Kürt açılımı etrafında gelişen tartışmalar, "dağdakilerin" indirilmesi için af ilan edilmesini de içeriyor. Dağdaki PKK gerillalarının toplumsal ve siyasal yaşama katılmaları için kapsamlı bir af, bir çözüm yolu olabilir. Esas sorun, böyle bir affın, Türkiye devletinin Kürtleri affettiği şekilde okunup okunmayacağıdır. Çünkü bu durumda haklı olarak "kimin kimi affedeceği" tartışması ortaya çıkmaktadır. Eğer "dağdakilere" yönelik bir af çıkarılacak ve ardından beyaz bir sayfa açılacaksa, o zaman 90'lı yıllarda yaşanan ve 2000'lerden bu yana daha düşük bir dozda da olsa devam Kürtlere dönük yaygın insan hakları ihlalleri ne olacaktır? Elbette devletin gerçekleştirdiği ve etnik temizlik boyutlarına varan bu hak ihlallerinin yanı sıra, PKK'nin de sivillere dönük bazı hak ihlalleri söz konusudur. Yüz binlerce sivilin yaşadığı geniş kapsamlı mağduriyetleri hasıraltı etmek ve devlet tarafından ilan edilecek bir affın beyaz bir sayfa açacağını düşlemek gerçekten kalıcı bir toplumsal barış sağlayabilir mi?

Kürt savaşı çok uzadı ve 25. yılına girdi. Bu yıllar boyunca Türk toplumu, çözümsüz bırakılan bir sorun yüzünden binlerce çocuğunu yitirdi. Kürtler ise akla gelebilecek her türlü zulmü gördüler. Şimdiye kadar Türkiye'ye barışın gelmesi için mücadele edenler haklı olarak ölümlerin durmasını birinci gündem maddesi haline getirdiler. Fakat Kürt açılımı tartışmaları ister istemez, daha sonrasını da düşünmek ve gerçek bir toplumsal barışın hangi koşullarda sağlanabileceğine ilişkin somut alternatifler üretmek gerektiğini ortaya koyuyor. Aksi halde milyonlarca kişinin doğrudan veya dolaylı olarak maruz kaldığı mağduriyetler kolay kolay unutulmayacak, toplumun derinliklerinde etnik husumet varlığını sürdürecektir.

Öte yandan, "terör" retoriğinin üstesinden gelmek ve barış talebinin geniş toplum kesimlerinin vicdanında yankı bulmasını sağlamak açısından da geçmişte yaşanan hak ihlallerinin araştırılması güncel bir önem taşıyor. Geniş toplum kesimlerinin barışı güçlü bir şekilde talep etmesi, sadece "ekonomik krizlerin aşılacağı", "refahın artacağı", "Türkiye'nin bölgede hak ettiği güçlü aktör durumuna geleceği" gibi argümanlarla sağlanamaz. Barış, eninde sonunda daha fazla acı yaşanmaması ve yaşanan mağduriyetlere ilişkin gerçeklerin açığa çıkarılmasına ilişkin bir taleptir.

"Hakikatleri Araştırma Komisyonu" Önerisi ve Güney Afrika Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu Deneyimi

Yazının bundan sonraki bölümünde 1990'lı yıllarda Güney Afrika'da yaşanan Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu deneyimi hakkında genel bir bilgilendirme yapmaya çalışacağım. (Konuya ilişkin bilgiler için 2005 yılında Aram Yayıncılık tarafından yayımlanan, Alex Boraine'in kaleme aldığı ve Aylin Kürkçü'nün çevirdiği Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu: Güney Afrika Deneyimi adlı kitap kaynak olarak kullanılmıştır.) Bilindiği gibi, Abdullah Öcalan 2000'li yılların hemen başında, devletin PKK'yi "terörist" ilan edip çok yönlü insan hakları ihlallerinin faturasını tek taraflı olarak Kürt Hareketi'ne kesmesi ihtimaline karşı Güney Afrika modelinden esinlenen bir "Hakikatleri Araştırma Komisyonu" önerisi ortaya atmıştı. Kası süre sonra da PKK kendilerinin işlediği savaş suçlarını, yani sivillere dönük askeri eylemleri araştırmayı kabul ettiğini duyurmuştu.

İlerleyen yıllarda Öcalan'ın bu önerisinin toplumsal muhalefetin çeşitli bileşenleri tarafından ciddiyetle ele alındığı ve bu yönde anlamlı adımlar atıldığı pek söylenemez. "Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu" önerisi Türkiye için çoğu zaman ütopik bulundu, Güney Afrika ile Türkiye'nin durumunun ne kadar farklı olduğu vurgulandı, devletin böyle bir şeyi asla kabul etmeyeceği gerekçesine sığınıldı.

Dolayısıyla, aşağıda ana hatlarıyla aktarmaya çalışacağım Güney Afrika Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu deneyimini ele alırken hiçbir modelin bire bir uygulanmasının zaten mümkün olmadığını, demokratik muhalefetin devletten radikal açılımlar beklemek yerine sivil alanda kendi yaratıcı "açılımlarını" şimdiden oluşturmaya başlamasının son derece önemli olduğunu akılda tutmamız gerekiyor.

Son olarak, devletlerin işledikleri yoğun hak ihlallerinin üzerine giden ve bunları kamuoyunun gündemine etkin biçimde taşıyan mekanizmaların tek örneği G. Afrika Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu değildir. Özellikle 80'li ve 90'lı yıllarda askeri diktatörlüklerden demokrasiye geçen birçok Orta ve Güney Amerika ülkesinde, benzeri deneyleri görmek mümkündür. Ayrıca, prestijli aydınların ve bilim insanlarının devletlerin işlediği insanlık suçlarını gayri-resmi bir mahkeme oluşturarak yargıladıkları, tanıklıklara başvurarak mahkum ettikleri ve bu yolla sorunun zeminini "terör" retoriğinden, devlet aygıtlarının en zayıf karnı olan insanlık suçlarına doğru değiştirdikleri çok saygın örnekler de mevcuttur. 1960'ların sonlarında kurulan Russell Mehkemeleri bunun en yetkin örneklerinden birisidir ve Türkiyeli aydınlar tarafından hâlâ dikkatle ele alınmayı beklemektedir.

Genel Hatlarıyla Güney Afrika Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu Deneyimi

Apartheid rejiminin çözülmesi ve demokrasiye geçiş

Güney Afrika'da 1940'larda yasalara giren ve 1990'ların ilk yıllarına kadar devam eden "Apartheid" rejimi, açık bir ırk ayrımcığı anlamına geliyordu. Toplumsal yaşamın her alanında (okullar, yerleşimler, mahalleler, vs.) Renkliler/Siyahlar, Beyazlardan tecrit edilmiş durumdaydı. Hatta Siyahlar için "bantustanlar" adı verilen, gerçekte birer kuşatılmış bölge olan "anayurtlar" kurulmuştu. Böylece sözde anayurtların vatandaşlığına geçirilen Siyahlar, Güney Afrika Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılıyor, dolayısıyla ekonomik, sosyal ve politik açılardan tam olarak tecrit ediliyordu.

Siyahların ve Renklilerin temel haklarını savunan Afrika Ulusal Kongresi (ANC) on yıllarca Apartheid rejimine karşı güçlü bir halk muhalefetinin başını çekti. Sonuçta Güney Afrika'daki rejim, uluslararası kapitalizm tarafından da tecrit edilmek zorunda kalındı ve 1990'da ırkçı rejim, ANC ile masaya oturmaya zorlandı. Her iki taraf, barışçıl bir geçiş dönemi inşa etmek üzere anlaşmaya vardı.

1994'te ilk demokratik seçimler yapıldı ve ANC Başkanı Nelson Mandela ülkenin Başkan'ı seçildi. Böylece, Güney Afrika'da çok etnisiteli ve çök kültürlü demokratik bir rejim kuruldu.

Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu'nun doğuşu

Bir Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu düşüncesi ilk olarak 1994 yılında ANC saflarında gündeme geldi. ANC, mücadele ettiği yıllar boyunca Güney Afrika dışındaki gerilla kamplarında insan hakları ihlallerinde bulunmakla suçlandı. ANC bir hakikat komisyonu kurulması düşüncesini benimsedi, ancak bunun Apartheid döneminde Güney Afrika'da işlenen bütün insanlık suçlarını kapsayacak şekilde genişletilmesini gündeme getirdi.

1994'te yeni demokratik rejimin kuruluşu için hazırlanan anayasanın son ekinde, "Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu"na (HUK) yer verildi; böylelikle, HUK anayasal bir kuruma dönüştü.

Güney Afrika deneyimine özgü HUK'u, benzeri deneylerden ve savaş suçları mahkemelerinden ayırt edici kılan yönleri şöyle sıralamak mümkündür:

Örneğin, HUK, II. Dünya Savaşı'nın sonunda müttefiklerin Nazileri yargıladığı Nuremberg Mahkemesi'nin bir benzeri değildir. Bilindiği gibi Nuremberg Mahkemesi bir "galipler" mahkemesidir. Başta ABD olmak üzere galip gelen müttefikler, "yenilgiye uğrattıkları" Nazi liderlerini yargılar. Fakat örneğin Almanya'nın yenileceğinin neredeyse kesinlik kazandığı günlerde müttefiklerin bazı Alman şehirlerini yoğun şekilde bombalaması ve büyük sivil can kayıplarına yol açması, yargılamanın konusu yapılmaz.

Nuremberg tarzı mahkemelerden farklı olarak HUK deneyiminde amaç, Apartheid döneminde ırkçı rejimin sorumlu olduğu insanlık dışı uygulamanın sorumlularının yargılanması ve cezalandırılması değildir. ANC uzun yıllar böyle bir amaçla mücadele etmiş olsa da, demokrasiye geçişin ırkçı rejimle bir uzlaşma ve müzakere çerçevesinde gerçekleşmesi, inşa edilecek yeni toplumu derinden bölecek uygulamalara izin vermez. Güvenlik güçlerinin çoğu ırkçı rejim yandaşıdır ve eninde sonunda onlarla birlikte yaşanmak zorunda kalınacaktır. Dolayısıyla, toplumsal bir uzlaşma hedeflenir.

Buna karşın HUK deneyiminde, Şili'de ve başka Güney Amerika ülkelerinde tanık olduğumuz uygulamalarda olduğu gibi, bir genel af da hedeflenmez. Bu ülkelerin bir kısmında askeri diktatörlüklerden demokrasiye geçiş dönemlerinde askeri cunta üyeleri ile eski gerilla örgütlerinin mensupları için genel bir af ilan edilmiş ve ardından yeni bir toplum kurulmaya çalışılmıştır. HUK'u yönlendiren temel espriye göre, genel af, güya demokratik bir gelecek için geçmişin üzerine sünger çekmekten başka bir şey değildir. Diğer yandan affı ancak mağdurlardan talep edilebilecek bir şeydir, tek başına devletlerin bir tasarrufu olarak görülemez. Bu bakımdan Güney Afrika deneyimini biricik kılan özelliği şöyle ifade edebiliriz: Her şeyden önce hakikatin tesis edilmesi ve mağdurların itibarının iade edilmesi.

Dolayısıyla, HUK'u yönlendiren anlayışa göre, Apartheid döneminde yaşanan bütün insan hakları ihlalleri ortaya çıkmadan toplumsal kesimler arasında gerçek bir uzlaşmadan söz edilmesi mümkün değildir.

Bu çerçevede, insan hakları ihlallerine ilişkin hakikatin ortaya çıkarılması ve en geniş kamuoyuna duyurulması, aynı zamanda mağdurların yaşadıkları zalimliklerin topluma mal edilmesine ve toplum tarafından tanınmasına (kabul edilmesine) hizmet eder. Bu, özünde cezalandırıcı bir nitelik taşıyan Batılı ya da ana-akım hukuk pratiğinden farklı olarak, iyileştirici bir hakikat pratiğidir. Hem mağdurlar hikâyelerini kamusal olarak anlatabilecekler; hem kendileri veya yakınlarının başına gelenlerden kimlerin sorumlu olduğunu öğrenebilecekler; hem de itibarları iade edilmiş olacaktır. Burada "itibarın iade edilmesi", mağdurların veya mağdur yakınlarının kötülenmesine, artık "terörist" vs. isimlerle anılmasına son verilmesi demektir. Bu insanlar yıllar sonra, gerçekten insanlık suçlarının mağdurları olarak kabul göreceklerdir.

Bu noktada, Kürt sorunuyla olan benzerlik yeterince açıktır. Özellikle Türkî kesime hitap eden ana-akım medya, 25 yıl boyunca yakınlarını kaybeden, türlü işkencelerden geçen, köyleri boşaltılan büyük bir mağdur kitlesini neredeyse "terörist" veya "terörist yakını" ilan etmiştir. Cenazelerde bazı politik simgelerin kullanılması dahi, cenaze törenlerinin "PKK yanlısı gösteriler" şeklinde lanse edilmesi için yeterli olmuştur. Çok geniş bir kesimin mağduriyetinin, toplumun bir başka kesimi tarafından tanınmaması, bilinmemesi ve paylaşılmaması gerçek bir toplumsal barışa giden yolda aşılması gereken en büyük güçlüklerden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Güney Afrika deneyimine dönersek, böylelikle HUK, kimseye baştan af garantisi vermeden, mağdurların anlatımına ve hakikatin ortaya çıkmasına öncelik tanıyarak faaliyetlerine başlayacaktır.

Danışma ve yasama: Ulusal Birlik ve Uzlaşmanın Teşviki Yasası

HUK'u ayırt edici kılan bir başka özellik ise, kurulmasının katılımcı bir tarzda gerçekleşmiş olmasıdır. Daha en başta, HUK'un yasal dayanağı olan Ulusal Birlik ve Uzlaşmayı Teşvik Yasası ilk önce geniş bir sivil toplum ağının, çok sayıda kurum ve bireyin görüşüne sunulur. Sivil toplum kuruluşlarının çokluğu, Güney Afrika'nın öne çıkan özelliklerinden birisidir. Yasa taslağı çerçevesinde ülke çapında profesyonelleri, avukatları, psikologları, akademisyenleri, kilise liderlerini ve başkalarını bir araya getiren seminerler, atölyeler vs. düzenlenir. Toplumu sürece katabilmek için 150 bin kitapçık basılır, radyo programları hazırlanır, 21 insan hakları örgütü yasa taslağının son hali üzerine görüşlerini beyan eder.

Oturumlar

HUK, yıllara yayılan çeşitli oturumlar düzenleyerek hakikat ve uzlaşma sürecini inşa etmeye çalışır. Temel ilkelerden birisi, yukarıda değindiğimiz gibi, öncelikle mağdurların başlarından geçen bütün trajik olayları toplumla paylaşabilmesine imkân tanımaktır.

a) Mağdurların Oturumları

Ülkenin pek çok yerinde düzenlenen oturumlarda mağdurlar başlarından geçen her şeyi özgürce anlatırlar. Mağdurların veya mağdur yakınlarının yaşadıkları insan hakları ihlalleri konusundaki beyanatları, TV ve radyo aracılığıyla Güney Afrika'nın dört bir yanına duyurulur.

b) Hakikatin Karşılığında Af ve Faillerin Oturumları

HUK, hakikatin bütün yönleriyle ortaya çıkarılmasını temel ilke edinir. Bunun için HUK'un bir bileşeni olan Af Komitesi, insanlık suçları işleyen faillere dönük bir "af başvuru formu" hazırlar. Failler, bu formda işledikleri insanlık suçlarını ayrıntılı olarak tarif edecekler ve affedilmek için başvuruda bulunacaklardır.

Eğer fail gerçekleştirdiği insanlık dışı uygulamaları, bu amaçla düzenlenen oturumlarda bütün toplumun karşısına geçip hiçbir şeyi gizlemeden anlatırsa, affedilecektir. Bunu kabul etmeyen ve hakikati gizleyen failler ise normal ceza mahkemelerine sevk edilir.

Burada, ana-akım ceza hukuku normlarına göre yargılanırlar.

Bir failin bireysel af için gerekli koşulları karşılayıp karşılamadığına karar vermekten Af Komitesi sorumludur. Af Komitesi'nin sorumluluk alanı oldukça geniştir ve dikkat edilirse doğrudan hak ihlalini gerçekleştiren kişilerin ötesinde, hak ihlalinde çeşitli düzeylerde sorumluluğu bulunan çok daha geniş bir kesimi içermektedir. Af Komitesi'nin sorumluluk alanına şu kişiler girer:

- Ağır insan hakları ihlallerinde doğrudan yer almış olanlar.

- Ağır insan hakları ihlalleri gerçekleştirilmesi yönünde talimat vermiş olanlar.

- Ağır insan hakları ihlallerinin gerçekleşebileceği bir ortam yaratanlar.

- Ağır insan hakları ihlallerinden sorumlu olanlara karşı harekete geçmeyen veya bunları cezalandırmayan, dolayısıyla söz konusu eylemleri tasdik veya tasvip etmekten sorumlu olan veya bu eylemlerin "resmen hoş görülmesi" nedeniyle suçlu olanlar.

Faillerin hakikati bütün çıplaklığıyla anlatmaları karşılığında affedilmeleri, failler için düzenlenen oturumlarda sorumluluk zincirinin daha açık şekilde ortaya çıkmasını sağlar. Örneğin, oturumlarda siyasetçiler ve generaller ile emirleri yerine getiren alt düzeydeki güvenlik gücü mensupları arasında ihtilaf çıkar. Siyasetçiler olan bitenden haberdar olmadıklarını söylerken, düşük rütbeliler kendilerine ceza muafiyeti tanınacağına dair söz verilmiş olmasına karşın, şimdi "satıldıklarını" dile getirirler.

c) Kurumsal oturumlar

HUK deneyiminde, yalnızca bireysel olarak faillerin işledikleri insan hakları suçlarıyla ilgilenilmez. Bu eylemlerin bir bağlama oturtulması açısından kolektif sorumluluk düşüncesi gündeme getirilir. Yaygın insan hakları suçları, belirli bir siyasetin sonucu olarak gündeme gelmiş, bu siyaset bazı kurumlar eliyle hayata geçirilmiş ve başka kurumsallaşmalar da uygulamalara göz yummuş veya çıkar sağlamıştır.

Örneğin HUK'un faaliyetinin bir parçası olarak, Güney Afrika'da (bizdeki MGK'ya benzeyen) Devlet Güvenlik Konseyi'nin (DGK) nasıl işlediği masaya yatırılır. DGK onca şikâyet olmasına karşın, hiçbir zaman devletin işlediği insan hakları ihlallerinin üzerine gitmemiştir. Kurtuluş hareketlerine karşı yürütülen mücadelenin "hukuk dışı" yollara sapmasından da bizzat DGK sorumludur.

Silahlı Kuvvetler ve Güney Afrika Polisi bir noktadan sonra ast konumdakileri şu ideolojiyle şartlandırmaya başlamıştır: "Biz komünistlere ve teröristlere karşı mücadele ediyoruz. Ülkemiz bir ölüm kalım savaşı veriyor." Bu kolektif sorumluluk, astların işkence, adam kaçırma gibi eylemler düzenlemesi açısından belirleyicidir; çünkü astlara artık her türlü yolu deneyebilecekleri, bunun için hiçbir ceza görmeyecekleri güvencesi verilmiştir.

ANC de bazı durumlarda kolektif sorumluluk sahibidir. Örneğin, genç sempatizanlar kendi başlarına, örgütün doğrudan denetimi altında olmadan bazı misilleme eylemleri düzenlemiştir. Bu eylemler birçok sivilin yaşamını yitirmesine yol açmıştır. ANC ise sempatizanlarının bu tür eylemlerini "kapsamlı halk savaşının bir parçası" ilan ederek aslında bu eylemleri teşvik etmiş, bir anlamda davetiye çıkarmıştır.

Diğer yandan, ANC, devlet ajanlarını, muhbirlerini alıkoyduğu tutuklama kamplarında bu kişilerden bilgi almak için zaman zaman işkenceye başvurmuş; ajan veya muhbir olduğundan kuşkulanılan kişileri adil şekilde yargılamadan infaz etmiştir. Bu durum genel olarak ANC'nin izlediği sistematik bir politika olmasa da, yeterli önlemleri almaması ANC'nin bu konudaki kolektif sorumluluğuna işaret eder.

ANC'nin kalabalık yerleşim birimlerinde yer alan hedeflere yeterli önlem almadan düzenlediği ve sivillerin de yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan silahlı eylemler de aynı kapsamda değerlendirilir.

Bunlardan başka, kurumsal oturumlara şu kesimler de çağrılır ve Apartheid politikasındaki payları konusunda hesap veya bilgi vermeye davet edilir:

İş dünyası; dini cemaatlerin önderleri ve kilise görevlileri; yargı organları mensupları; işçi sendikaları; sağlık sektörü mensupları; medya sektörü mensupları; hapishane görevlileri.

Örneğin, Komisyon'un "iş dünyasıyla" ilgili oturumda, Güney Afrika Sendikalar Birliği (Cosatu) iş dünyasını ırkçı rejimde çok ağır koşullarda çalıştırılan Siyah işgücünden faydalanmakla suçlar. Ayrıca, büyük burjuvazinin silahlı operasyonları bizzat finanse ettiği de öne sürülmüştür.

Bazı kiliseler, Apartheid dönemi boyunca cemaatlerine, ülkenin ANC'den, yani "komünistler ve tanrısızlardan temizlenmesinin Tanrısal bir görev olduğu" şeklinde vaazlar vermişlerdir. Kilise kurumsallaşmasının önemli bir bölümü Apartheid rejimini desteklemiştir. Dolayısıyla, kurumsal oturumlarda kilise örgütlenmesinin yaşanan acılardaki kolektif sorumluluğu tespit edilir.

Kurumlarla ilgili oturumlarda hukukçuların da kolektif sorumluluğu vurgulanır. Yargıçlar "yargı bağımsızlığı"nı zedelememek ve yargı kurumunun durumunu daha da kötüleştirmemek için Apartheid rejiminin kızgınlığını üzerlerine çekmekten kaçındıklarını söyleyerek kendilerini savunurlar. Onlara göre yaşanan hak ihlallerinin yeterince üzerine gitmemelerinin nedeni budur. Kurumsal oturumlarda yargı mensuplarına şu gerçek hatırlatılır: "Yargı bağımsızlığı" hukukçuların hak ihlallerinin üzerine gitmeme pahasına koruması gereken bir ilke değil, tam tersine sorumlu ve hesap sorulabilir olmalarını sağlayan bir ilkedir. Aparheid dönemi boyunca yargıçların ve avukatların çoğu ettikleri adalet yeminlerine bağlı kalmamıştır.

Komisyon'un çalışmaları neden başarılı oldu: Hakikate karşı af

HUK çalışmalarını tamamladıktan sonra hiçbir mağdur ailesi insan hakları suçlarının faillerinden bireysel ve grup olarak hesap sorma yoluna gitmemiştir. HUK'un Güney Afrika toplumunun yeniden inşasına ve özellikle Siyahların Beyazlara dönük intikam eylemleri düzenlemesinin önüne geçilmesine büyük katkıda bulunduğu bir gerçektir. O halde alternatif bir adalet mekanizması olarak HUK'nun başarısının ardındaki nedenler sorulabilir.

En önemli sebeplerden birisi, hiç kuşkusuz, ANC'nin yalnızca devletin işlediği insan hakları ihlalleri konusunda değil, kendi işlediği insanlık suçları konusunda da duyarlı davranması ve sorgulanmayı kabul etmiş olmasıdır.

Diğer bir etken, Güney Afrika'daki geniş sivil toplum örgütleri ağının varlığıdır. Bu durum büyük ölçüde, Apartheid rejiminin siyasal alan üzerinde yoğun bir baskı kurması ve muhaliflerin faaliyetlerini STK'larda yoğunlaştırmasından ileri gelmektedir. Komisyonda çeşitli düzeylerde görev alan nitelikli insan malzemesi, yıllarca Güney Afrika toplumunun farklı kesimlerinde çalışma yapmış olan bu STK'lardan sağlanmıştır.

Komisyon'da din önemli bir etken olarak karşımıza çıkar. Güney Afrika toplumunda yaygın bir etkisi olan dini pratikler Komisyon'un çalışmasını kolaylaştırır. Burada önemli olan Komisyon'un dinin etkisini küçümsememesi, aksine ondan yararlanmasıdır. Oturumlar öncesi ayinler düzenlenmesi, Komisyon üyelerini ve oturumlara katılanları hakikati araştırma pratiği, tarafsızlık ve uzlaşma konularında cesaretlendirir. Asıl önemli olan ise, Komisyon'un, insan hakları ihlallerine ilişkin hakikatin ortaya çıkarılması çabası ile toplum tabanında yaygın olan "günah çıkarma" vs. dinsel pratikler arasındaki ilişkiyi fark etmiş olması ve bundan yararlanmasıdır. Komisyon, aslında toplumda kök salmış geleneksel uygulamaların çok uzağında bir iş yapmamaktadır. Yine din konusunda, öncelikle Komisyon'un Başkanlığını Başpiskopos Desmond Tutu'nun yapması, Komisyon'da birçok din adamının görev alması, birer cemaat örgütlenmeleri olan kilise örgütlerinin Komisyon'u desteklemesi vurgulanması gereken faktörlerdir.

Son olarak, Komisyon, din olgusunun yanı sıra, eski kabile kültüründen ve hukukundan da faydalanır. Bir cemaatin bazı üyelerinin haklarının, aynı cemaatin başka üyeleri tarafından ihlal edilmesi karşısında geliştirdiği önlemler ve daha genel olarak cemaat hukuku, genellikle bireyin cezalandırılmasına odaklanan Batı kökenli ana-akım hukuktan epeyce farklıdır. Bu noktada, Türkiye'de Kürt sorunu çerçevesinde bir "Hakikatleri Araştırma Komisyonu" için adım atmak istiyorsak, toplumda din olgusunun öneminin gözden kaçırmamaya ve bu topraklarda derin kökleri bulunan çeşitli cemaat/aşiret hukuku uygulamalarını eleştirel şekilde ele almaya ihtiyaç olduğu açık olsa gerekir.

Cezalandırıcı Batı adaleti karşısında iyileştirici cemaat adaleti

Son olarak, Güney Afrika deneyimine getirilen bazı eleştiriler bağlamında, çok geniş kitleleri ilgilendiren büyük iç çatışmaların yaşandığı ülkelerle ilgili alternatif hukuk girişimlerini, ana-akım hukuktan köklü şekilde ayrılan bazı özelliklerine değinmek yararlı olacaktır.

Güney Afrika'da uygulanan hakikate karşılık bireysel düzeyde af çıkarılması daha sonra bazı tartışmalara yol açar. Bu bağlamda, Bosna, Raunda gibi vakalarda klasik Batı ceza hukukunun uygulanmasını isteyen ve bir "Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu" önerisine karşı çıkan kesimler şu argümanları dile getirir:

- Klasik ceza hukuku, öncelikle faili, işlediği insan hakkı ihlali nedeniyle cezalandırır. Böylece failin yaptığı yanına kâr kalmaz ve toplumda bir rahatlama oluşturur. Fail bağımsız bir mahkeme tarafından cezalandırıldığı için bireyler veya aileler kendi başlarına intikam almaya girişmezler. Mağdurlar veya yakınları, mahkemelerin verdikleri karardan sonra bir tür vicdani tatmin yaşarlar. Aksi takdirde, kişisel ve grup olarak herkes kendi adaletini yerine getirmeye çalışacak, böylece toplumsal bir kaos oluşabilecektir.

- İkincisi, klasik ceza mahkemelerinde faile de kendini savunma ve delillerini ortaya koyma imkânı sunulmuş olur.

Alternatif bir hukuksal çerçeveyi savunanlar ise şu soruyu gündeme getirirler: Bu klasik ceza hukuku anlayışını, özellikle iç savaş veya büyük ölçekli çatışmalar gibi kitlesel insan hakları ihlallerinin gündeme geldiği bağlamlarda uygulamak ne kadar sağlıklı sonuçlar üretecektir?

Bu çerçevede, HUK'un iyileştirici bir adalet pratiğinde ısrar etmesinin ve bu türden büyük ölçekli toplumsal çatışmalarda klasik ceza hukukunun yetersiz kaldığı tezinin ardındaki gerekçeleri şöyle sıralayabiliriz:

- Her şeyden önce, kimler yargılanacaktır? Nazizim, Apartheid veya Üçüncü Dünya ülkelerindeki faşizmler gibi toplumun bütün dokularına işlemiş siyasi rejimlerin uygulamalarından kimler sorumlu tutulacaktır?

Örneğin II. Dünya Savaşı sırasında Yahudi Soykırımı'na yüz binlerce Almanın katılmış veya en azından onay vermiş olmasına karşın, savaş suçları mahkemelerinin ilk örneği olan Nuremberg Mahkemesi'nde bile sadece yönetici konumunda olan Naziler yargılanmış, 85 bin dava açılmış ve yalnızca 7 bin mahkumiyet kararı çıkmıştır.

Arjantin'deki askeri diktatörlük döneminde ise 9 bin kişinin kaybedilmiş olmasına karşın, sadece bir avuç cunta lideri yargılanmıştır.

Eski Yugoslavya Savaş Suçluları Mahkemesi, soykırım iddiaları ve etnik temizlik suçları için ilgili ülkelerin sadece üst düzey yetkililerinin bir kısmını yargılamaktadır.

Bu örnekler, gerçekte şuna işaret eder: Büyük çaplı toplumsal çatışmalarda ve baskıcı rejimlerde toplumun azımsanmayacak bir kesimi ister doğrudan isterse onaylamak/göz yummak yoluyla olsun işlenen insanlık suçlarında pay sahibidir. O halde, bu tür durumlarda klasik ceza hukuku normlarına başvurmak, geniş kesimlerin katıldığı suçlar için bir avuç günah keçisi yaratmaktan öteye bir sonuç vermeyecektir. Nitekim yukarıdaki örneklerde, "günah keçileri" yaratmanın ötesine geçilebildiğini söylemek zordur.

- HUK tarzı alternatif hukuk inisiyatiflerini savunanların ikinci tezini ise şöyle özetleyebiliriz: Ceza davaları, olayları bağlamsal değil, bireysel temelde ele alır. İnsan hakları ihlallerini yaratan ortamı açığa çıkartmaz, zaten böyle bir kaygısı da yoktur. Örneğin Eski Yugoslavya Savaş Suçları Mahkemesi böyle bir hedef gütmemiştir. Eski Yugoslavya'da meydana gelen iç savaş ve çatışmalarda Batılı devletlerin payı, NATO'nun Sırbistan'ı bombalamasının etnik Arnavutlara dönük etnik temizlik uygulamasını hızlandırıp hızlandırmadığı gibi konular yargı çerçevesinin dışında bırakılmıştır. Belki de adı geçen Mahkeme, Bosna'da yaşanan katliam için bir "Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu" kurulması fikrine bu nedenle karşı çıkmıştır. Bu bağlamda, HUK'un, Apartheid rejimiyle işbirliği içindeki kurumsal yapılardan hesap sorulan oturumlar düzenlemesi ve kolektif sorumluluk fikrini gündeme getirmesi farklı bir hukuk anlayışına işaret eder.

- Başka bir önemli ayrım da şudur: Ana-akım ceza davalarında mahkemeler, mağdurların hikâyeleri ile ilgilenmez. Onlardan bütün yaşadıklarını olduğu gibi anlatmaları talep edilmez; çünkü esas amaç "suçlamaya temel teşkil eden cürüm"ün ortaya çıkarılması ve delillendirilmesidir. Halbuki, Güney Afrika gibi ülkelerde resmi tarihin değişmesi, ülkenin tarihinin yeniden yazılması için hakikate ihtiyaç vardır. Hakikat komisyonları sayesinde, baskıcı rejimlerin "gerçek olmadığını, propaganda olduğunu" söylediği olayların gerçekliği teslim edilir. Bugün Arjantin'de, cunta döneminde muhaliflerin helikopterlerden denize atıldıklarını kimse inkâr edemez. Güney Afrika'da devletin sistematik bir işkence politikası uyguladığına kimse karşı çıkamaz veya ANC kamplarında yapılan işkencelerin aslında "ırkçı devlet aygıtının dezenformasyonu olduğu" görüşünü kimse tarafından ciddiye alınmaz.

- Diğer yandan, ceza mahkemelerinde "sanık" statüsünde olanlar, cezalandırılmaktan kaçınmak için savunmacı ve hakikati gizleyici bir tutum içine girerler. HUK'ta ise durum farklıdır. Hakikatin karşılığında affın önerilmesiyle, faillerin gerçekleri olduğu gibi anlatmasına uygun bir zemin yaratılmıştır.

- Klasik ceza mahkemeleri ulaşılan bilgiyi "sanığı" cezalandırmak için kullanır. O bilgi bir "delil" olmaktan öte bir anlam taşımaz. HUK gibi deneyimlerde ise bilgiye ulaşmakla kalınmaz, o bilgi kabul edilir, gerçekliği teslim edilir ve bütün toplum tarafından paylaşılır. Böylece bir "hakikat anlatısı" oluşur. Yaşanan rejimin kötülükleri bütün boyutlarıyla ancak "hakikat anlatısıyla" ortaya çıkar. Apartheid'in gerçek boyutlarını, ancak başından geçenleri anlatan sade insanları dinlediğinizde kavrayabilirsiniz. İşte bu iyileştirici hakikattir. Toplumun geçmişte yaşananlarla yüzleşerek sağaltılmasını ve yüzünü geleceğe dönmesini sağlar.

- Sağaltıcı veya iyileştirici adaletin bir diğer boyutu da faille ilgilidir. HUK deneyiminde, fail kendisine hesap sorulmasını ve hesap vermeyi baştan kabullenmiştir. Bu sayede, anlattıklarını bir bağlama oturtur. Örneğin bir polis ise, verilen emirleri, emir-komuta zincirini ve insan hakları ihlallerinin nasıl bir süreçte gerçekleştirildiğini anlatma ihtimali yüksektir.

- Son olarak, failin toplum karşısında duyduğu mahçubiyet ve utanç, klasik bir ceza kadar etkilidir. Aslında HUK benzeri deneylerde bir tür ritüel yapılmakta ve bir tür cemaat hukuku işletilmektedir. Fail, topluluk karşısında işlediği suçları anlatmakta ve topluluğun arasına yeniden geri dönebilmeyi, bunun için de bağışlanmayı talep etmektedir.