Son iki ayda Kürdistan farklı tarzda eylemlere tanık oldu. Demokratik çözüm çadırları etrafında gelişen kitlesel sivil itaatsizlik eylemleri sivil Cuma namazlarına evrildi. 28 Nisan’daki son Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısının sonuç bildirisinde açık olarak dile getirildiği gibi, devlet ve AKP –buna sistem de diyebiliriz– kolay kolay “terör” diye damgalanamayacak bu eylemlerden büyük telaşa kapıldı. Nitekim söz konusu bildiride sivil itaatsizlik eylemleri, “terör örgütü yandaşlarının insan hakları kisvesi altında yürüttüğü eylemler” olarak tanımlanıyor ve bu eylemlerin “seçimlerde halkımızın demokratik tercihini ortaya koymasına mani olmasına müsaade edilmeyecektir” deniyordu. Bundan biraz önce de devlet, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nun, yani esas olarak BDP’nin güçlü biçimde parlamentoya girmesini engellemek için Yüksek Seçim Kurulu’nu (YSK) harekete geçirmişti. Kitlesel bir direnişle bertaraf edilen bu engelleme de blok adaylarının sosyalist Sol’dan Altan Tan gibi demokratik-İslami çizgiye kadar geniş bir yelpazede yayılmasından ve bu şekilde Kürtlerin Meclis’e 40 civarında milletvekili taşıyabileceğinden duyulan korkunun bir ifadesiydi. Bizatihi seçimlerin (ve oluşacak parlamentonun) meşruiyetini sarsacağı için AKP tabanı ve bazı milletvekilleri de dahil yaygın bir tepkiyle karşılaşan bu engellemeden vazgeçilmek zorunda kalındı. Ama bu sefer de başka yöntemlere başvurularak BDP bölgede ve metropollerde seçim çalışması yapamaz hale getirilmeye çalışılıyor.

Bölgeden gelen bilgilere göre, YSK kararına karşı başlatılan eylemlerden bu yana (yaklaşık 20 gündür) önemli bir bölümünü BDP’lilerin ve çocukların oluşturduğu 1.000 dolayında kişi gözaltına alındı, yüzlercesi tutuklandı. Sivil itaatsizlik eylemlerini son erdirmek için elinden geleni yapan devlet ve AKP, pek çok yerde demokratik çözüm çadırlarına vahşice saldırdı. Ardından YSK’nın veto kararıyla dozajı biraz daha sert eylemlerle sokağa çekilen Demokratik Kürt Hareketi’ni kriminalize etme safhası başladı. Askeri operasyonların yoğunlaştırılması ve eylemsizlik halindeki 7 HPG’linin Dersim’de öldürülmesi, devlet-AKP ile Kürtler arasındaki mücadeleyi sivil alandan askeri alana taşıma hamlesiydi. Kastamonu’da olduğu gibi PKK’nin misilleme yapmasını açıkça kışkırtan operasyonlar, sorunu tekrar “terör” demagojisiyle örtbas etmeyi ve baskıyı meşrulaştırmayı hedefliyor. Fakat Kürt halkının sivil alanda kitlesel direnişinin devam etmesi istenen sonuca ulaşılmasını önemli ölçüde engelliyor. Sivil alandaki kitlesel direniş devam ettiği sürece de bir zamanlar “açılım” politikasına kalkışmış olan AKP’nin eylemsizlik halindeki gerilla güçlerine sistematik operasyonlar düzenlemeyi ve binlerce sivil siyasetçiyi hapse tıkmayı meşrulaştırması çok kolay değil.

AKP Ne Yapmaya Çalışıyor?

AKP bölgede oylarını artıracağına kesin gözüyle bakılan, ancak seçimlere bağımsız adaylarla katılmak zorunda kalan BDP’den geriye kalacak milletvekilliklerini kazanmayı yeterli görüyor. Zaten açıkladığı adaylarla Kürt coğrafyasında pek iddialı olmadığını göstermişti. Şimdi yüksek bir oy oranıyla (yüzde 40 civarı) yeniden iktidara gelebilmek için MHP tabanına yönelmiş bulunuyor. Asıl ilgi odağı orası.

Diğer yandan, AKP’nin böyle faşizan politikalara yönelmesinin dış ve iç dinamiklerden kaynaklanan nedenleri de var. Fransa ve Almanya gibi ülkelerin ırkçı tavırları yüzünden Türkiye-AB müzakerelerinin de facto askıya alınmış olması, AKP üzerindeki demokratikleşme baskısını ortadan kaldırmış görünüyor. R. Tayyip Erdoğan’ın Avrupa Parlamentosu’nda elleri cebinde “yüzde 10 barajını size mi soracağız?” diye konuşması, bu fiili durumun bir yansıması. Böylece Türkiye açısından en önemli demokratikleşme çıpası serbest kalıp denizin dibini tararken, ülkeyi yönetenler (kabaca Genelkurmay ve AKP) geleneksel bastırma ve şiddet politikalarına geri dönebiliyorlar.

AKP ile TSK arasındaki “askeri vesayet” meselesi ise büyük ölçüde sonuca bağlanmış görünüyor. AKP, askeri vesayeti belirli bir noktaya kadar geriletti. Bu nokta, askeriye-TÜSİAD’ın önemli bir bölümü-Doğan medyası’ndan oluşan önceki sistemin nimetlerinden yeterince yararlanamayan bir burjuvaziye alan açmak ve az çok “normal” siyasi koşullar altında ülkeyi yönetmesini mümkün kılmak için gerekli olan noktaydı. Şimdi taşlar yeniden yerleştikten sonra AKP ilk kez iktidarın iki gerçek sahibinden birisi olarak seçimlere katılıyor. Temsil ettiği halk tabanını, devletle ve neoliberal ekonomi politikalarıyla “barıştırma” işlevini tamamladı, böylece mağduru oynamasını sağlayacak pek bir gerekçe de kalmadı.

Öte yandan, Kürt halkının mücadelesi dışında AKP’yi kaygılandırdığı belli olan iki konu var. Birincisi, hükümet ne kadar pembe bir tablo çizerse çizsin, çalışan sınıfların belirgin şekilde süren yoksullaşması, artan işsizlik ve her yıl önemli sayıda küçük çiftçinin tarımı bırakarak şehirlere göç etmesi. Bunlara ekonominin genel kırılganlığı da eşlik ediyor. İlginç bir şekilde 2008-9 krizi sonrası büyüdükçe ithalatı da artan Türkiye ekonomisi, sürdürülebilir olmayan büyük bir cari açık vermeye başladı. IMF’yi de kaygılandıran bu cari açığın üstesinden gelmek için Merkez Bankası (MB) ekonomiyi “soğutma” kararı aldı. Yani önümüzdeki dönem Türkiye’de ekonominin büyüme hızı yavaşlayacak. AKP, ekonomiden kaynaklanan bu sorunların gayet iyi farkında ve bu nedenle, kendi tabanı açısından biricik rakip olarak gördüğü MHP’yi etkisizleştirerek yerini iyice sağlamlaştırmaya çalışıyor.

AKP iktidarını kaygılandıran ikinci konu ise, “Arap Baharı” dediğimiz Kuzey Afrika ve Ortadogu’daki başkaldırılar. 1,5 milyon Kürdün yaşadığı Suriye’ye kadar yayılan halkların demokrasi ve özgürlük başkaldırısı AKP’yi zor bir durumla karşı karşıya bırakıyor. Birincisi, PKK’nin belirli bir tabana sahip olduğu Suriye Kürtleri de gösterilere katılırsa ne olacak? Nitekim bu olasılık gerçekleşmeye başladı ve izleyebildiğim kadarıyla ilk kez 6 Mayıs Cuma günü 30 bin Kürt Batı Kürdistan’da gösteri yaptı. İkincisi ise, eski Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek ve Libya lideri Kaddafi’ye “artık çekil, halkına zulüm yapma” diyen AKP, bu demokrasi çağrılarıyla bizzat kendisinin Kürtlere yaptığı zulüm arasındaki tezatla nasıl başa çıkacak? Halihazırda kimse Suriye’ye kadar gelip Türkiye sınırlarına dayanan Arap ülkelerindeki özgürlük dalgasının Türkiye’yi, özellikle Kürt sorunu bağlamında nasıl etkileyeceğini öngöremiyor.

Sonuç olarak, ilk kez iktidarın gerçek sahiplerinden biri olarak seçimlere hazırlanan AKP, başta Kürt halkının mücadelesi olmak üzere ciddi sorunlarla yüz yüze gelen gelmiş durumda ve Türkiye genelinde klasik sağcı-otoriter, Kürdistan’da ise faşizan bir baskı politikası uyguluyor.

Bu Gidiş Bizi Nereye Götürecek ve Kronikleşmiş Sorunlarımız

Özellikle Kürt sorunu çerçevesinde bu soruyu yanıtlamak hiç kolay değil. Kürt sorunu ise Türkiye’nin bütün demokratikleşme veya faşistleşme dinamiklerini bire bir etkiliyor. Genel anlamda iki konuya dikkat çekilebilir.

Birincisi, her aklı başında insanın gördüğü gibi, Kürdistan’daki Kürt Hareketi’nin tabanının daraltılması, baskıyla etkisizleştirilmesi ve Kürt halkının sonunda yılgınlığa düşüp devlet ve AKP’nin “Kürtçe konuşma” ve “Kürtçe TV seyretme özgürlüğü” gibi sözde tavizlerine razı olması olası değil. İnsanlar, insan olmaktan kaynaklanan son derece temel bir özelliklerini sürdürüp onurlarını koruduklarını sürece bu baskı politikaları sadece çözümü geciktirmeye hizmet edebilir. Vahşice uygulanan baskılar bir işe yarasaydı, her şeye rağmen direnişini sürdüren Gazze’deki Filistin halkının İsrail’e çoktan boyun eğmiş olması gerekirdi.

Ama ne yazık ki bu durum Kürt sorununun barışçıl çözümü ve acıların dinmesi için yeterli olmuyor. Bu noktada karşımıza Kürt demokratik hareketinin açmazları ve Türkiye’deki muhalif güçlerin olağanüstü etkisizliği çıkıyor.

Abdullah Öcalan, geçen Cuma günü Fırat Haber Ajansı’nda (ANF) yayımlanan görüşme notlarında, yasal Kürt siyasi hareketini gerçek anlamda “siyasi bir kanal açamamış” olmakla ve “demokratik siyasetin gereklerini yerine getirmemekle” eleştiriyor. Bu yüzden, “bugün tasfiyeye uğruyorsunuz” diyor. 2000’li yılların başından bu yana kültür-sanat, basın-yayın, insan hakları, sendikal mücadele ve diğer alanlardaki kurumlarıyla birlikte yasal alandaki Kürt siyasi hareketi, özellikle Batı’daki Kürt halk tabanı üzerinde nüfuz edici bir etkiye sahip olamadı. Türkiye toplumu içinde barışa dönük mevzi kazanma işini ise, çokkültürcü bir perspektifle bizzat kendisi üstleneceğine, zaten güçsüz ve kafası fazlasıyla karışık durumdaki Türk solunun bazı kesimlerine havale etti. Kürt kurumları ve yasal siyasi partileri, Batı’daki metropollerde kuşatıcı bir muhalif dinamiğe dönüşmediği sürece devlet sorunu bölgeye hapsederek ve sıkıştığında ülkenin Batı’sına dönük “terör” demagojisini devreye sokarak sorunu çözümsüz bırakmayı sürdürebiliyor. Tabii PKK’nin yasal alandaki Kürt hareketine ne ölçüde inisiyatif tanıdığı da ayrıca tartışılması gereken bir mesele. Günün birinde devlet çözüme ikna olursa masaya oturma, diplomatik faaliyetler yürütme ve nihayetinde arabuluculuk yapma işleviyle sınırlı bir misyon yüklenen yasal alandaki Kürt siyasi hareketi ne ölçüde bir siyasi gelenek oluşturup PKK tabanının ötesindeki Kürdî/Türkî kesimler üzerinde bir etkiye sahip olabilirdi? Bu sorunun açıkça tartışılması gerekiyor.

Gündeme getirmek istediğim ikinci noktaya ise 8 Mayıs tarihli Özgün Gündem’deki yazısında Ayhan Bilgen dikkat çekiyor. Kürt sorununun seçimlerden sonra da “terör” konsepti içinde ele alınacağını söyleyen Ayhan, Kürt Hareketi’nin (ve genelde bütün muhalif çevrelerin) son gelişmelerin ışığında “inceldiği yerden kopsun” diyerek kısa vadeli taktik adımlarla yetinme lüksü olmadığını ileri sürüyor. Ayhan Bilgen, inceldiği yerden kopsa da kopmasa da, AKP’nin ve devletin dönemsel politikaları ne olursa olsun, Türkiye’nin Batı’sında uzun soluklu çalışmaların vazgeçilmezliğine dikkat çekiyor. Kendisinin de içinde olduğu Demokratik Anayasa Girişimi’ni Batı’da bir anayasa hareketine dönüştürmenin ve benzeri uzun soluklu hareketler/inisiyatifler oluşturabilmenin uzun vade açısından daha belirleyici olacağına dikkat çekiyor.

Tamamen katılıyorum. Biz Batı’daki muhalifler, Emek, Barış ve Özgürlük Bloğu adaylarının Meclis’e gidebilmesi için çaba göstermeli, ama bir harekete dönüşebilecek uzun soluklu demokratik inisiyatifler kurmaya da özel bir önem vermeliyiz. Batı’daki muhaliflerin öncelikle, barışçıl bir çözüm ve gerçek bir demokratikleşme açısından taban hareketleri geliştirmenin kilit ve vazgeçilmez rolünü iyice bilince çıkarması gerekiyor. Yoksa kolay yolu seçerek metropollerde yaşamın içinde kaybolmak işten bile değil.