Kapitalizmin krizi 5. yılını doldurdu. Bugünkü eğilim ve stratejileri nasıl görüyorsunuz? Krizin merkez üssünü nerede tanımlamak gerekiyor ve dünya buradan nasıl etkilenecek?

2008 krizi, kapitalizmi büyük bir durgunluk aşamasına sürükledi. Merkez üssü şimdilik Avrupa’da; ancak 2013’te ABD’nin de kervana katılması gündemdedir.

2008-2009 sonrasında uluslararası krizin, ciddi izler bırakmasına rağmen, geçiştirilmekte olduğu kanısı yaygınlaşmıştı. Ancak iki gelişme bu iyimserliğe son verdi. Birincisi, 2011’de Avro Bölgesi’nde patlak veren bankacılık çöküntüsüdür. İkincisi ise sadece Avro Bölgesi’nde değil tüm Batı ülkelerinde “mali disiplin” yani kamu maliyesindeki kemer sıkma uygulamalarının özellikle devlet harcamalarını kısarak yaygınlaşmasıdır.

Gelinen noktada kamu harcamalarından kısılarak devletin borç ödemelerine tahsis edilecek bütçe fazlasının yaratılması her yerde temel önceliktir. Bu ortamda bütçenin temel işlevi, alacaklıları, yani finans kapital ile rantiyeleri, ihya etmek oluyor. Makro ekonomi incelemelerinin temel bir ilkesi olan “çoğaltan” katsayısı mevcut ortamda toplam talebi ve milli geliri aşağı çekerek işliyor. Bu olgu sonunda IMF tarafından da itiraf edildi: Batı ekonomilerinde çoğaltan katsayısının 1’den yüksek olduğu, bu nedenle kamu harcamalarındaki 1 dolarlık bir daralmanın milli geliri, örneğin 2 dolar, aşağı çekeceği kabul edilmiş oldu. Ancak bu durum uygulamalar üzerinde herhangi bir değişikliğe sebep olmadı. Artık, “sağduyulu sağcı iktisatçılar” dahi, bütçede kemer sıkmanın özel harcamaları canlandırarak veya parasal genişlemeye yol açarak telâfi edileceği beklentisinin yanlışlığını kabul ediyorlar.

 AB’de 2012’deki ekonomik daralmada bu etken rol oynadı. Durumun 2013’te de süreceği anlaşılıyor. Avrupa’ya göre daha Keynesçi bir politika izleyebilen Obama yönetimi, seçim zaferine rağmen, “kemer sıkma” saplantısı nedeniyle kongre çoğunluğunu tutsak almıştır. Bu nedenle, 2013’te ABD bütçesinin daralacağı öngörülmektedir.

Merkez bankalarının parasal genişlemesi ise toplam talebe yansımıyor. Bankalara akıtılan fonlar krediler yoluyla reel ekonomiye değil spekülatif sermayeye akıyor. Kısacası, hem mali hem de parasal politikalar finans kapitali ihya etme ilkesine dayanıyor.

Bu ortamdan çevre ekonomileri iki doğrultuda etkilenecektir. Birinci olarak, durgunlaşma Batı’da ihracata bağımlı ülkeleri, dış talebin düşmesi nedeniyle, durgunlaşmaya itecektir. Bu etkeni hafifletmek için iç talebi canlandıran politikalar ancak Çin gibi dış açık vermeyen çevre ekonomilerinde uygulanabilir. İkinci olarak Batı merkez bankalarındaki likidite genişlemesinin çevredeki finansal piyasalara taşan öğelerinin yaratacağı etkilerden söz edebiliriz. Türkiye, Doğu Avrupa ve Meksika gibi kronik dış açık veren ülkeler, ekonomik canlanma için sıcak para girişlerine umut bağlıyorlar. Buralarda artan sermeye girişleri nedeniyle iç talep canlandırabilir; ancak sonucunda kronik dış açıkları daha da genişler ve dış kırılganlıkları ağırlaşır. Ağır dış açık sorunu olmayan çevre ekonomilerinde ise Batı’dan gelen likidite, balonlaşmaya dayalı istikrarsızlıklara ve yerli paraları değerlendirerek rekabet güçlerinin aşınmasına yol açacaktır. Bu nedenle Çin, Brezilya, Güney Kore gibi ülkeler FED’in likidite pompalamasını eleştirerek yeni bir “kur savaşları” dalgasının olumsuz sonuçlarına dikkat çektiler.

 Krizin bugün dengeleri sert bir şekilde değiştirdiği yerlerden biri de Avrupa. Avrupa hayatta kalacak mı? Yoksa “Avrupa Projesi”nin iflası çoktan başladı mı?

“Halkların Avrupası” projesi çoktan iflas etmiştir. “Sermayenin Avrupası” projesinin iç yüzü de iki boyutuyla ortaya çıkmıştır. Birinci olarak, Güney Avrupa’da ve İrlanda’da patlak veren finansal krizlerin hem kaynaklarına yani evveliyatına, hem de kriz yönetimlerine baktığımızda, Avrupa Birliği’nin, aslında Almanya’nın hegemonyası altında tipik bir emperyalist hiyerarşiye, bağımlılık-sömürü ilişkilerine dayandığı ortaya çıkmıştır. Avro Bölgesi krizine sürüklenen ülkelere uygulattırılan önlemler, 1980 sonrasında krizlere sürüklenen çeşitli Üçüncü Dünya ülkelerinde uygulanan ağır IMF programlarının, daha da insafsız tekrarlarından oluşuyor. Tek başına bu olgu bile, AB’nin emperyalist yapısını ortaya çıkarmaktadır.

İkinci olarak, daha önce açıkladığım örnekler göstermektedir ki, “sermayenin Avrupası”, genel olarak sermayenin değil, özel olarak büyük finans kapitalin hegemonyasına dayanan parazitleşmiş, anti-demokratik bir sistemdir.

Her ne kadar kapitalizm kriz dönemlerini yeni yönelimleri için birer fırsat olarak algılasa da, kriz dönemlerinin aynı zamanda sınıf çelişkilerini de belirginleştirdiğini biliyoruz. Avrupa’daki kriz bugün hangi sınıfın lehine gelişlemektedir?

Avrupa krizinin tetiklediği sınıf gerginlikleri kesin olarak emekçi sınıfların aleyhine seyretmektedir. Daha önce değindiğim olgular ve örneklerde de görüldüğü üzere krizin yarattığı fırsatlar, sermayenin sınırsız hegemonyasını oluşturma programının ileri aşamalarına geçişini AB ‘de de hızlandırmak için kullanılıyor.

Hedefine orta sınıfı da koyan kapitalizmin yıkıcı sonuçları ele alındığında, içinde bulunduğumuz dönem Avrupa solu için nasıl gelişiyor? Avrupa’da gerçekten bugün bir hayalet dolaşıyor mu? Krizin ardından “sağa salınım sona erdi, sola salınım başladı” şeklinde bir değerlendirme yapmıştınız. 2012′yi hem krizin gidişatı hem de kriz karşısında gelişen direniş hareketleri ile birlikte nasıl değerlendiriyoruz? Kemer sıkma politikalarına karşı bugün geniş bir Avrupa hareketinden bahsetmek mümkün mü?

Birkaç çelişkili gelişme var. Emekçi sınıf ve katmanlar, yeni mücadele yöntemlerini el yordamıyla aramakta, tartışmaktadır. Yüz küsur yıllık bir “devrimler çağı” içinde sosyalizmi, komünizmi, sosyal demokrasiyi, hatta sömürüsüz-sınıfsız anarşist bir toplum biçimini hedefleyen mücadelelerin geleneği, yöntemleri son otuz yıl boyunca toplum belleğinden silindi. Öyle sanıyorum ki bu belleğin kilitlenmiş köşeleri, bir anlamda bilinçaltı giderek ortaya çıkacak; günahları, sevapları, kazanımları ve yenilgileri ile eski mücadelelerin mirası hatırlanacaktır. Öte yandan değişen toplumsal ortam yeni sınıf çelişkileri yaratıyor. Mücadele programlarında ve yöntemlerinde yeni arayışları kaçınılmaz kılıyor. Adım adım bir senteze geçileceğini düşünüyorum.

Aslında en geniş anlamda işçi sınıfının öğesi olan ancak önceki dönemlerde burjuva ideolojisi tarafından teslim alınan orta sınıf, adım adım proleterleşmektedir ve bu sürecin açık bir sınıf bilincine dönüşmesi söz konusudur. Biraz önce değindiğin sentez aşaması yaklaştıkça; sistem karşıtı bir mücadele hedefine öncelik veren, kapitalizmi ve AB’yi koruyan çözümleri temelden reddeden akımlar-hareketler ikincil ayrımlarını geri planda tutarak birleştiği zaman Avrupa’da “devrimci bir hayalet” dolaşmaya başlayacak.

Bu hareketin kapitalizme alternatif yaratacak bir politik iktidar mücadelesine dönüşme şansı var mı?

Bir iktidar mücadelesi içermeyen sistem-karşıtı eleştiriler doğmakta ve yaygınlaşmaktadır. Bu önemlidir. Fikir, sanat ve bilim dünyasında burjuva ideolojisinin egemenliği bu sayede şimdiden aşınmaya başlamıştır. Ancak, bu muhalif akımların sistemin parametrelerini zorlaması için daha geniş, devrimci bir siyasetle bütünleşmeleri gerekiyor. “Hangi siyaset?” sorusuna şu anda açık bir yanıt bulunamıyor. Bugünkü sınıf muhalefeti farklı küçük kanallardan, derelerden akmakta olduğu için tek tek parçalı, cılız, etkisiz bir görüntü içermektedir. Ancak, toplumsal yasalar (yerçekimi), akımların doğrultusunu aynı yöne doğru sürüklüyor. Er veya geç bunlar büyük, güçlü bir nehirde birleşecek; kapitalizme meydan okuyacak güce kavuşacaklardır.

Türkiye’ye gelecek olursak, 2012 yılını Türkiye açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

2012’de dış kaynak girişlerindeki yavaşlama ekonomiyi durgunlaştırmıştır. Şu anda AKP Batı’daki “sıcak para” ile İslâm dünyasındaki gizli-saklı-karanlık kaynak akımlarına umut bağlayarak bir sonraki seçimleri atlatma beklentisi içindedir. Liberal çevreleri iğfal eden “demokrasi takkesi” tamamen düşmüş; kel görünmüştür. İktidar, kentsel dönüşüm, otoyolların satışı, yeni özelleştirmeler gibi rant-vurgun oluşturma ve dağıtma mekanizmalarıyla zaman kazanmaya çalışıyor. Bunların büyük bir bölümü, emekçi sınıfların günlük aş-iş mücadelesini doğrudan baltalamadığı için, toplumsal muhalefetin filizlenmesini hızlandıracak özellikler taşımıyor.

AKP’nin hegemonik konumunun zayıflatılmasında ve hem ideolojik hem de toplumsal olarak giderek son bulmasında, “en geniş anlamda sol”un güçlenmesi belirleyici olacaktır. “En geniş anlamda sol” ifadesinin içini doldurmaya kalkarsak, pozitif programlara değil karşıtlıklara dayalı bir kapsam ortaya çıkacaktır. Emperyalizme, siyasi İslâm’ın temsil ettiği gericiliğe, halkların demokrasi taleplerini ezen faşizme karşı çıkan tüm akımların “geniş anlamda sol”u kapsadığını düşünebiliriz.

Sosyalizm, bu şemsiye altında yer alan bütün akımların ortak bir öğesi değildir. Hem sınıfsal bağlantıları hem de ideolojik söylemleri bakımından tüm sol akımları birleştiren ortak bir öğe sosyalizmle kavgalı olmamaları olarak görülebilir. Örneğin, neo-liberal dönüşümlere karşı mücadele bu nedenle tüm sol akımların birleştiği bir alandır. Nicel güçsüzlüklerine rağmen sosyalist akımlar, bu yelpazenin olgun çekirdeğidir. Söylemleri, çözümlemeleri önemlidir, etkilidir. Bu meziyetleri sayesinde “en geniş anlamdaki sol”un birbirleriyle uzlaşmaz görünen kanatları arasında iletişimi, bağlantıları kurmak; kopuklukları hafifletmek konularında sosyalistlere önemli görevler düştüğünü düşünüyorum.