Kürtlerle ilgili olarak son yıllarda yaşanan gelişmeleri anlamak ve anlatmak gerçekten kolay değil. Bir taraftan itiraf etmek gerekir ki, bundan yirmi yıl önce aklımıza bile gelmeyen şeyler olurken, diğer taraftan özellikle “beyaz Türklerin” değişime gösterdikleri direniş ve her geçen gün geliştirdikleri milliyetçi söylem ve davranışlar umut kırıntılarını kursağımızda bırakıyor.
Açılım yolunda atılan ve atılmaya çalışılan ya da en azından dillendirilen gelişmeler, bu iş galiba çözülüyor duygusunu yaratırken, akla hayale sığmayacak vicdansızlıklar ve katlanılamayacak kadar büyük adaletsizlikler “yok bu iş mümkün değil çözülmez” karamsarlığına sürüklüyor insanı. TRT’nin Kürtçe yayın yapması, İstanbul Üniversitesi’nin Kürdoloji Bölümü açacağını açıklaması, Mahmur ve Kandil’den gelenlerin serbest bırakılması, başbakanın ve cumhurbaşkanının, birlikte yaşamla ilgili yaptığı konuşmalar insanı ümitlendirmiyor değil. Ancak hemen hemen her seferinde genelkurmay başkanının ortaya çıkarak kırmızı çizgileri hatırlatması, ortaya çıkan darbe planları ve en önemlisi Türkiye’deki kamuoyunun buna verdiği duyarsız tepki, CHP ve MHP’nin tutumu, emniyetin yüzlerce DTP’liyi tutuklaması yetmiyormuş gibi, bu tutuklamaları ısrarla ve hukuksuzca sürdürmesi, yargının DTP’li milletvekilleri ile ilgili aldığı kararlar, Kürt çocuklarını öldüren, onlarca insanın gözü önünde güpe gündüz bir dükkâna bomba koyup insanları katledenler serbest bırakılırken, taş attı diye yüzlerce çocuğun onlarca yıl hapis cezasına çarptırılması ve çoğaltılabilecek daha bir çok akıl almaz vicdan kabul etmez kararlar bu işin çözülmesinin imkânsız olduğu, Türkiye’de özellikle de Türkler arasında Kürtlerle birlikte eşit şartlarda yaşama iradesinin çok da kuvvetli olmadığı düşüncesini ister istemez akla getiriyor. "Ordu ve yargı değişime direniyor bunda anlaşılmayacak ne var" diye düşünülebilir ancak ben bu direnişin sadece bu iki kuruma özgü olduğunu düşünmüyorum.
Türk orta sınıfı, “beyaz Türkler”, sivil-asker bürokrasi ya da ne derseniz deyin, bu olup bitenlerden mutsuz ve açılım adı altındaki tüm girişimlere karşı çıkan çok sayıda insan mevcut. Örneğin, okumuş yazmış az çok aklı başında olduğunu düşündüğünüz insanlar bile çıkıp “Kürtler bizim kardeşimiz ama kendi dillerinde eğitim görürlerse ülke bölünür” diyecek kadar akıl ve vicdan kabul etmez önermelerde bulunabiliyorlar. Barışı kutlamak için sınıra yığılmış ve savaş bitecek diye sevinç gözyaşları döken Kürtlere yönelik akıl almaz tepkiler, bu konuları konuşurken kullanılan zehirli ve muktedir dil, Kürtlere karşı sürekli haddini bildirme ve azarlama aksiyonundaki ev sahibi edası, her seferinde hevesini kursağında bırakıyor insanın.
Bana kalırsa seksen yıl insanları milliyetçi hatta zaman zaman ırkçılığın sınırlarını zorlayan söylemlere ve içeriğe sahip bir eğitim sistemiyle yetiştirdikten sonra başka bir şey beklemek pek mümkün değil. En azından bu eğitim sisteminin yarattığı deformasyonun kısa bir zamanda yok olacağını düşünmek pek mümkün gibi görünmüyor. Seksen yıl boyunca bu ülkede insanları; “Koca Osmanlıyı iç ve dış düşmanlar yok ettiler, bütün devletlerin gözü bizim topraklarımızda, Karlofça’dan bu yana tüm dünyaya karşı var olma mücadelesi veriyoruz, bizim bizden başka dostumuz yok, milyonlarca kilometre karelik topraklarımızı alıp bizi milliyetçilikle parçaladılar şimdi de elimizde kalan son toprak parçasını yani Anadolu’yu elimizden almak istiyorlar, Sevri uygulamak için fırsat kolluyorlar, senaryo aynı iç ve dış düşmanlarımı bizi bölmeye çalışıyor, önce sağ-sol, sonra Alevi-Sünni şimdide Kürt-Türk diye topraklarımızı bölmeye çalışıyorlar. İç ve dış düşmanlarımıza karşı dikkatli olmalıyız, aksi takdirde elimizde kalan bu topraklarda gider, Araplar bizi sırtımızdan bıçakladı, Osmanlı döneminde yüz yıllarca hoşgörüyle davrandığımız tüm azılıklar ilk fırsatta bizi sattılar arkamızdan vurdular, insan hakları bahanesiyle önce özerkliklerini alıp sonra ayaklanıp bağımsızlıklarını ilan ettiler, şimdi aynı oyunu Kürtleri kullanarak yapıyorlar, Avrupa Osmanlıyı yıkamayacağını anlayınca içerden vurmak yoluna gitti ve azınlıkları kışkırttı…” şeklinde yazabileceğimiz ve aslında daha da çeşitlendirebileceğimiz bu ve benzeri söylemlerle yetiştirildiler. Bu anlayışın en sağlam savunucusu olan öğretmenlerimiz, bu söylemi yıllarca, bu ülkenin tüm kuşaklarına yüklediler ve ne yazık ki yüklemeye devam ediyorlar. Bu anlayış her kuşakta yeniden üretilerek sürdürüldü. Hatta sol düşüncenin en yaygın olduğu dönemlerde sadece biçim değiştirerek devam etti. Bu kez düşman sadece Avrupa olmaktan çıkmış emperyalizme dönmüştü. Zaten Şeyh Sait isyanı bir İngiliz oyunuydu ve emperyalizmin en büyük politikası böl ve yönetti. Kürtlerin yapması gereken Türklerle birlikte sosyalist devrim için mücadele etmekti, sosyalist devrim olduğunda zaten tüm sorunlar çözülecek ve herkes mutlu olacaktı. Yok bunu yapmazsan emperyalizmin oyununa gelir, sosyalist güçleri bölmekten başka bir şey yapmayan maşalara dönüşürdün. Bütün bunlar olurken tam seksen yıl boyunca ülkende bir halkın asimile ediliyor olması, dilinin yasak olması, ertelenebilir hatta ertelenmesi gereken bir sorun olarak görülebiliyordu.
Yukarıda da söylemeye çalıştığım gibi, çocuklarınızı on yıllarca bu anlayışla yetiştirirseniz, onların büyükçe bir kısmının; milliyetçi söylemlere yatkın, bölünme paranoyasını sürekli yaşayan, hayata kutsal devlet ve millet noktasından bakan, hakkını her arayanı iç düşman olarak kodlayan, otoriteryan ve devletçi anlayışa sahip insanlar olmasını da şaşkınlıkla karşılamamalısınız. Dolayısıyla bu gün Kürt açılımını ve benzeri demokratikleşme adımlarını zorlaştıran en önemli engelin seksen yıllık milliyetçi eğitimle yetişmiş kuşaklar olduğunu düşünüyorum. Bu kuşakların içinde eğitim süzgeçlerinden daha yoğun şekilde geçmiş olan orta sınıflar ise başı çekmektedir. Elbette daha altlarda varlığını sürdüren popüler ve faşizan milliyetçiliği unutmuş değilim ancak bu tür milliyetçiliğin Türkiye’de söylemi ve gündemi belirlemediğini, asıl gündemi belirleyenin orta sınıf milliyetçiği olduğu kanısındayım. CHP’nin milliyetçi söylemi bu derece yoğun bir şekilde kullanmakta hiçbir çekince göstermemesi ve ordunun hala darbe planları ve psikolojik savaş hazırlıkları yapması, milliyetçi kodlarla yetişmiş olan, sayıları hiç de azımsanmayacak kadar yoğun olan bu orta sınıfın varlığının gayet iyi bilinmesinden kaynaklanıyor. Nitekim “cumhuriyet mitinglerinde” bu destek cümle âleme gösterilmişti.
Dünyanın ve Türkiye’nin gittiği yön, kaçınılmaz olarak birçok şeyin değişmesini gerektiriyor. Bu anlamda önümüzdeki süreçte Türkiye’nin de çok büyük değişim ve dönüşüm geçireceği ve hatta geçirmekte olduğu açık. Ancak bu kolay olmayacak. Seksen yılın zehri, milliyetçi algısı, muktedir dili bir çırpıda değişmeyecek. Bunca yıl boyunca ve devletin her türlü imkânı seferber edilerek inşa edilmiş milliyetçi algının bir çırpıda değişeceğini ummak saflık olur. Kendisini bu ülkenin sahibi, kendisi dışındaki herkesi ancak kendi ihsanıyla burada duran kiracılar olarak gören anlayış kolay değişmeyecek. Bunu, mücadele edilmesi gereken bir durum olarak kabul ederek umutsuzluğa kapılmamak gerekiyor. Değişim ve dönüşüm yanlılarının gösterecekleri ısrar, kararlılık ve yapacakları işler, sürecin yönü yanında hızını da önemli ölçüde etkileyecektir. Bu anlamda yeni bir dil oluşturmak, barışın ve birlikte yaşamın dilini konuşmaya çalışmak, bunu ısrarla tekrarlamak gerekiyor. Hırant Dink’in dediği gibi kanlarımızdaki milliyetçi zehri boşaltmak kolay olmayacak.