Geçtiğimiz on günde piyasalar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın faizleri indirmesi için Merkez Bankası’na (MB) baskı yapmasına odaklandı. Hikâye kabaca şöyle gelişti: 20 Ocak’ta yapılan MB Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısında, MB’nin bankalara fon sağladığı haftalık repo faizi % 8,25’den % 7,75’e (0,50 puan) düşürüldü. Bu, normal bir gelişme olarak karşılandı. Zira geçen yılın ilk aylarında enflasyon oldukça yüksek çıkmıştı. 2015’in ilk aylarında ise gıda fiyatlarının düşeceği varsayılıyor ve petrol fiyatlarındaki gerilemenin enflasyona olumlu yansıyacağı bekleniyordu. Bu durumda, 2014’ün Ocak, Şubat, Mart ve Nisan aylarında yüksek çıkan enflasyon oranları yıllık enflasyon endeksinden çıkacak ve yerine daha düşük çıkması beklenen bu yılın enflasyon oranları geçecekti. Böylece Nisan’a geldiğimizde enflasyonun %5-%6 arasında bir yerlere düşeceği tahmin ediliyordu. MB, yaygın şekilde paylaşılan bu varsayıma uygun olarak ılımlı bir faiz indirimi yapmış oldu.

Ardından gelen siyasi baskı, MB’yi daha ileri bir adım atmaya zorladı. Erdoğan ve AKP’li bakanlar indirimi yeterli bulmamıştı. Türkiye’de ağırlıklı olarak iç talebe dayalı büyüme modeli geçerli olduğundan, faizlerin çok daha sert şekilde düşürülmesi ve başta konut sektörü olmak üzere piyasanın canlandırılması gerektiğini düşünüyorlardı. Son üç yıldır ekonomideki durgunlaşma halkın alım gücünü düşürdüğü için AKP iktidarı oy kaybetmekten korkuyordu.

Siyasi baskılar altında ezilen MB Başkanı E. Başçı, 27 Ocak’ta sürpriz bir açımlama yaptı. Ocak'ta enflasyonunun %1’in altında çıkması halinde bir sonraki PPK toplantısını beklemeden olağanüstü toplanarak faizde “ek indirim” yapabileceklerini söyledi.

Böylece MB’nin bağımsız filan olmadığı kanaati güçlendi ve seri şekilde faiz indirimlerine gideceği beklentisi oluştu. MB’nin sürpriz açıklaması öyle bir döneme denk gelmişti ki döviz borcu olan şirketler ay sonunda pozisyon kapatmak için yüklü döviz talebinde buluyor, buna karşın Türkiye’ye giren döviz miktarı azalıyordu. Başka “gelişmekte olan ülkelerde” (GÜ’ler) faizler yüksek düzeyini korurken, TL’nin değer kaybı endişesi belli ölçüde yabancı sermeye çıkışına yol açtı. Böylece dolar/TL paritesi 2,45’leri gördü.

Ocak ayı enflasyonu beklenenin epey üzerinde (%1,1) gelince, MB Başkanı Başçı olağanüstü toplantıdan vazgeçti ve dolar bir ölçüde geriledi.

Son günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın MB ile inatlaşmaya kaldığı yerden devam etmesi, “hükümet ateşle oynuyor” endişelerini arttırdı; bugünlerde dolar/TL paritesi 2,40-2,50 arasında hareket ediyor.

Değişen Ne? Küresel Ekonomiye Dair Bazı Göstergeler     

Türkiye’de bu gelişmeler sadece içsel dinamikler çerçevesinde tartışılıyor (“Erdoğan MB’yi baskı altına alıyor”,  “seçim ekonomi uygulanıyor” vs.). Küresel koşullar ise göz ardı ediliyor. Bana kalırsa asıl kritik soru şu olmalı: Erdoğan ve AKP Hükümeti’nin seçim ekonomisi taleplerine piyasalar neden bu kadar sert tepki veriyor? Dolar kuru niçin bu kadar yüksek bir oynaklık gösteriyor?

Türkiye’de bu gelişmeler yaşanırken dünyadan gelen veriler küresel ekonominin gidişatı hakkında fikir verebilir. MB Başkanı’nın 27 Ocak açıklamasının ardından, Amerikan Merkez Bankası FED’in toplantı tutanakları açıklandı. Tutanaklarda mealen "ABD ekonomisinin sağlam bir büyüme yoluna girdiği" tespiti yapılıyordu. Küresel piyasalar bunu, FED'in faiz artırımını 2015 yılı içinde yapabileceği şeklinde yorumladı ve çoğu “gelişmekte olan ülke” (GÜ) para birimi dolar karşısında değer kaybetti.

Kısa süre sonra ABD ekonomisinin “sağlam bir büyüme yoluna girdiği” tespitinin sorgulanmasına yol açan bir veri geldi. ABD’de GSYH (gayri safi yurtiçi hasıla) 2014 son çeyrekte % 2,6 artmıştı. Beklenti ise % 3’tü. Oysa bir önceki çeyrek büyümesi % 5 gibi oldukça yüksek bir düzeydeydi.

2 Şubat’ta ise ABD tüketim harcamalarını gösteren veri açıklandı. Hanehalkı harcamaları Aralık 2014’te son beş yılın en düşük düzeyine gerilemişti. Bu iki veri bir arada ele alındığında, “ABD ekonomisindeki canlanma kalıcı mı, değil mi?” soruları gündeme geldi.

Yine 2 Şubat’ta ABD imalat sanayi siparişlerini gösteren ISM endeksi verisi geldi. Ocak ayında endeks son bir yılın en düşük seviyesine gerilemişti. Bu veri, Avrupa ve Çin’de gözlenen ekonomik yavaşlamanın Amerikan imalat sanayine olumsuz yansıdığını gösteriyordu. Avrupa ve Çin gibi büyük pazarlar yavaşlarken Amerikan şirketleri nereye ihracat yapacaktı? Üstelik petrol fiyatlarının düşmesi ve küresel yavaşlama, doları güçlendiriyor ve Amerika’nın rekabet gücünü olumsuz etkiliyordu.

Bir gün önce açıklanan Çin’e ilişkin bir başka veri küresel piyasaları daha da tedirgin etti. Çin’in dünya ekonomisinin lokomotifi olduğu ve bir süredir yavaşladığı biliniyor. Asıl sorun yavaşlamanın hangi boyutlara varacağında. 1 Şubat’ta açıklanan imalat sanayine dair başat bir göstergeye, Satın Alma Yöneticileri Endeksi’ne (PMI) göre Çin’de imalat sanayi iki yıldan sonra ilk kez daralıyordu. Konut sektörünün yavaşlaması ve fabrika kârlarının gerilemesi Çin maliyesinin gelirini düşürüyor, böylece kamu harcamaları yoluyla ekonomik büyümeyi teşvik etme imkânını sınırlıyordu.

Son olarak, benzer tarihlerde açıklanan Euro Bölgesi tüketici fiyatları verisi Avrupa’da deflasyonun derinleştiğini ortaya koydu. Euro Bölgesi’nde 2014 yılı enflasyonu %– (eksi) 0,6 çıktı. Bugüne kadar yaşanan en sert düşüştü bu. Avrupa Merkez Bankası (AMB) deflasyonun üstesinden gelebilmek için enflasyonun %(artı) 2’ye çıkmasını öngörüyor. Yapılan değerlendirmelerde, AMB’nin yeni açıkladığı 1,3 trilyon dolarlık parasal genişleme programına rağmen enflasyon hedefine ulaşılacağına kuşkuyla bakılıyor.  

Bilindiği gibi, Avrupa’da gerileyen reel ücretler ve artan işsizlik, tüketim harcamalarının daralmasına yol açıyor. Bu nedenle tüketici fiyatları geriliyor. Mal ve hizmetlerin fiyatları gerilerken reel ekonomi şirketleri yatırım yapmayı, üretimlerini arttırmayı akıllarından bile geçirmiyorlar. Bu durum, işsizliğin daha da artmasına yol açıyor ve ücretlerde artış sağlanamıyor. Dolayısıyla bir kısır döngü oluşuyor: Bu döngüye “deflasyon” diyoruz.  Euro Bölgesi’nde deflasyon döngüsü bir türlü kırılamıyor.

Küresel Resesyon Son Derece Yapısal Bir Karakter Arz Ediyor

Bir hafta gibi kısa sürede açıklanan yukarıdaki veriler, küresel kapitalist ekonominin karşı karşıya bulunduğu durumu özetler nitelikte. ABD ekonomisinin toparlanma sürecinde olduğunu söylemek hâlâ güç. Çin’de yavaşlama, Japonya ve Euro Bölgesi’nde ise resesyon devam ediyor. Petrol fiyatlarının düşmesi Rusya’yı derin bir krize sürükleyebilir. Aralarında Türkiye’nin komşularının da olduğu, ulusal gelirleri petrole dayanan ülkelerde ekonominin kötüleşmesi, küresel resesyona katkıda bulunuyor. Petrol gelirine bağımlı olmayan GÜ’lere gelince, geçmişe göre finansal sermaye hareketlerinden daha az pay alıyorlar. Küresel ekonomide resesyon riski arttıkça, bu ülkelerden yabancı sermaye kaçışı oluyor ve para birimleri değer kaybediyor.

İşin özüne gelirsek, kapitalist dünya-ekonominin son derece yapısal bir sorun yaşadığı açık.

Krizin patlak vermesinin ardından merkez kapitalist ülkeler krizi aşmak, reel ekonomiyi canlandırmak için art arda parasal genişleme programları izlediler. Merkez bankaları çok büyük miktarda para bastı. Bankalar ve şirketlerin elindeki devlet tahvilleri ve yatırım bankalarının portföyünde artık “çöpe” dönüşmüş menkul kıymetler satın alındı ve karşılığında trilyonlarca dolar para verildi. Somut olarak söylemek gerekirse,  Japonya Merkez Bankası 2013’te 1,7 trilyon dolar, Birleşik Krallık Merkez Bankası 600 milyar dolar, FED ise 3,7 trilyon dolar basarak finansal kurumlara enjekte etti. Avrupa Merkez Bankası’nın (AMB) parasal genişleme programıyla birlikte finans piyasalarına enjekte edilen toplam para 7 trilyon doları aşmış olacak.   

Buna karşın, reel ekonomide, yani yatırımlarda, üretimde, reel ücretlerde anlamlı bir düzelme sağlanamadı ve işsizlik geriletilemedi. Dolayısıyla küresel ekonominin deflasyona kayışının önüne geçilemedi. Zira paraların aktarıldığı finansal birimler, bu parayla yalnızca finansal varlıklar (devlet tahvilleri, bonolar, hisse senetleri vs.) aldılar; dünya çapında spekülasyon yapmayı sürdürdüler ve reel ekonomi şirketlerine kredi açmadılar. Böylece sadece sermaye kazançları arttı, borsalar yükseldi, yeni finansal varlık balonları oluştu.

Oysa gittikçe daha fazla muhalif iktisatçının öne sürdüğü gibi, deflasyonist baskıyı hafifletmenin yolu, neo-liberal dönem boyunca çalışanların gerileyen satın alma gücünü iyileştirmekten geçiyordu. Ücretler, soysal güvenlik destekleri arttırılmalıydı. Bugün karşı karşıya olduğumuz sorunun temelinde, finansal piyasalarda spekülatif hareketler yapan sermayenin devasa büyüklüğü ile halkların harcanabilir gelirinin cılızlığı arasındaki muazzam fark yatıyor.

Küresel deflasyon tehdidi arttıkça, finansal sermaye açısından ortam “belirsizleşiyor”; “risk alma iştahı” denilen, pek güvenilir olmayan ülkelere ve finans araçlarına yatırım yapma “hevesi” kırılıyor ve uluslararası sermaye “güvenli limanlara” çekilmeyi tercih ediyor. Nitekim son birkaç haftada uluslararası sermaye güvenilir sabit getirili menkul kıymetleri tercih etti; böylelikle ABD devlet tahvilleri büyük rağbet görürken finansal varlık değerlerinde büyük oynaklıklar (fiyat hareketliliği) meydana geldi.

Sonuç

Küresel konjonktürün daha olumlu olduğu yıllarda olsaydık, Erdoğan’ın MB’nı baskı altına alma girişimi –hele de henüz ciddi bir faiz indirimi kararı alınmamışken– bu kadar şiddetli bir tepkiyle karşılaşmazdı. Küçük hareketlerin büyük dalgalanmalara yol açtığı bir dönemde yaşıyoruz.

Diğer GÜ’ler gibi Türkiye’ye de sıcak para daha az giriyor ve daha ürkek davranıyor. Buna karşın, aradaki dönemde gerçekleştirilen borçlanmalar yüksek katma değerli yatırımlara dönüştürülmediği için reel sektör şirketleri yeni sermaye birikimi oluşturamıyor, ancak borçlarını çevirmekle uğraşıyor. Böylece sürekli bir döviz talebi oluşuyor. Halk zaten yeterince borçlandırılmış durumda ve öncelikli borçlarını geri ödemeye çalışıyor. Bu nedenle iç talep ve özel yatırımlar ciddi şekilde daralıyor. Küresel duruma bakınca, ihracatın ve turizmin yakın gelecekteki durumunu tahmin etmek zor değil.

Bu dönemde resmin bütününe bakmakta fayda var: Finansal piyasalar sürekli genişler ve borsalar “ralli” yaparken, reel ekonomide gözlenen deflasyon eğilimlerinin önüne geçmek zor görünüyor. Dolayısıyla halkların yaranına alternatifler –Yunanistan’da olduğu gibi– siyasi temsil olanağına kavuşmazsa, bazı iktisatçıların tahmin ettiği gibi küresel resesyon depresyona dönüşebilir. Deflasyon aşamasının, uzun sürdüğü takdirde, iflaslara yol açacağını ekonomi literatüründen biliyoruz.