Açılım meselesi gündeme ağırlığını koymuş durumda. Gündeme dair hangi konudan bahsedersek bahsedelim eninde sonunda “Kürt Açılımı’na” geliyoruz. Konuyla ilgili tartışmalarda özellikle dikkati çeken bir nokta ise, açılımın dış güçlerin baskısı nedeniyle şekillendiği... Bu söylem, CHP-MHP kanadının ırkçı hezeyanlarının bir yönünü oluşturmakla birlikte konuya dair genel kamuoyu bakışında da önemli bir yere sahip.
Gelgelelim her toplumsal olay çok yönlü bir bağlama sahiptir. Şu oldu da, daha sonra bu oldu diye gerekçelendirmeler bilimsel olarak doğruluğu yetersiz değerlendirmelerdir. Elbette ki olgular arasında baskın olanları olacaktır. Ancak bu durum, x olayının gerçekleşmesinde sadece y olgusunun neden olduğu anlamına gelmez. İçerisinde olduğumuz “Kürt açılımı” tartışmalarını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
MGK’dan çıkan tavsiye kararı ile de resmileşen TSK-AKP kontrolündeki “Kürt Açılımı’nı” uluslar arası konjonktürel gelişmelerin baskısı ile nedenselleştirmek, tek yönlü bir bakışı temsil etmesi itibariyle bilimsel olarak yetersiz bir doğruluğa sahiptir. Böyle bir nedenselleştirme, komplocu düşünce biçiminden öte bir yere gidemez. Ayrıca bu söylem Kürt Hareketini görmezden gelmeye de hizmet etmektedir. Son iki yıllık süreci kısaca hatırlamak bu konuda işe yarayacaktır: Aralık 2007’de Genel Kurmay Başkanına göre PKK yuvaları BBG evi gibi idi. TSK’nın elinde bulundurduğu teknolojik imkanlar “bildiğimiz gibi değildi”... Havadan nokta atışı operasyonlarla örgütün yönetici kadrosu yok edilecek veya PKK büyük zarara uğratılacaktı. Ancak gelin görün ki önceki onlarca kapsamlı operasyonlarda olduğu gibi buradan da hiç bir sonuç çıkmadı.
AKP’nin TRT açılımı ise operasyonların gölgesinde kaldı... Seçim sürecinde dağıtılan çamaşır makinelerine ve kömürlere karşı Kürtler uyanık davrandılar. Hem çamaşırlarını yıkamanın rahatlığını tattılar, hem de partilerine (DTP’ye) daha çok sahip çıktılar. Özcesi AKP, Kürtlerin yoğun yaşadığı yerlerde umduğunu bulamadı. Nisan ve Mayıs 2009’da ise önemli gelişmelerle karşılaştık: DTP’ye yönelik ağır operasyonlar ile adeta seçimin rövanşı alındı. Bir şeylerin hazırlığı yapılıyor gibiydi. Mayısta ise yıllar sonra Hasan Cemal sessiz sedasız bir şekilde büyük bir tabuyu yıktı. PKK’nin en üst kademesinde yer alan Murat Karayılan ile bir röportaj gerçekleştirdi. Yaz aylarını Kürt Sorununa dair hararetli tartışmaları izleyerek geçirdik. AKP’nin konuya dair “kapsamlı” bir sürecin içerisinde olduğu tüm çevreler tarafından bilinir hale geldi. Ve bugün, Kürt Kökenli olduğu bilinen İç İşleri Bakanı Beşir Atalay’ın koordinatörlüğündeki Kürt açılımı denen mefhumu tartışıyoruz.
Hegomonik güçlerin baskısı ve güdümündeki “Kürt Açılımı” söylemi yukarıdaki tarihsel olguları dışlaması itibariyle bilimsel olarak yetersizdir. Her şeyden önemlisi, bu söylem bireylerin eyleme alanını da kapatmaktadır. Kaderimiz büyük güçlerin belirlenimi altında ise bir şey yapmaya ne gerek var? Sürece katılmaya ne gerek var? Zaten kapalı kapılar altında her şey hazır değil mi? O zaman da şu cevap geliyor arkasından: Bekleyelim ve görelim bakalım ne olacak? Bekle ve gör… Bekle…Gör… Aslında muhalif çevrelerde bu tabloya çok sık rastlanır: Ergenekon davalarının başladığı ilk günlerde sol camiada bilinen bir ismin, “bırakın yesinler birbirlerini” demekten öte bir analiz sunamayan demeci hafızalarda yerini koruyor...
Doğrudur… Hemen her şey hallolmayacaktır... Çoklarının beklediği gibi Türkiye’ye baharlar gelmeyecektir… Bu konuda en azından iki ipucuna sahibiz: Birincisi, açılım denen hadisenin pazarlık anlayışı tarafından kısıtlanmasıdır. Devlet bir çok önemli odakla görüşerek süreci demokratik işlettiğini iddia etse de aslında sorunun muhataplarının dillendirdiği söylemleri kale almamaktadır. Bireysel haklardan da öte Kürt Halkının kolektif hakları, Kürtler için demokratik ulus vs. gibi çözüm önerileri, üniter yapıyı bozacak diye bir kenara atılmaktadır. Oysaki demokratik süreç demek her şeyin her yönüyle tartışıldığı ve görüşüldüğü bir ortam demektir. Ayrıca operasyonların önemli ölçüde azalmasına karşın durmaması, Günlük Gazetesi’nin kapatılması vs. gibi hadiseler de bize kapsamlı bir çözüm arayışından çok, belirli kısmi değişikliklerin olacağını gösteren diğer önemli işaretlerdir.
Öte yandan güzel günlerin hemen gel/e/meyeceğini işaret eden diğer ipucu ise “Kürt Açılımındaki” yetersizlikleri aşan bir gerçekle ilgilidir: Sorun, neredeyse cumhuriyetle yaşıttır. Hatta onu da aşmaktadır. Çünkü sorun militarist devlet yapısı ile doğrudan bağlantılıdır. PKK ile sürdürülen çeyrek asırlık savaş ise Teşkilat-ı Mahsusa zihniyetini aşamayan devlet yapısının her yönden militarizasyonunu sağladı. Militarist bir devlet yapısının, otoriter anlayıştan görece demokratik bir eksene geçmesi elbette ki çok zor olacaktır. Elinde son teknoloji silahların bulunduğu bir askeri bürokrasinin devletin iktidarından elini çekmesi öyle bir kaç AB uyum yasasıyla olacak iş değil. Militarist devlet yapısı da beraberinde her zaman Kürt sorununu taşıyacaktır.
Ayrıca sorunun, seçmeli Kürtçe ders hakkının tanınması, özel Kürtçe kanallarının, üniversitelerde enstitülerin açılması ve yer isimlerinin eski isimlerine geri dönmesi ile hallolacağını düşünmek de zor. Ancak şu da bir gerçek ki Kürt sorununda bir aşama kaydedilecek… Kürtler bu hakların tanınması ile bir nebze olsun daha özgür hale gelecekler. Fakat ne yazık ki tam olarak eşit ve özgür olamayacaklar.
Tarihle Hesaplaşmak
Tek ulus, tek dil, tek kültür ve tek tarih ideolojisi üzerine temellenmiş bir ulus-devletin çok kültürlü bir yapıya geçiş yaşadığı bir dönemdeyiz. Ancak çok kültürlülüğün, merkezdeki kimliğin- Türk kimliğinin- etrafında şekilleneceği kuvvetle muhtemel. Dolayısıyla kültürlerin çeşitliliği kabul edilse de belirli bir hiyerarşi içerisinde tutulacağı rahatlıkla söylenebilir... Türkler veya Türkleşmiş birçok etnik unsur (Çerkez, Laz, Kürt, Gürcü vs.) anadilinde eğitim alabilecek. Fakat asimilasyona direnenler seçmeli derslerine sahip olsalar da anadilde eğitimden mahrum olacaklar. Bu da asimilasyonun biraz daha derine inmesi ve hızının yavaşlaması anlamına geliyor. Baskın kimlik bir kere Türk olarak tanımlandığı takdirde de Kürt kimliğinin baskıdan kurtulduğunu söylemek abes olacak. Başka bir deyişle “maalesef” mücadele devam edeceğe benziyor. Tabi şekil ve anlayış değiştirerek...
Diğer taraftan Kürt sorununun kapsamlı olarak çözümü, bırakalım seçmeli dersi, anadilde eğitim hakkının tanınmasıyla hallolacak bir özelliğe de sahip değildir. 25 yıla damgasını vurmuş bir savaş, toplumda büyük yaralar oluşturdu. Kültürlere saygılı devlet anlayışının önünde, devletin kendisinin yarattığı bir Frankeştayn var artık! Özellikle iç savaş sırasında Kürt karşıtlığı ile yoğrulan Karadeniz ve İç Anadolu bölgesine “Kürt Açılımını” izah etmek bile çok zor... Örneğin her sene fındık toplama aylarında Kürt amelelere yapılan rezillikler hala akıllarda canlılığını koruyor. Yine de şu söylenebilir: Karadenizliler, Kürt Ameleler sayesinde hiç değilse Kürtlerin varlığıyla tanıştılar. Kendilerinden farklı bir dilde konuşan çok sayıda Kürdü görmek Karadeniz’de çok temel bir aşamanın kaydedilmesini sağladı.
Elbette ki savaşın tahribatını onarmak imkansız da değil. İşte bu nedenle Kürt Sorununu, devletin insan hakkı ihlalleri ile başlatıp insanları dağa çıkmaya zorladığı, 25 yıl boyunca savaşı kışkırtarak insanları dağlara mahkum ettiği bir iç savaş ile birlikte ele almamak akıl dışı olacaktır. Her ne kadar Ahmet Türk 17 bin faili meçhulü unutabiliriz diyerek fedakarlık gösterse de, iç savaşın insanlar üzerinde yarattığı ağır tahribatın (faili meçhuller, işkenceler, Vietnam Sendromu vb.) hesabı verilmeden sorunda aşama kaydedileceğini söylemek maalesef hiç gerçekçi değil. Bu yönde önerilen ilk adımlardan bence en önemlisi ise şudur: Mağdurların dinlendiği, işlenen suçların araştırılarak ortaya döküldüğü bir toplumsal uzlaşma komisyonunun kurulmasına yönelik girişimler... Zaten buna PKK de razı... Kendilerinin işlediği suçların da olduğunu kabul ediyorlar. Ancak Kürt Sorununa daha baştan terör sorunu dendiğinde çözüm tıkanıyor. İnsanların neden dağa çıktığı bellidir. Devletin uyguladığı terör ortadadır. Elbette ki böyle bir komisyondan hemen sonuç alınamayacaktır ancak kalıcı bir çözüm yolunda emin adımlarla ilerlenecektir.