[Jack Rasmus’u “Olağanüstü Durgunluk: Küresel Buhranın Başlangıcı” kitabını[1] okudum ve ilk kez küresel ekonomide ne olup bittiğini anlamaya başladım. Bunun üzerine hem kitap hem de yazarın daha yakın tarihli analizleri hakkında genel bir fikir vermek için aşağıdaki söyleşiyi yapmaya karar verdim.]

Taylan Doğan: 2010’da yayımlanan “Olağanüstü Durgunluk: Küresel Buhranın Başlangıcı” adlı kitabınız, 2008-09’da meydana gelen ekonomik çöküşün nedenlerine ilişkin şimdiye kadar karşılaşmadığım derinlikte bir yorum getiriyor. Küresel ekonominin bu krizden sonra tamamen toparlanamayacağını öngördünüz. Aynı zamanda, sizin tabirinizle “2. tip olağanüstü durgunluğun” yakın bir zamanda başka bir finansal krize ve bu kez gerçek bir küresel buhrana yol açabileceği uyarısında bulundunuz.    

İlk olarak şunu sormak istiyorum: 1970’lerin sonlarından itibaren küresel ekonomide temelde ne değişti ki sistem üretici yatırımlardan finansal varlıklara dönük spekülatif amaçlı yatırımlara kaydı? Siz de zaten yatırımların finansal varlıklara kaymasının, küresel ekonomideki istikrarsızlığın temel nedeni olduğunu ileri sürüyorsunuz.

Jack Rasmus: 1970’ler, özellikle ABD ve Avrupa ekonomileri için ciddi ekonomik krizlerin meydana geldiği bir on yıldı. 1945’te başlayan, çeyrek yüzyıl süren ABD’nin ekonomik hâkimiyeti ve kolay büyümesi sona eriyordu. Avrupa ve Japonya’nın toparlanmasıyla kapitalist ekonomiler arasındaki rekabet şiddetlenmeye başladı. Ülkelerin kendi içlerine baktığımızda, sendikalar ve işçi partileri ulusal gelirden daha fazla pay istiyordu ve bir dereceye kadar da başarılı oldular. Bunlara yanıt olarak kilit kapitalist sektörler ve siyasetçiler iç düzenlerini yeniden yapılandırmaya ve yeni stratejiler geliştirmeye başladı. İlk esaslı değişiklik ABD’nin, Amerikan dolarının altına sabitlendiği ve diğer ulusal para birimlerinin de gevşek şekilde dolara sabitlendiği eski Bretton Woods sistemini terk etmesi oldu. Bunun şöyle bir sonucu oldu: Kapitalist ekonomilerin merkez bankaları, özellikle de Amerikan Federal Reserve’ü, sürekli karşılıksız para basıp ABD ekonomisi ve küresel ekonomiye pompaladı. Böylece altın standardının terk edilmesi zamanla küresel ekonomide likiditenin aşırı derecede ve hızla genişlemesine, yeksek derecede likit finansal varlık piyasalarının oluşmasına, bu piyasalarda alınıp satılan yeni finansal menkul kıymet biçimlerine ve devasa ekonomik kudrete, nihayetinde de benzersiz bir politik etkiye sahip yeni bir küresel finans elitinin yükselmesine yol açtı.

Bunu izleyen sonraki gelişmeler de bu eğilimleri güçlendirdi: 1970 ve 80’lerde uluslararası para sermaye akımları üzerindeki denetimler önce ABD, daha sonra da diğerleri tarafından hızla kaldırıldı. Bu durum, finans sermayesinin dünya çapında daha hızlı şekilde büyümesine kapıyı araladı. Ardından 1990’lardaki dijital teknoloji devrimi, spekülatif finans biçimlerinin küreselleşmesini daha da hızlandırıldı. Eşzamanlı olarak finans sermayesinin küresel düzeyde genişlemesinin önündeki engelleri kaldırmak üzere bankalar üzerindeki kısıtlayıcı düzenlemeler kaldırıldı [deregülasyon]. O halde finansal serbestleşme ya da denetleyici kuralların kaldırılması, finans sermayesinin büyümesinin esasl nedeni değil aksine sonucudur. Daha temel nedenler, Bretton Woods sisteminin sona ermesi, bunun ardından merkez bankalarının aşarı likidite yaratmaya yönelmesi, uluslararası sermaye akımları üzerindeki denetimlerin kaldırılması ve teknolojidir. 

Bütün bunlar küresel spekülatif finansın büyümesini hızlandırdı, çünkü spekülatif finansın gerçek anlamda küreselleşmesinin önünü açtı. Kapitalist yatırımcılar, gerçek mallar ve varlıklar üretmek yerine, para yaratarak ve yarattıkları finansal varlıklarda spekülasyon yaparak para kazanmanın daha kolay olduğunu fark etti. 

O halde finansal varlıklara yapılan yatırım, yavaş yavaş gerçek varlıklara yapılan yatırımlara dünya ölçeğinde “alan bırakmıyor”. Küresel kapitalizm, reel ekonomiye yatırım oranını yavaşlatıyor. İşte bu yüzden, toplumun büyük çoğunluğu için iş ve gelir yaratamıyor. İşte bu nedenle tüketim Batı’da durgunlaşıyor; tüketicilerin borçlandırılması, gelir artışında geriden gelen hanehalkları için bir gelir ikamesi olarak sunuluyor. Ve işte bu yüzden gelişmiş ekonomiler, halen süre giden “dur-kalk” biçimindeki ekonomik büyümeyi yaşıyorlar. Gerçek neden, reel ekonomiye yatırım yapılmaması.

Fakat şunu iyi anlamamız gerekiyor: Sözünü ettiğimiz reel ekonomi yatırımlarının yavaşlaması, doğrudan, 1970’lerden bu yana küresel kapitalist seçkinlerin spekülatif finansal yatırımlara yönelmesinin sonucudur. Gölge bankaların[2] küresel düzeyde çoğalması, yüksek derecede likit çeşitli finansal varlık piyasalarının oluşması ve bu piyasalarda alınıp satılmak üzere yeni finansal menkul kıymet enstrümanlarının yaratılması, yani bunların tümü, yukarıda bahsettiğimiz değişimlerin bir yansımasıdır. Bütün bu faktörler, benim “paranın küresel düzeyde gezintisi” dediğim yeni fenomeni oluşturuyor.

T. D.: İkinci sorum şu olacak: Niçin kitabınızda son ekonomik krizi, “normal” durgunluktan farklı bir fenomen olarak “olağanüstü durgunluk” kavramıyla tanımlıyorsunuz?

J. R.: “Olağanüstü durgunluk” terimini seçtim, çünkü kendi analizimi, 2007-09’da meydana gelenlerin “büyük durgunluk” [“great recession”] olarak adlandırılmasından ayırt etmek istedim. “Büyük durgunluk” benim açımdan sorunlu bir tanımlama. Son durgunluğun, 1948’den beri ABD’de yaşanan daha önceki 10 durgunluktan (ki bunlara “normal” durgunluk deniyor) ne kadar farklı olduğunu açıklamak için ana-akım iktisatçıların 2009’da ortaya attıkları bir terim bu. Fakat Krugman ve diğerleri tarafından kullanılan “büyük durgunluk” kavramı sadece son krizin normal durgunluktan “daha kötü” olduğu, fakat “buhran” kadar da kötü olmadığı anlamına geliyor. Bu hiçbir şey ifade etmiyor aslında. 2007-09’un daha önceki durgunluklarda ne kadar farklı olduğu açıklanmak isteniyorsa, gerek niceliksel gerekse niteliksel açıdan farkını ortaya koymak önemlidir. Ben bunu kitabımın ilk iki bölümünde yaptım. Bu bölümlerde “olağanüstü durgunluğu” teşkil eden hem niceliksel hem de niteliksel değişkenlere ilişkin bir liste verdim.    

“Normal” durgunluklar ekonomiyi istikrarsızlaştıran şoklar yüzünden meydana geldiği için 1948’den bu yana kapitalist ülkelerdeki geleneksel mali-parasal politikalar istikrarı sağlayabilmişti. Oysa buhranlar geleneksel mali-parasal politikalara pek tepki vermez.  Muhtemel bir buhranın “giriş odası” diye açıkladığım “2. tip olağanüstü durgunluklar” da mali-parasal politikalara tepki vermez. “1. tip olağanüstü durgunluklar” ciddi boyutlarda değildir ve normal bir durgunluk durumuna geri dönebilir. Oysa “2. tip olağanüstü durgunluklar”ın buhranlara dönüşme eğilimi vardır.   

T. D.: Kitabınızda üç ardışık evreyi ve bunların içsel dinamiklerini tanımlıyorsunuz: borç-deflasyon[3]-iflas. Bu evrelerden oluşan sürecin nasıl büyük bir finansal krize yol açtığını açıklar mısınız?

J. R.: Öncelikle, merkez bankalarının küresel ölçekte yarattığı aşırı likidite[4] patlaması, finans mühendisliği ve yeni menkul kıymet türlerinin oluşumuyla bağlantılı “iç kredi” genişlemesi[5] bir araya geldiğinde, ortaya şöyle bir tablo çıkar: Borçlanmak için ortada devasa boyutlarda toplam kredi var demektir. Bu kredi büyüklüğü, reel ekonomiye yatırım yapmak için gerekenden çok daha fazladır. Yatırımcılar ve finans spekülatörleri kendi para sermayelerinin bir kısmını kullanır, fakat daha büyük bir yüzdesini borçlanırlar. Aşırı bir borç yükünün oluşmasına neden olur bu. 

2008’de olduğu gibi, bankalar çöküp finansal varlıkların değeri çok düştüğünde varlık deflasyonu olur. Bankalar artık bankacılık-dışı şirketlere [reel sektör] kredi vermemeye başladığında ve bu işletmeler milyonlarca işçi çıkardığında, varlık deflasyonu mallara sıçrar ve mallarda deflasyon görülür. Kitlesel işten çıkarmalar, hanehalklarının gerçek mal ve hizmetleri satın alabilmek için daha az gelire sahip olması demektir. Bu da, şirketlerin stoklarının artmasına ve şirketlerin gerçek malların fiyatlarına düşürmesine, yani “deflasyon”a yol açar. İşletmeler borçlarını ve daha önce aldıkları kredileri ödeyebilmek için gelir yaratamadığı için deflasyon da sırasıyla iflasların artmasına neden olur.      

T. D.: Kitabınızda finansal krizin vasıtası olarak “gölge bankacılık sistemi”nden bahsediyorsunuz. Gölge bankacılık, klasik bankacılık sisteminden nasıl ayrışıyor ve gölge bankalar finansal krizlere nasıl katkıda bulunuyor? 

J. R.: Gölge bankalar, finans sermayesi seçkinlerinin tercihi olan finansal yatırım kurumlarıdır. Bunun nedeni, esas itibarıyla denetleyici kurallara tabi olmamalarıdır. Bir kriz patladığında ve devlet çok yüksek miktarda likide enjekte ederek bankacılık sistemini kurtarmak üzere müdahale ettiğinde, ardından şöyle bir dönem yaşanır: Devlet, gölge bankalar dahil olmak üzere, bankacılık sistemine belirli bir dereceye kadar finansal denetimler getirir. Fakat kapitalistler nihayetinde, denetim kurallarına tabi bankacılık sisteminin “etrafından dolaşmak” için bir yol bulur ve tekrar yeni, denetime tabi olmayan finansal kuruluşlar oluştururlar. Yatırımcılar denetime tabi olmayan kuruluşları tercih eder, çünkü bu tür kuruluşlar onlara büyük riskler alma ve büyük spekülasyonlar yapma imkânı tanır. Büyük riskler, büyük kârlar demektir. Dolayısıyla bir krizin ardından yatırımcılar gölge bankacılık sistemlerini yeniden inşa eder. Bu sırada denetime tabi bankacılık sektörü de devletten yeniden riskli, yüksek getirili spekülatif yatırımlara girmelerine izin vermesini ister. Denetleyici kuralların kaldırılmasını talep ederler ve sonunda devletin bunu yapmasını sağlarlar. Ardından iki sektör, yani denetime tabi ticari bankacılık ile denetime tabi olmayan gölge bankacılık sistemi çeşitli şekillerde iç içe geçer.      

Gölge bankalar ticari bankalarla ve sonra da ekonominin reel sektörüyle bağlantılı olduğu için, gölge bankalar bir çöküşte iflas bayrağını çektiğinde, kriz bütün finansal sisteme yayılır ve bütün yapıyı çökertir. Bir çöküntünün peşinden bankacılık sistemi “donar” ve kimse kredi alamaz: reel sektör şirketleri, hanehalkları ve hatta yerel yönetimler. Gölge bankacılık sistemi ne kadar büyükse, toplam yatırımların finansal varlık spekülasyonuna giden bölümü ne kadar büyükse, bu yatırımların risk faktörü ne kadar yüksekse ve spekülasyonları finanse etmek için ne kadar fazla borç alınmışsa, nihayetinde meydana gelen çöküş de o kadar büyük olur.   

T. D.: ABD’deki mortgage krizi nasıl çok sayıda ileri kapitalist ülkenin reel ekonomilerinde “olağanüstü durgunluğa” yol açtı?

J. R.: Mortgage krizi, yüksek riskli mortgage [subprime mortgage] menkul kıymetler piyasasında fiyatlar dibe vurduğunda meydana geldi. 2002-2007 arasında yaklaşık 4 trilyon dolar değerinde mortgage bağlantılı menkul kıymet piyasaya çıkmıştı. Mortgage krizi, o manada krize “neden olmadı”; finansal krizi hızlandırıcı olaydı. Süreci anlamak için “menkul kıymetleştirme” düşüncesini mutlaka anlamak gerekir. “Menkul kıymetleştirme”, bir finansal varlık başka finansal varlıklarla yeni bir menkul kıymet, yani yeni bir finansal varlık oluşturmak üzere birleştirildiğinde meydana gelir. Dolayısıyla menkul kıymetler birleştirilerek paket yapılır ve genellikle satış fiyatı arttırılarak yeniden satılır. Finansal varlıklar, öncelikle gerçek varlıklara dayanır. Bir ev, gerçek bir varlıktır. Mortgage ise ev için finansal varlıktır. Fakat mortgage’ler bir paket halinde bir araya getirildiğinde bir mortgage tahvili oluşturulur. Tahvil satıldığında, şöyle bir durum oluşur: Hem ilk baştaki mortgage’dan hem de tahvilden para kazanılmış olur. Mortgage tahvilleri daha sonra, örneğin Varlığa Dayalı Menkul Kıymet [Asset Backed Security] gibi başka finansal varlıklarla birleştirildiğinde, “Teminatlı Borç Senedi” [Collateralized Debt Obligation (CDO)] denilen yeni bir varlık yaratılır. Aynı yöntemle her biri diğerinin üzerine inşa edilen başka “türev” enstrümanlar da yaratılır. Yine de menkul kıymetler piramidi hâlâ ilk baştaki “ev”e ve mortgage’a, yani gerçek bir varlığa dayanmaktadır.      

Dolayısıyla süreç önce gerçek varlıklara dayalı finansal varlıklarla başlıyor, fakat ardından başka finansal varlıklara dayalı finansal varlıklardan oluşan bir piramit oluşuyor. Ancak piramidin tabanının –yani evin– değeri düşünce, onun üzerine inşa edilen bütün finansal varlıkların fiyatları da sonunda düşüyor. Yüksek riskli mortgage krizinde olan budur. Pek çok gölge ve ticari banka oyunun içinde oldukları ve yüksek riskli mortgage’ler oluşturmak için birbirlerine borç verdikleri için kriz hepsine yayıldı. Diğer kredi biçimleri de yüksek riskli mortgage’larla bağlantılı olduğundan, finansal varlıklardaki fiyat deflasyonu onlara da bulaştı. Genel bir kredi çöküşü yaşandı. Hiçbir yerde kimse kimseye kredi açmadığı için de finansal kriz reel ekonominin keskin şekilde daralmasıyla sonuçlandı. Reel sektör firmaları ve hanehalkları bankalardan kredi alamıyordu. Önceki borçların ve kredilerin ödemesi yapılamadığı için iflaslar birbirini izledi. Bu durum ise, finansal varlık deflasyonunun iyice artmasına sebep oldu.  Reel ekonominin geri kalanı daraldığından, varlıklarda meydana gelen deflasyon bu kez mal ve hizmet fiyatlarına yayıldı; mal ve hizmetlerin fiyatları düşürüldü. Deflasyon iflaslara yol açar ve tersi de olur: İflaslar da beraberinde deflasyonu getirir. Süreç içinde borçlar yükselir. Sonunda kendi kendini büyüten karşılıklı bir kısır döngü meydana gelir.

T. D.: Ben “yükselen bir piyasa”da, Türkiye’de yaşıyorum. 2009’da Türkiye’de –ve diğer yükselen piyasalarda– meydana gelen kısa bir ekonomik daralmadan sonra, ekonomilerimiz dikkat çekici şekilde büyüdü. Bu kadar yüksek büyüme oranları nasıl mümkün olabildi ve söz konusu büyüme oranları ne ölçüde sağlıklıydı?

J. R.: Çünkü gelişmiş ülkelerin merkez bankaları –ABD, Birleşik Krallık, şimdi Japon Merkez Bankası (JMB) ve yakında da Avrupa Merkez Bankası (AMB)– tarafından enjekte edilen çok yüksek miktardaki likidite, büyük ölçüde yükselen piyasalardaki, özellikle Çin’deki yatırımları finanse etmek üzere gelişmiş ekonomilerden buralara aktı.   

Çin’in 2009 krizine ilk yanıtı, Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın (GSYH) % 15’i boyutunda, devasa bir mali teşvik sağlamak oldu. Bu teşvik, doğrudan devlet yatırımlarına odaklandı. Çin hızla toparlandı. Çin’deki toparlanma, yükselen piyasalardaki emtia, diğer doğal kaynaklar ve mallara yönelik talebi canlandırdı; böylece Çin, yükselen piyasa ekonomileri için “kaldıraç” işlevi gördü. Yükselen piyasa ekonomileri aynı zamanda gelişmiş ekonomilerden gelen sermaye akımlarından doğrudan yararlandılar. Gelişmiş ekonomiler, merkez bankalarının tahvil alımı karşılığı verdikleri paraları ve sıfır faizli kredileri denizaşarı piyasalara yönlendirdi. Buralarda hem gerçek varlıklara hem de finansal varlıklara yatırım yaptılar. Yükselen ülke ekonomileri ve Çin büyüdüğü için, yükselen ekonomilerde borsalar ve şirket tahvil piyasaları yükselişe geçti. Gelişmiş ekonomilerdeki fazla likidite aynı zamanda, yükselen ekonomilerin ulusal para birimlerini dövize, dövizi ulusal para birimlerine çevirerek yapılan spekülasyona, yükselen ekonomilerdeki gayrimenkul piyasalarına ve benzeri piyasalara aktı. Dolayısıyla Çin’in çabuk toparlanması ile ABD-Birleşik Krallık-Avrupa’nın para politikalarının bileşimi Türkiye, BRICS ülkeleri ve Meksika, Endonezya gibi diğer yükselen piyasa ekonomilerine yaradı.      

Gelişmekte olan ekonomilerdeki yüksek büyüme oranları sağlıklı mıydı? Gelişmiş ekonomilerden bu ülkelere sermaye akışı olduğu ve Çin yüksek bir büyüme gösterdiği sürece, yükselmekte olan ekonomiler büyümeyi sürdürebilir. Fakat şimdi Çin ekonomisindeki büyümenin hızla yavaşladığını görüyoruz. Bunun sonucu olarak, yükselmekte olan ekonomilere dönük emtia ve doğal kaynak talebinin azalıyor; yani Çin’in bu ülkelerden ithalatı düşüyor. Aynı zamanda ABD ve Birleşik Krallık, tahvil alımı karşılığı bankalara büyük miktarda para verme politikalarını sona erdirmek üzere. Üstelik faiz oranlarını da arttıracaklar. Böyle olunca, para sermaye akışları yön değiştirip gelişmiş ekonomilere geri dönecek ve yükselmekte olan piyasa ekonomilerindeki büyüme oranları daha da yavaşlayacak.  

T. D.: Yakınlarda yazdığınız bir dizi makalede küresel krizin merkezinin gelişmekte olan piyasa ekonomilerine kaymakta olduğunu tespit ediyorsunuz. Bu kaymanın ardındaki nedenleri açıklar mısınız? 

J. R.: Aslında temel nedenleri yukarıda açıkladım. ABD ve Birleşik Krallık merkez bankaları tahvil karşılığı bankalara para akıtma ve sıfır faizle borç verme yoluyla bankacılık sistemlerini tamamen kurtardılar. Artık bu tür parasal politikalara devam etmeye gerek olmadığını fark ediyorlar. Söz konusu merkez bankalarının yöneticileri, finansal sisteme daha fazla likidite enjekte etmenin artık işe yaramayacağını görüyorlar. Daha önemlisi, enjekte edilen likiditenin dünyanın pek çok yerinde yeniden finansal varlık balonları yaratmaya başladığını fark ediyorlar. Dolayısıyla şu anda bu politikaları tersine çeviriyorlar. Bunun anlamı şu: 2015’de ABD ve Birleşik Krallık’ta faiz oranları yükselince, sermaye yükselen piyasalardan çıkacak ve gelişmiş ekonomilere dönecek. Gelişmekte olan ekonomilerdeki borsalar ve tahvil piyasaları çökecek. Sermaye, ABD-BK’taki daha yüksek getiriler için yükselmekte olan piyasaları terk edecek. Buna karşılık, gelişen ülke ekonomilerine doğrudan yabancı sermaye yatırımı biçiminde daha az sermaye gelecek. Gelişmekte olan ülkelerin para birimleri değer kaybedecek; bu süreç başladı bile. Bu ülkeler sermeye kaçışını ve ulusal para birimlerinin değer kaybını engellemek için, başka bir deyişle sermaye çekebilmek için kendi içlerinde faiz oranlarını arttıracaklar. Fakat bu adım, ulusal ekonomilerindeki yavaşlamayı daha da artıracak. Gelişmiş ülkelere ve Çin’e ihracat bakımından en bağımlı ülkeler en sert sarsıntıya uğrayacaklar. Dolayısıyla küresel düzeyde olağanüstü durgunluğun başka bir “evresine” giriyoruz.

T. D.: Son veriler Fransa, İtalya ve hatta Almanya dahil Avro Bölgesi’nin bir durgunluğa girmekte olduğunu ve Japon ekonomisinin hiçbir şekilde toparlanamadığını gösteriyor. Siz, Avrupa ile Japonya’daki bu durumun, ABD’deki zayıf toparlanma ve Çin’deki finansal istikrarsızlıklarla etkileşime gireceğini ve bunun da yeni bir küresel durgunluğa yol açabileceğini iddia ediyorsunuz. Yeni bir küresel kriz olabilir derken dayandığınız gerekçeleri açıklar mısınız?

J. R.: Bugün tarihsel bir perspektifle resmin bütününe bakın. 2008-09’daki finansal ve reel çöküşün ardından sözüm ona toparlanma sağlandıktan altı yıl sonra, Avro Bölgesi deflasyona ve yeni bir durgunluğa giriyor. Avro Bölgesi bankacılık sistemi giderek kırılganlaşıyor. Mali kemer sıkma önlemleri yolu izleniyor. Gerçek anlamda bir merkez bankası ve hiçbir şekilde bir mali birlikleri yok. Ve şimdi de ABD tarafından Ukrayna’da savaşa sürükleniyor; bu gelişme Avro Bölgesi ekonomisini daha da zayıf düşürecektir.

Birleşik Krallık kısa bir toparlanma dönemi yaşadı, çünkü konut piyasalarını yapay olarak büyütme politikasına geri döndü. Halbuki 2008’de spekülasyona yol açan ve bankaları çöküşe götüren sorunu tekrar etmekten başka bir şey yapmamış oluyor. Birleşik Krallık aynı zamanda yabancı sermaye akışlarından da istifade etti. Ekonomisi daha şimdiden canlanmanın ulaşabileceği en tepe noktasına ulaşmış görünüyor.      

Japonya’da merkez bankası tarafından tahvil alımı karşılığında sisteme yoğun şekilde para enjekte edilmesinin etkisi tipik oldu: Borsayı ve para birimleri piyasasını coşturdu, fakat Japon reel ekonomisi üzerinde pek bir etkisi olmadı. Yoğun para enjeksiyonuna karşın ücretler ve tüketim düştü. Sonra, geçen İlkbahar’da dolaylı vergilerin arttırılmasıyla tüketim ciddi şekilde geriledi. 1990’ların sonundan bu yana Japon ekonomisi “harcanmış bir güç” konumunda.

Sonra Çin’e bakalım. Çin yakınlara kadar, ulusal para birimi üzerinde spekülasyon yapan gölge bankalarla ve küresel finans kapitalistlerinden gelen sıcak para akışlarıyla mücadele ediyordu. Ülkeye giren sıcak para Çin’in konut piyasasında ve yerel hükümetlerin harcama piyasalarında köpüklere neden oluyordu. Çin ne zaman spekülasyonu denetim alamaya çalışsa reel ekonomisi yavaşlıyor. Bu etkiyi telafi etmek ve acil olarak ihtiyaç duyulan ekonomik reformları ertelemek için Çin geçen iki yılda iki “mini” canlandırma paketi çıkarmak zorunda kaldı. Fakat ekonomisi en iyi durumda % 6-7 artışla yerinde saymayı başarabildi. Gelecek aylarda yavaş olsa da ekonomik büyüme daha düşük oranlara gerileyecek.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, Çin yavaşladıkça ve ABD-BK faiz oranlarını yükselttikçe gelişmekte olan ülkelerde büyüme yavaşlayacak.

Böylece geriye ABD ekonomisi kalıyor. Zira ABD ekonomisi yavaşlamasının bir kısmını başarıyla “ihraç” edebildi ve bunu yapmayı sürdürecek. Birkaç yıldır GSYH’si % 1-1,5 civarında uzun süren bir durgunluk yaşıyor. ABD’de büyüme inişli çıkışlı bir yol izliyor: Bazı çeyreklerde sıfıra veya eksiye düşüyor; başka çeyrek dönemlerde ise % 3-4’e yükseliyor. Ancak uzun dönemli ortalama, tarihsel büyüme oranının açıkça altında.    

Bütün gelişmiş ülkelerde gerçek ücretler ve harcanabilir gelir en iyi ihtimalle yerinde sayıyor; böylelikle tüketimde gerçek bir toparlanma gerçekleşmiyor. Tüketici harcamaları, tüketicilerin daha fazla borçlanmasına fazlasıyla bağımlı; tüketimin lokomotifi ise, hanehalklarının en zengin % 10’unun büyük sermaye kazançları.    

Şirketler ne zaman tüketicilerin çok harcama yapacağı beklentisiyle üretim yapıp stok yaratsa, bu beklenti gerçekleşmiyor. Bu nedenle, stoklar düşük seviyede tutuluyor ve ABD ekonomisi sıfıra yakın büyüme oranlarına iniyor. ABD’de faiz oranları yükseldikçe, ekonomik büyüme daha da yavaşlayacak. Zira faiz oranlarının yükselmesi doların değer kazanmasına yol açacak ve böylece ABD’nin ihracatı azalacak. Bu faktör, Amerikan ekonomisinin büyümesini engelleyen bir başka gelişme olacak. Şirket yatırımlarının bir artıp bir azalması, kronikleşen düşük tüketici harcamaları ve yavaşlayan ihracat, ABD ekonomisindeki GSYH artışını uzun vadede % 1 ila % 2 arasında bir büyüme patikasında tutacak. Bu patika, tarihsel ortalamanın altındadır.

Küresel ekonomik durgunluğun günümüzdeki yeni aşamasında Avrupa ve Japonya’nın küresel toparlanmaya olumlu hiçbir katkısı olmayacak; küresel ekonominin toparlanması önünde engel olmayı sürdürecekler. Şimdi yeni olan, Çin’in yavaşlaması ve gelişmekte olan ekonomilerin de bu trende katılması. Bank of International Settlements’ın yakınlardaki bir raporunun gösterdiği üzere küresel ekonomide borç düzeyi azalmadı. Aksine, başta özel sektör ve hanehalkları olmak üzere borç düzeyi arttı. Bu da şu anlama geliyor: Bir yerde yeni bir finansal kriz patlak verirse, başka yerlere de yayılan daha genel bir finansal krizi tetikleyebilir. Yeni bir finansal kriz gerçekleşecek olursa, 2008’dekinden daha kötü bir kriz olacak; hanehalklarının harcaması bakımından toparlanamamış bir reel ekonominin üzerine gelecek. Üstelik bu yeni finansal kriz, bugün 2008’den bile daha yüksek toplam borcu olan bir küresel ekonominin üzerine gelecek. Pek çok ülkede hükümetlerin bütçe açıkları kriz öncesine göre daha yüksek ve dünya ölçeğinde politik istikrarsızlık artıyor.

Yeni bir finansal istikrarsızlık kesinlikle gerçekleşecek ve muhtemelen içinde bulunduğumuz on yıl bitmeden önce olacak bu. Sözünü ettiğim finansal istikrarsızlık, hiçbir şekilde kalıcı olarak toparlanmamış, aksine daha da zayıflamış küresel bir reel ekonominin temelleri üzerinde gerçekleşecek. O halde yeni bir finansal krizin kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz.

 

Yazar hakkında: Dr. Jack Rasmus, Kaliforniya, St. Mary’s College’da iktisat ve siyaset bilimleri dersleri veriyor. Burada ele alınan kitabının yanı sıra “Obama’s Economy: Recovery for the Few” (Pluto Press, 2012) kitabının yazarı.  2015’te ‘Transitions to Global Depression” [Küresel Buhrana Geçişler] isimli yeni kitabı yayımlanacak. J. Rasmus, muhalif bir radyoda “Alternatif Vizyonlar” programı yapıyor. Yeşil Parti’nin gölge kabinesinde, “gölge” FED başkanlığı görevini yürütüyor. Web sitesine (www.kyklosproductions.com) veya bloğuna (jackrasmus.com) kaydolarak yazılarını düzenli şekilde izleyebilirsiniz.  

Bu söyleşi ilk olarak Venezüella tarafından desteklenen ve Latin Amerika çapında ilerici bir yayımcılık yapan TV kanalı TeleSUR’un İngilizce web sitesinde yayımlandı. Burada sadece başlığı değiştirildi. Link: http://www.telesurtv.net/english/opinion/On-Epic-Recession-From-Prelude-to-Transition-20141018-0019.html

[1] Kitabın orijinal ismi “Epic Recession: Prelude to Global Depression”, Pluto Press, 2010. İngilizce “recession” kavramı, Türkçeye genellikle “durgunluk” olarak çevriliyor. Terminolojiye sadık kalmak istedim; fakat burada kast edilen, “küresel finansal kriz” dediğimiz, 2008-09’den bu yana devam eden fenomen. “Depression” ise “kriz” veya “buhran” sözcükleriyle karşılanıyor: “1929 Büyük Buhranı” gibi. Normal durgunluk, olağanüstü durgunluk ve kriz/buhran arasındaki farklılıklar metinde iyice açılıyor. 

[2] “Gölge bankalar” (“shadow banks”), asıl işi mevduat toplayıp kredi vermek olduğu varsayılan “mevduat bankaları”ndan farklı olarak, mevduat toplamayıp çeşitli finansal enstrümanlarla finans piyasaları ve mevduat bankalarından borçlanan ve elde ettiği likiditeyle spekülatif finansal varlıklara yatıran bankalardır. Son ekonomik krizde ABD’de ilk önce batanlar, büyük “gölge bankalar” oldu.

[3] Deflasyon, kriz veya krize doğru gidilen koşullarda mal ve hizmet fiyatlarının düşmesidir. Genel durgunluk ortamı, işletmeleri, özellikle borç yükü fazla olan işletmeleri hızlı nakit akışı sağlamak için mal veya hizmet fiyatlarını düşürmeye iter. Ya da maliyetler artsa bile, bu artış fiyatlara yansıtılamaz.  

[4] Likidite, hemen ya da kısa sürede satılıp nakit paraya çevrilebilen finansal varlıklar anlamına geliyor. Nakit para da finansal bir varlıktır ve hemen kullanılabilir. Birkaç saat veya gün içinde satın alınabilen veya satılarak nakit paraya çevrilebilen “tam likide yakın” tahvil, hisse senedi, türev enstrümanlar gibi araçlar da zaman zaman “likidite” tanımına dahil ediliyor. “Aşırı likidite”, reel ekonomiye yapılabilecek yatırım miktarını çok aşan büyüklükte borç verilebilir veya yatırım yapılabilir nakit paranın/hızla nakit paraya çevrilebilir finansal varlıkların mevcut olması anlamına geliyor. Aşırı likidite, spekülasyonlara yönelir veya finans piyasalarında spekülasyon yapanlara borç verilir. Keza Türkiye’de olduğu gibi reel sektör şirketlerinin aşırı derecede borçlanmasının altında da bu “likidite bolluğu” yatmaktadır. J. Rasmus’un özgünlüğü, aşırı likidite ile aşırı borçlanma arasında nedensel bir bağ kurmasıdır.

[5] İng. inside credit. Bir örnekle açıklarsak, benim mortgage kredisiyle aldığım bir evim olsun. ABD’de olduğu gibi, konut piyasasındaki spekülatif yatırımlar arttıkça, evimin değeri de artıyor. Böylece, mortgage kredisi alırken bankaya teminat olarak gösterdiğim evimin (teminatımın) değeri artmış oluyor. Dolayısıyla bankadan daha fazla kredi alabiliyor ve ikinci bir ev sahibi olabiliyorum. Merkez bankasının, bankalara daha fazla para arzı sağlaması ve böylece bankaların daha fazla kredi verebilmesi ise tamamen farklı bir durumdur. (Buna “dış kredi” diyoruz.) İç kredi, finansal varlıklara aşırı spekülatif yatırımlar yapılması sonucunda, finansal varlıkların aşırı değer kazanması ve böylece yatırımcıların daha fazla borçlanma imkânına kavuşmasıdır. Böylelikle merkez bankaları hiç devreye girmeden bir kredi genişlemesi ortaya çıkar. Bu, finansal kapitalizme özgü yeni bir gelişmedir.