Son zamanlarda Kürtleri ve Kürt Hareketi’ni kıskaca alma girişimleri, Türkiye’nin batısında yaşayan bizlere bölük pörçük şekilde yansıyor.

Bu yüzden tablonun bütününü görmek için parçaları bir araya getirmekte fayda var.

Ana-akım medyanın, hatta bir kısım “liberal” medyanın dilini kullanırsak, 14 Temmuz günü, yani tam da Türkiye toplumunun belli ölçüde pozitif bir havada geçen AKP-BDP görüşmelerinin devamını beklediği gün, “barışı istemeyen eller Silvan’da bir kez daha tetiğe uzandı ve 13 asker hain pusuda şehit düştü”. PKK’liler ve askerlerin çoğunun yanarak can verdiği, “atılan el bombalarının kuru otları tutuşturduğu” türünden hiç de inandırıcı olmayan sebeplerle “açıklanan” bu olayın ardından o bildik terane tekrarlandı: Daha birkaç gün önce İmralı’da A. Öcalan devletle bir barış konseyi kurulması üzerinde mutabakata varmışken, PKK içinde Öcalan’ı boşa çıkarmak isteyen güçler harekete geçmişti. PKK çok başlı hale mi gelmişti? Bu çok başlı haliyle Kürt sorununun çözümünde hâlâ muhatap alınmayı talep edebilir miydi?

Aynı gün Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) “demokratik özerkliği” ilan etmesi, aynı minvalde bir söyleme yol açtı. Silvan’daki saldırı ile demokratik özerklik ilanının aynı güne denk gelmesi hiç tesadüf olabilir miydi? “Liberal” diyebileceğimiz basında Orhan Miroğlu’ndan Agos’tan Rober Koptaş’a kadar pek çok köşe yazarı, Kürt siyasetinin hep böyle yaptığını, kendi taleplerinin kabul edilmesi için AKP-devleti köşeye sıkıştırıp tehdit etmeyi bir alışkanlık haline getirdiği yorumunu yaptı. [[dipnot1]]

Olaylara bakarken görece nesnel ve güvenilir veriler yerine yüksek siyasete endeksli yorumlar yapmaya dünden hazır olan Şark tipi aydınlarımız herhalde Kürt siyasetini suçlarken ardından gelecekleri hesap etmemişlerdi. Ayrıca görebildiğim kadarıyla, olay yerini inceleyen STK’lardan oluşan bir heyetin raporunu pek kimse ciddiye almadı. Oysa içlerinde Mazlum-Der, İHD, Diyarbakır Barosu, Sendikalar Platformu gibi saygın STK’ların olduğu bir heyet hazırladığı raporda, el bombasıyla böyle bir yangının çıkma olasılığının düşük olduğu, köylülerin tanıklıklarına göre çatışma alanının helikopterlerle bombalanması sonucu her iki taraftan çok sayıda insanın yanarak öldüğü tespitinde bulunmuştu. Öte yandan, uzun süreli bir ateşkes dönemine rağmen çatışmalara davetiye çıkaran bir tutumla sürekli operasyon düzenleyen TSK’nın bu ölümlerdeki sorumluluğu hiç tartışılmadı. En fazla tartışılan, TSK’nın askeri-teknik manada ihmali olup olmadığıydı. Yani operasyon başarılı olsa ve yalnızca PKK’liler öldürülse kimse rahatsız olmayacaktı. Sırrı Süreyya Önder’in ifadesiyle, sanki “Türkler Adem’den, Kürtler ise Şeytan’dan gelmişler”di.

Silvan olayından sonra “sosyal medya üzerinden örgütlenen vatandaşlar yurdun dört bir yanında bir araya gelerek hain saldırıyı protesto ettiler.”[[dipnot2]] Güya İspanya’da ETA’nın sivilleri hedef alan saldırılarından sonra İspanyolların düzenledikleri büyük kitlesel eylemlere benzer şekilde, sivil bir inisiyatifle halkımız sokaklara dökülmüştü. İstanbul, İzmir, Ankara, Antep, Konya, Samsun, Burdur, Bolu, Karabük, Adana ve daha birçok şehirde ırkçı gösterdiler düzenlendi. Sivil siyaset alanında muhatap alınması gereken bir güce dönüşen Kürtleri sindirme amaçlı bu gösterilerin bazılarında (örneğin İstanbul, Adana, Mersin, Elazığ, Eskişehir’de) BDP binalarına saldırılar düzenlendi, camlar kırıldı. Binalara girilerek BDP’liler linç edilmek istendi. Bu büyük “sivil” terör protestosunun ardından ırkçı saldırılar durmadı. Erzurum ve Aydın’da inşaatlarda çalışan Kürt işçiler çevrede toplanan binlerce kişi tarafından linç edilmeye çalışılırken, en yoğun provokasyon Zeytinburnu’nda sahneye kondu. Son zamanlarda yoğun bir Kürt göçü alan ve BDP’nin iyice güçlenmeye başladığı Zeytinburnu’nda Kürtlere ve işyerlerine yapılan saldırılar tam dört gün sürdü. Muhalif medyada yer alan haberlerde, saldıran faşist güruhun sivil polisler tarafından yönlendirildiği belirtildi. Apartman zilleri çalınarak “Burada Kürt var mı, varsa bize söyleyin” diye soruldu. Kürtlere ait onlarca işyeri (kahvehane, internet kafe, tekstil atölyeleri) tahrip edildi, yaralananlar oldu. Sonunda devlet güya olaya el koyduğunda ise, yine zararlı çıkan Kürtler oldu. Bazı saldırganlar Asayiş Şubesi’ne götürülüp ertesi gün serbest bırakılırken, Kürtlerin payına yine Terörle Mücadele Şubesi (TEM) düşmüştü.

Birkaç gün sonra Başbakan, “terörle mücadele”de yeni bir döneme ve konsepte geçileceğini duyurdu. Buna göre, “terörle mücadele” esas olarak özel harekat polisleri, jandarma ve askeriye içinde özel bir birim olan özel kuvvetler tarafından yürütülecekti. Bu birliklerin operasyon yapma yetkisi, ilgili şehirlerin valilerine ait olacaktı. Güneydoğu dışında Karadeniz’de de özel bir terörle mücadele birimi kurulacaktı. Sınır karakollarına polisler konuşlandırılacak, operasyon bölgelerinden er ve erbaşlar çekilecek ve mücadele “profesyonel” bir tarzda yürütülecekti. Buna uygun olarak, özel harekat polislerinin sayısı ikiye katlanıp 15 bine çıkarılacak, eski özel harekatçılar yeniden göreve çağrılacak ve özel harekat birlikleri obüs, havan topu gibi ağır silahlarla donatılacaktı. “Terörle mücadele”de yeterince etkili savaşmadığı, asker ölümlerine karşı yeterli önlemleri almadığı veya aslında savaşı bitirmek istemediği için TSK’ya güvenmeyen siyasal iktidar böylece “sivil” bir hamle yaparak dizginleri ele aldı. Fakat bulduğu çözüm, yargısız infazlar, köy boşaltmalar gibi 90’lara damgasını vurmuş ne kadar ağır insan hakları ihlali varsa hepsini gerçekleştirmiş olan özel harekatçıları devreye sokmak oldu.

Ardından Kürt medyasında 18 Temmuz günü ve sonrasında İran ordusunun Kandil’e büyük bir operasyon düzenlediği haberi yayımlandı. KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Kandil’de cephe savaşı verildiğini, TSK’ye bağlı özel birliklerin de gizlice İran tarafında savaştığını, Türk tanklarının operasyona katıldığını ve TSK’nın İran’a mühimmat desteği sağladığını belirtti. Yine Kürt medyasında çıkan haberlere göre, İran Kandil’deki yaylaları ve köyleri bombalamış, sivil can kayıpları meydana gelmişti. Kürt medyasının ortak yorumu –ki bu yorumun bir benzerini son görüşmesinde A. Öcalan da yapacaktı– İran’ın Türkiye’yle birlikte ortak amacının sadece PJAK’ı ve PKK’yi tasfiye etmek olmadığı, dört parçadaki Kürtlerin elde ettiği/edebileceği yeni statüyü ve kazanımları boğmak olduğu şeklindeydi. Bilindiği gibi, Suriye’deki rejim sallanmaya başlayınca Suriyeli Kürtler çözüm için anahtar bir role sahip olmuşlardı. Rejim kendini reforme etse de, çöküp yerine başka bir rejim kurulsa da Suriye’de Kürtlerin temel haklar ve bir tür özerlik elde etmesi güçlü bir ihtimaldi.

Son olarak sahneye, yeni “terörle mücadele konsepti”ne destek vermek üzere Fethullah Gülen cemaati çıktı. Cemaatin etkili kalemi Hüseyin Gülerce Zaman’da arka arkaya yazdığı iki yazıda, Silvan olayının meydana geldiği 14 Temmuz’u “terörle mücadele”de “kırılma noktası” ilan etti.[[dipnot3]] Bundan böyle, Türkiye’nin yıldız haline gelmesini istemeyen İsrail, ABD, bazı bölge ve Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin desteklediği PKK, DTK, PKK ve benzeri “Kürt ırkçıları”, artık “terörle mücadele”nin ne demek olduğunu göreceklerdi. Demokratik Toplum Kongresi, “henüz yeni şehit olan askerlerin elbiselerindeki kan kurumadan kendi kendine gelin güvey olarak demokratik özerlik ilan etmiş”ti. Türkiye’nin sırtında büyük bir kambura dönüşen “Kürt sorunu ayrı, terörle mücadele ayrı” idi. Genel bir demokratikleşme çerçevesinde Kürtlere “ferdi hakları ve hürriyetleri” tanınacak, fakat yeni ve etkili yöntemlerle “terörün beli kırılacak”tı. Elbette H. Gülerce, Kürtlere ana dilde eğitim gibi hakları tanımak için neden terörün belinin kırılması gerektiğine bir açıklama getirmiyordu. Kaldı ki özel harekat timlerini devreye sokarak yeni bir şiddet dalgasıyla “terörün belini kırmaya” gerek yoktu. A. Öcalan yakın dönemde defalarca çağrı yapmış ve eğer kendisine rolünü oynama imkânı verilirse, gerillayı güvenli bir bölgeye çekerek bir haftada sorunun şiddet boyutunu çözebileceğini söylemişti. Mesele, Kürt sorununa şöyle veya böyle bir çözüm getirmek miydi, yoksa Kürt siyasi hareketini muhatap almamakta ve Kürtlerin bir halk olmaktan kaynaklanan temel haklarını tanımamakta ısrar etmek miydi? 1980 öncesi PKK’nin etkili isimlerinden olan ve halen Özgür Gündem’de yazarlık yapan Muzaffer Ayata, İslami bir cemaatin yeni terörle mücadele konseptine ortak olmaya niçin bu kadar meraklı olduğunu sorguluyor ve cemaate madem o kadar istiyorsunuz, o halde “er meydanına hoş geldiniz” diyordu. [[dipnot4]] Gerçekten de Gülen cemaati için yeni ve riskli bir dönem başlıyordu.

* * *

Bütün bu gelişmeleri nasıl yorumlamalı? Sanıyorum, süreci 2009 yazında başlayan “Kürt açılımı”na kadar geriye götürebiliriz. Daha açılım politikasını ilan etmeden önce, 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde Kürt siyasi hareketinin başarılı sonuçlar almasıyla birlikte, Nisan 2009’da KCK operasyonlarına başlayan AKP, ilk önce “kooptasyon”, yani “belirli tavizler verir görünerek kafalama” dediğimiz bir politika başlatmıştı. Bu politikanın özü, TRT Şeş gibi çok sınırlı birkaç uygulamayla ve ekonomik-siyasi imkânları seferber ederek Kürtlerin önemli bir kısmını yanına çekmek, demokratik kamuoyuna dönük uzun bir oyalama taktiği benimsemek ve Kürt siyasi hareketini de marjinalleştirmekti. Kürt siyasetçilerine yönelik KCK operasyonları bir yandan, seçim döneminde ve öncesinde BDP tabanına yönelik ardı arkası kesilmeyen tutuklamalar bir yandan, ABD’nin istihbarat desteğiyle yürütülen askeri operasyon bir yandan, Kürt siyasi hareketi büyük ölçüde tasfiye edilmeye çalışıldı. Bu süreçte, Zaman, Yeni Şafak, Sabah, Kanal 24, Kanal A, Kanal Türk gibi muhafazakâr-“liberal” medya organları ve dönemsel olarak da Taraf gazetesi psikolojik savaş boyutunda önemli bir rol üstlendiler. [[dipnot5]]

Uzunca bir sürece yayılan kooptasyon taktiği hepimizin bildiği gibi ciddi bir sonuç vermedi. Yaklaşık 4-5 bin kişinin tutuklanmasına, yayın organları ve gazeteciler üzerindeki ağır baskılara, yüzlerce gerillanın yaşamını yitirmesine karşın, Kürt halkının çözüme dönük direnci ve inisiyatifi kırılamadı. Kırılamadığı gibi, AKP-devleti bir hayli zora sokan, demokratik çözüm çadırları, sivil Cuma namazları gibi etkili sivil itaatsizlik kampanyaları yürütüldü. Bana göre henüz içini doldurmadan erken bir aşamada ilan edilmiş olsa da demokratik özerklik, uluslararası kamuoyu ve AB nezdinde gayet meşru bir talepti; zaten Batılı ülkelerde kimse demokratik özerkliği “terör”le bağlantılandırmaya kalkışmadı. Diğer yandan, Kürt siyaseti 12 Haziran seçimlerinden oldukça başarılı bir sonuçla çıktı. Kürt hareketinin öncüllerinin tamamını benimsemeyen, ancak Kürt halkının talepleri konusunda kararlı davranan, etkili olabilecek şahsiyetler Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’na katılmış ve milletvekili seçilmişlerdi. Türkiye toplumunun büyük bölümünün yeni parlamentodan beklentisi ise, başta Kürt sorunu olmak üzere demokratikleşme alanındaki temel sorunları çözüme kavuşturacak sivil bir anayasa yapmasıydı.

AKP, “kooptasyon” taktiğine devam edecek olsaydı, sivil siyaset zemininde Kürt siyasi hareketinin ana dilde eğitim, askeri-sivil operasyonların durması, demokratik özerklik, tutukluların serbest bırakılması, Terörle Mücadele Yasası’nın (TMY) değiştirilmesi, yeni anayasada Türk kimliği dışındaki kimliklerin de güvenceye alınması gibi talepleri karşısında nasıl duracaktı? Biraz geriye dönüp bakarsak, uluslararası insan hakları standartlarına göre karşı çıkılması pek mümkün görülmeyen bu taleplere karşı direnmenin, Kürt halkı nezdinde BDP’yi daha da güçlendireceğini görebiliriz.

Dolayısıyla, resmi ideoloji ve “devletin bekası” açısından, eski bildik şiddet ve bastırma yöntemlerine geri dönmekten başka bir yol görünmüyordu. Bunun ilk ipuçlarını, seçimden hemen sonra Hatip Dicle başta olmak üzere seçilen blok milletvekillerinin Meclis’e sokulmamasıyla görmeye başlamıştık. Tabii o zaman buna çok anlam verememiş ve AKP’nin “yumuşak güç” kullanımında yeni bir taktiği olarak değerlendirmiştik. Ardından askeri operasyonların yoğunlaştırılması ve Öcalan’la yapılan görüşmelerde mutabakat sağlandığı söylenen adımların bir türlü pratiğe yansımaması gibi gelişmeleri yaşadık. Belki gözlerden kaçan önemli bir gelişme daha olmuş, Suriye’de rejim karşıtı muhalefetin güçlenmesiyle birlikte, CIA Başkanı’nın Türkiye ziyaretleri başlamıştı. Bunun üzerine, Türk dış politikası aniden değişti; önceleri Beşar Esat’a tepki çekecek ölçüde yumuşak mesajlar verilirken, Suriyeli muhaliflerin toplantılarına ev sahipliği yapılmaya başlandı. Türkiye, Suriye’de ABD’nin öngördüğü “yumuşak geçiş” planına destek karşılığında, bir kez daha Kürtler üzerinde baskı kurma vizesi almıştı.

Son olarak, Silvan olayıyla birlikte kamuoyunun başarılı biçimde manipüle edildiğine dikkat çekmek gerekiyor. AKP, barışa doğru evrilebilecek bir süreci dinamitleme sorumluluğunu üzerine almamak için, muhafazakâr medyanın ve güya liberal aydınların da desteğiyle, bütün suçu PKK’nin üzerine attı. Bizzat Başbakan, “gelişmelerin Öcalan’ı da aştığını” söyledi ve Kürt siyasetinin çok başlı olduğunu, dolayısıyla ona güvenip bir şey yapılamayacağı kampanyası başlatıldı. Böylece, Silvan’da askerlerin yaşamını yitirmesi, “iyi niyetin” sınırlarının ihlal edildiği bir milat olarak tanımlandı.

Geriye dönüp baktığımızda, AKP’nin seçimler öncesi Kürdistan’da zayıf adaylar göstermesini, neredeyse MHP’yle kafa kafaya milliyetçilik yarışına girmesini, sivil cuma namazı kılanları “Zerdüşti” ilan edecek kadar dindar Kürtleri rencide etmeyi göze almasını ve “tek devlet, tek bayrak, tek millet” söylemini tekrar propagandasının merkezine yerleştirmesini bu çerçevede yorumlayabiliriz sanıyorum.