Son yıllarda ve özellikle “açılım” süreciyle birlikte Kürt Haraketi’nin gerek Kandil gerekse yasal düzlemde faaliyet gösteren Kürt siyasi partileri ve kurumları ayağında yoğun bir anti-AKP söylemiyle karşılaşıyoruz.

Zaman zaman “devlet çözüm istiyor, fakat AKP çözüm yolunu tıkıyor” gibi aşırı noktalara da varan bu söylemi bazı örneklerle ele alabiliriz. AKP’nin klasik derin devlet yerine “kendi derin devleti”ni kurduğu ileri sürülüyor. Sanki PKK’nin ve genel anlamda Kürt Halk Hareketi’nin tasfiye edilmesi, Ordu, devlet bürokrasisi ve esas olarak da ABD, AB gibi büyük uluslararası güçlerin de dahil olduğu –hatta öncülük ettiği– bir konsept değilmiş gibi, AKP’nin sınır ötesi operasyona hazırlandığı, geçen günlerde Kandil’in bombalanmasının AKP “açılımının son halkası” olduğu ifade ediliyor. AKP’nin Kürt politikası, 90’lı yıllardaki JİTEM benzeri derin devlet kurumlarının yoğun insan hakları ihlalleriyle karşılaştırılıyor ve çoğu zaman “ondan daha sinsi olduğu”, çünkü “bir yandan demokrasi maskesi takarken diğer yandan Kürt siyasetçi ve aktivistlerini tutukladığı, hapse attığı” söyleniyor. TMK mağduru çocukların yaşlarından daha ağır cezalara çarptırılması, tamamen AKP kaynaklı bir uygulama olarak lanse ediliyor.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Ayrıca Kürt Hareketi’nin Kürdistan coğrafyasındaki sistem içi tek rakibinin AKP olduğu düşünülerse, zaman zaman mevcut uygulamaların baş sorumlusu olarak AKP’nin öne çıkartılmasını da anlayabiliriz. Fakat ben bunun, özellikle “açılım” süreci ve sonrasında Kürt Halk Hareketi’ni marjinalleştirme çabaları göz önüne alındığında, kendi kendini ayağından vuran bir tutum olduğunu ve hem statükonun hem de AKP’nin işine yaradığını düşünüyorum.

Öncelikle halkın büyük çoğunluğunun, MGK’nın, Genelkurmay’ın, yüksek sivil bürokrasinin ve Ergenekon benzeri derin yapılanmalarının en genel anlamda Türkiye’nin “milli” politikalarına yön verdiğini bildiği ve bundan rahatsız olduğu bir dönemde, devleti tek başına AKP’nin yönettiği tezi pek inandırıcı değil. İkincisi, eğer mevcut politikaları tek başına AKP belirliyor ve kendi “derin devleti”ni kuruyorsa, askeriye-yüksek bürokrasi destekli bir CHP-MHP koalisyonu planını neden kaygıyla karşılıyoruz? Etnik çatışma ihtimalinden ve özgürlüklerin iyice kısıtlanacağından niçin endişe ediyoruz? Eğer AKP Kürt sorunu konusunda olabilecek en tasfiyeci ve sinsi politikayı yürütüyorsa, bundan kötüsü ne olabilir?

Bence AKP’nin eleştirilmesi gereken yönü, Kürt sorunu söz konusu olduğunda, ABD ve çeşitli AB ülkelerinin başını çektiği “Kürt sorununu önce PKK’yi marjinalleştirerek çözme” konseptini harfiyen uygulaması, bu politikanın Türkiye’de barış, demokrasi ve insan hakları açısından yarattığı tehdide sırtını dönmesi ve sonunda kendi bindiği dalı kesen bir pozisyona girmesidir. AKP, kendine oy veren Kürtleri, uluslararası güçler nezdinde güvenilirliğini artırma pahasına hayal kırıklığına uğratmaktadır. Dolayısıyla Kürdistan söz konusu olduğunda o çok değer verdiği “milli irade”yi temsil etmemektedir. AKP’nin Kürt sorununu bu ölçüde çözümsüz bırakmasının diğer nedeni de oy kaygısıdır; “açılım”ın başlamasıyla birlikte, özellikle barış elçilerinin Habur’a gelişlerden sonra AKP oylarının düzenli bir düşüş göstermesi, AKP’yi ilkesiz bir tutuma yöneltmiştir. Ama bu durum, AKP’nin ilkesizliğinin yanı sıra, Kürt Hareketi’ne ikircimsiz “terörist” gözüyle bakan geniş milliyetçi-muhafazakâr kitlelerin varlığı sorununu da karşımıza çıkarmaktadır.

***
Türkiye’de Kürtlerin önemli bir kesiminin batı bölgelerinde yaşaması, toplumlar arası yoğun ilişkiler, Kürt Hareketi’nin kavim-merkezci (etnosantrik) bir hareket olmak şöyle dursun kendine Türkiye’yi demokratikleştirme misyonu biçmesi ve eylemlerini etnik çatışma noktasına getirmekten özellikle kaçınması, Kürt sorununun çözümü ve kalıcı bir barış için Türk halkının ciddi bir kesiminin ikna edilmesini zorunlu kılıyor.

Bunu başarmanın ise tek bir yolu var: Demokratikleşme konusunda AKP’den çok daha kapsamlı değişimler önermek, Ergenekon, Balyoz vs. operasyonların gerçek anlamda “derin devleti” tasfiye etmekten uzak kaldığını sık sık işlemek ve ana dilde eğitimin bir halk için niçin vazgeçilmez bir hak olduğundan tutun savaşın bölgede yol açtığı insan hakları ihlallerine kadar Kürt sorununu çevreleyen olguları Türkiye kamuyounun gündemine getirmek. Bunların yanı sıra, Kürt sorununun çeşitli veçhelerini gözler önüne seren ve Kürt halk hareketinin gücünü gösteren yoğun sivil itaatsizlik kampanyaları düzenlemek.

“Açılım” süreci ve sonrası boyunca gerek DTP’nin gerekse BDP’nin söylemi ve eylemi pek bu yönde olmadı. Kürt ulusal medyasında ise AKP’nin ne kadar tasfiyeci olduğunu dile getiren yazı ve söyleşilerden geçilmiyor. Hatta kanıtlanması hiç de kolay olmayan bir görüş ileri sürülüyor: AKP’nin bir noktadan sonra değil daha baştan itibaren “açılım”ı bir tasfiye politikası olarak devreye soktuğu, sınırlı düzeyde de olsa hiçbir reform hedefinin olmadığı ifade ediliyor. Eylem düzeyinde ise, bazı olumlu örnekler dışında, sayıları artık binlere varan tutuklu siyasetçiler, belediye başkanları, “taş atan çocuklar”, gazeteciler, muhabirler, yayıncılar, insan hakları savunucuları vs. için dünya demokratik kamuoyuna da seslenebilen kapsamlı kampanyaların örgütlenmediğini görüyoruz. Bu tabloya bakarak, devlet otoritelerini zaman zaman tehdit yollu ifadelere de başvurarak “muhattapla görüşme”ye ikna çabalarının, sivil alanda teşhir edici ve sonuç alıcı eylem arzusuna baskın geldiği söylenebilir.

Öncelikle dünyanın pek çok yerinde uluslararası güçlerin ve ulus devlet yapılarının, Kürt Halk Hareketi gibi bağımsız, geniş bir özgürleşme/demokratikleşme potansiyeli taşıyan hareketlerden pek hazzetmediğini saptamak gerekiyor. Bu nedenle, ne zaman ulusal bir sorun için adımlar atılmaya başlansa, temsil gücüne sahip ve haklı olarak muhattaplık talep eden hareketlerin tasfiyesine girişiliyor; bu hareketler en azından mümkün mertebe marjinalize edilmeye çalışılıyor. Devletin ve uluslararası düzenin bekasını düşünen büyük aktörler, bu tür hareketlerin barış süreçlerinde söz sahibi olmasını ve kontrol edemeyecekleri demokratik değişimlere yol açmasını istemiyor. Örneğin, İspanyol hükümeti Bask sorununun çözümü için anayasada Bask Ülkesi’ne özerlik tanıdığında, eşzamanlı olarak “ETA terörü”ne karşı Franko faşizminden kalma kontr-gerilla örgütü olan DAL’ı da harekete geçirmişti. DAL, uluslararası hukukun kesinlikle kabul etmeyeceği şekilde Fransa’nın Bask bölgesinde suikastler düzenlemiş ve önde gelen bazı ETA kadrolarını öldürmüştü. ETA’nın gittikçe marjinalize olmasına yol açan en önemli etmenlerden birisi, İspanyol halkının desteğini kazanmak gibi bir niyetinin olmamasıydı. Bildiğim kadarıyla ETA, gelişmelere kendi penceresinden bakan koyu milliyetçi bir hareketti. Enerjisinin büyük bölümünü, İspanyol hükümetini masaya oturmaya zorlayacak askeri eylemlere veriyordu. Bağımsızlık talebi dışında, demokratik alana dönük yapıcı önerileri pek yoktu.

Bu ve benzeri uluslararası deneylere bakarak açılım süreci ve sonrasında DTP’nin ve BDP’nin sık sık İmralı’yı ve Kandil’i çözümün adresi olarak göstermesinin, Türk halkı açısından ne kadar kuşatıcı bir öylem olduğu ve uluslararası güçlerin tasfiye konseptini ne ölçüde boşa çıkardığı sorgulanabilir. Türkiye devleti işin kolayını bulmuştur: Ülkemizde gençlerin canı çok ucuzdur (bir tanıdığım, subayların “askerleri operasyona şimdi gönderelim mi, göndermeyelim mi?” diye tartışırken, komutanın “gönderin gitsin, tohumuna para mı saydık!” dediğini aktarmıştı) ve çatışmalar yoğunlaşıp cenazeler geldikçe “teröristler” söylemini sürekli yeniden canlandırma olanağı bulmaktadır. Böylece Öcalan’ı veya PKK’yi hiçbir şekilde muhatap almayacağını söylemekte ve Türk halkının ezici çogunluğunun onayını almaktadır. Öyleyse yasal Kürt siyasetinin dönüp dolaşıp Öcalan’ı veya Kandil’i çözümün adresi olarak göstermesinin, kalıcı bir barış adına ne faydası vardır?

Bana kalırsa bir ölçüde bu, “Kürt sorununun çözümü” dendiğinde, zihinlerde uyanan süreçle ilgilidir. Zihinlerde uyanan bu düşünceye göre, dünyanın her yerinde buna benzer etnik-kültürel sorunlar söz konusu olduğunda taraflar önce savaşmış ve ardından barış masasına oturarak müzakereler yoluyla sorunu çözmüştür. Peki o halde Türkiye’de neden böyle olmamaktadır? Devletin “gerçek sahipleri” bu meselenin Türkiye açısından yol açtığı ağır kayıpları en iyi bilenler olduğuna göre, niçin BDP’yi bile muhatap almamaktadır?

Öncelikle, bu tür görüşler dile getirilirken Güney Afrika, Bask Ülkesi, Kuzey İrlanda gibi örneklerde sivil barış hareketlerinin ve uluslararası güçlerin baskının rolünün yeterince dikkate alındığını sanmıyorum. Biraz Ortadoğu’ya özgü bir acelecilikle, en son evre olan “müzareke masası”na haddinden fazla odaklanıldığını düşünüyorum. Hatta bu yaklaşımın, Kürt Hareketi’ni besleyen kaynaklardan birisi olarak Baasçılıkla da ilgisi olduğu pekâlâ ileri sürülebilir. Bilindiği gibi, Ortadoğu’da devlet yapıları son derece anti-demokratiktir. Kamuoyu, medya, seçimler, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri, sendikalar vs. bu ülkeler için âdeta birer lükstür. Dolayısıyla her şeyi kontrol eden “devletin gerçek sahipleri”ni bir şekilde ikna ettiğinizde, sorunu da çözmüş olursunuz; çünkü geriye kalan her şey eğretidir ve “bugün var yarın yok” gibidir. Peki Türkiye böyle bir ülke midir?

Türkiye’de barış sürecinin gelişebilmesinin önündeki en büyük engel, kendi başına AKP olmaktan çok AKP’nin de uygulayıcılarından biri olduğu, fakat esas olarak ABD ve bazı AB ülkelerinin başını çektiği “Kürt sorununu önce PKK’yi marjinalleştirerek çözme” konseptidir. İkinci büyük engel ise, 25 yıllık savaşın ürünü olan ve devlet yanlısı propaganda nedeniyle çapı bir türlü küçültülemeyen, Türk toplumunun PKK’li bir çözüme açıkça karşı olan geniş kesimleridir.

Fakat Kürt Hareketi, BDP’nin anayasa değişikliği tartışmalarında bir yere kadar yaptığı gibi, çok geniş kitlelerin yaka silktiği statükoyu değiştirmek adına kapsamlı demokratik çözümler ve eylemlilikler üreterek bu kuşatmayı kırabilir. Anayasa değişikliği sürecinde, “doğrudan Kürtler lehine hiçbir olumlu değişikliğe yer vermiyor; AKP, BDP’yi muhattap bile kabul etmiyor” diyerek paketi kritik maddeler düzeyinde bile desteklememek ve referandumda boykota hazırlanmak ise tam tersine Kürt Hareketi’nin marjinalleşmesine hizmet etmektedir. Devlet güçleri de bunu fırsat bilerek Kürtler üzerindeki baskıları artırmaktadır.

Referanduma sunulan Anayasa değişikliğinde Kürtler adına olumlu değişikliklerin yer almadığı iddiası ise fazlasıyla tartışmalıdır. Bir sonraki yazımda bu konuya değinmeye çalışacağım.