in çözmek istediği; buna karşın BDP ve PKK’nin “bölücü” ve “terör” temelli politikaları yüzünden çözülemeyen bir soruna “dönüştürülmüştü”. Anadilde eğitim hakkı, Kürtlerin özyönetim talepleri, 90’lardaki savaş ortamında işlenen insanlık suçlarının araştırılması, siyasi tutuklular kapsayan genel af, Kürt siyasi yapıları üzerindeki baskılar, devam eden askeri operasyonlar neredeyse tamamen Türkî kamuoyunun gündeminden düşürülmüştü. BDP ve genel olarak Kürt Hareketi, çözümün bir tarafı olmaktan çıkarılma tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyordu.

“Tepki gösterilmiyorsa Kürt Hareketi’nin bir bildiği vardır” yanıtı ise, son birkaç yıldır Türkiyeli muhaliflere musallat olan ve aslında Kürt Hareketi’nin yönetimi tarafından kıştırtılan, toplumsal mücadelenin sonuçları itibariyle dönüp dolaşıp devletle müzakere sürecine indirgenmesinin bir neticesiydi. “Biz bilemezdik, yüksek siyasetin özneleri bilirdi.” Hatta “devlet ile PKK arasındaki görüşmeler tekrar başlayabilir”di, belki de “gizli gizli yürütülüyor”du. “Devletin-AKP’nin eninde sonunda müzakere masasına oturmaktan başka çaresi yoktu.” “Niçin devlet-AKP, Kürt halkının, özellikle de metropollerdeki Kürtlerin büyük çoğunluğunun desteğini henüz alamamış ve Türkî kesim içinde ortak örgütlenmesi hâlâ çok zayıf olan bir hareketle masaya otursun?” şeklindeki sorularım ise hayretle karşılanıyordu.

Gözlemleyebildiğim kadarıyla bugün durum değişti. KCK operasyonları karşısında ezici bir çoğunlukla muhalif çevreler, yüksek siyaset terimleriyle düşünmekten kayıtsızlığa sürüklenmiş görünüyorlar. Bir süre önce egemen olan tehlikeli bir içe dönükleşme ve demoralizasyon, Kürt sorunuyla ilgili gündeme yabancılaşmaya dönüşüyor. Gözaltına alınan ve tutuklanan Kürt aktivistleriyle asgari dayanışma kampanyaları bile kolay kolay gündemimize girmiyor.

HDK’nin İbret Verici Sessizliği

Daha “örgütlü” çevrelerde ise durumun gerçekten vahim olduğunu yüksek sesle dillendirmek zorundayız. Seçimlerden sonra kurulan ve 12 Mayıs’taki 1. Genel Kurul’unda bir seçim partisi kurma kararı alan Halkların Demokratik Kongresi (HDK) başından beri üstlenmesi gereken “Kürt sorununun çözümü için demokrasi ve insan hakları mücadelesi” misyonunun çok uzağına düşmüş durumda. Bunu Genel Kurul Sonuç Bildirgesi’nden de anlayabiliyoruz: “… Genel Kurul'da TMY'ye karşı mücadele eden Milyonlar Adalet İstiyor İnisiyatifi'nin eylemlerini destekleme kararı da alınırken, Demokratik Özerklik ile ilgili il ve ilçelerde halkı bilgilendiren toplantılar yapılması kararlaştırıldı." [[dipnot1]]

Toplumsal mücadele açısından en tehlikeli şeylerden birisinin, bir proje tam anlamıyla başarısız olduğunda, bunu yüksek sesle dillendirmemek ve alternatif çözüm kanalları arayışını sürekli ötelemek olduğu sanırım herkes tarafından bilinen bir gerçek. Bunu, karaya vurdmuş bir gemiyi “yüzüyor gibi göstermek” de diyebiliriz.

HDK’nin bunca zaman TMY’ye karşı bir kampanyayı gündemine almamış olması nasıl izah edilebilir? Partileşme kararı alınan genel kurulda, kamusal görünürlülüğü pek olmayan bir inisiyatifin eylemlerini destekleme kararı alınması ise durumun vehametini gözler önüne seriyor. Nedense “böyle bir kampanyayı hakkını vererek biz yürütelim, geç bile kaldık” denemiyor, özeleştirel bir tutum sergilenemiyor.  

HDK’nin demokrasi ve barış mücadelesinde bunca atıl kalmasının nedenleri, konuyla biraz olsun ilgilenenler açısından büyük bir sır sayılmaz. Ataletin nedeni aslında oldukça basit: HDK, 2011 seçimlerinden önceki “müzakere süreci”nde, Batı’da Kürtlerin ve Türkiyeli sol grupların bir araya geldiği “bir seçim partisi olsun” niyetiyle kurulmuştu. Yüksek siyaset düzleminde Türkî kamuoyuna dönük olarak Kürt sorununun barışçıl çözümünü temsil eden bir odak olması tasarlanmıştı.

HDK’nin gerçek bir “kongre hareketi”ne dönüşmek üzere yerel meclisler oluşturma ve toplumsal sorunların boy verdiği alanlarda örgütlenme misyonunun kağıt üzerinde kaldığı yazın sonuna gelindiğinde ortaya çıkmıştı. Bununla birlikte, belki daha dar kapsamlı, ama öncü nitelikte demokratik bir inisiyatife dönüşebilir, farklı renklerden muhalif kesimlere hitap eden sivil itaatsizlik tarzında faaliyetler örgütleyebilirdi.

Maaselef bu da gerçekleşmedi. Gerçekleşmemesi çok da büyük bir sürpriz sayılmazdı. Kürt Hareketi’nin ilkesel olmaktan çok pragmatik bir tutumla, “mutabakat anlayışı” çerçevesinde sol gruplara delege kotaları önererek inşa edilmesine ön ayak olduğu bu yapı, “yumuşak müzakere konjonktürü”nün sona erdiği, siyasi ve askeri operasyonların yoğunlaştığı seçim-sonrası döneme pek hazırıklı değildi. Neden mi? Çünkü HDK’yi oluşturan sol-sosyalist yapıların ezici çoğunluğunun uzun yıllardır tutarlı bir barış mücadelesi gündemi neredeyse hiç olmamıştı. 1996’da ÖDP’nin kuruluşundan bu yana Türkiye solundaki daralma ve  marjinalleşme de zaten bu durumdan kaynaklanıyordu. Demokrasi ve barış mücadelesiyle “arasına mesafe koyan” bir Sol’un marjinalleşmesi kaçınılmazdı. Dolayısıyla söz konusu yapıların, seçimler sonrası içine girilen baskıcı, faşizan koşullar altında tutarlı bir demokrasi ve barış mücadelesine sahip çıkması da haliyle beklenemezdi. Nitekim büyük çoğunluğu sahip çıkmadı. Ama söylem düzeyinde herkes maruz kaldığı ağır baskılar karşısında BDP’yi desteklemekten, Kürtlerin temel haklarını savunmaktan geri kalmıyordu.

***

Yukarıda da söylemeye çalıştığım gibi, HDK’nin içinde bulunduğu atalet durumu ve bunun gerisindeki sebepler, politik gündemle ilgilenen her muhalifin malumu. Belki vurgu noktaları farklı olabilir, ama temel nedenler konusunda büyük bir anlaşmazlık olacağını sanmıyorum.

Sorun, siyasi konjonktüre göre pragmatik hesaplarla kurulan “vitrinsel” yapılarla, KCK operasyonları gibi baskıcı devlet politikalarına karşı biraz olsun iradeli ve tutarlı bir mücadele verecek oluşumların yaratılamayacağının açıklıkla tartışılmamasında. Yoksa “herkes hayatından memnun mu?”, pek sanmıyorum.

Peki, Türkiyeli muhalif kesimler ve HDK gibi daha örgütlü yapılar Kürt sorununa barışçıl çözümü fazlasıyla zora sokan, her türlü demokratik muhalefetin önünü kesen KCK ve benzeri operasyonlara karşı bir aktivizm geliştirmeyi gündemine almadı da, Kürt Hareketi aldı mı? Pek sayılmaz ve sanıyorum esas sorun da bizzat bu ağır baskılara maruz kalan, üstelik toplumsal muhalefetin merkezinde konumlanan Kürt Hareketi’nin yönetim tarzından kaynaklanıyor. Yazının ikinci bölümünde bu konuyu işlemeye çalışacağım.