Malum, bugünlerde son derece demokratik ve katılımcı bir anayasa yapım sürecinden geçiyoruz. Her gün en az 5-10 Kürt siyasetçinin gözaltına alındığı-tutuklandığı ve son operasyonla BDP’nin merkez organlarının da işlevsiz kılınmaya çalışıldığı sistematik bir baskı uygulanıyor. Böylelikle, Kürt siyasi hareketi siyasi gündeme müdahil olamadan tutuklamalarla uğraşmak zorunda bırakılıyor. Dolayısıyla, deyim yerindeyse “tuzu kuru” olanların sesinin daha çok çıkacağı bir anayasa süreci işletilmeye çalışılıyor. Buna karşın, genel anlamda toplumun ve çeşitli kesimleri temsil etme iddiasındaki kuruluşların bu sürece pek ilgi örgütledikleri söylenemez. Bunun da nedenleri yeterince açık. Bütün bunlara karşın, toplumsal muhalefetin süreci yakından izlemesi ve öncelikle bir “yol temizliği” önererek topluma yeni statükocu bir anayasa dayatma girişimlerine karşı uyarıcı olmasında sonsuz fayda var.
Öte yandan sistem, yeni anayasaya ilişkin olarak sanki canlı bir tartışma yaşanıyormuş izlenimi yaratmaktan da geri durmuyor. Her nedense kendi anayasa taslaklarını açıklamayan siyasi partilerin temsilcilerinden oluşan Anayasa Uzlaşma Komisyonu (AUK) art arda STK’ların, sendikaların, meslek örgütlerinin vs. anayasa önerilerini dinliyor veya topluyor. Henüz şaşırtıcı ölçüde az olan STK’ların anayasa önerileri için şu linke bakılabilir,
Bu yazıda, 10 yıllık AKP iktidarıyla birlikte iyice güçlenerek ekonomik iktidarı paylaşmaya başlayan muhafazakâr sermayenin önemli bir temsilcisinin, Müstakil Sanayici ve İş Adamları Derneği’nin (MÜSİAD) Aralık 2011’de Cumhurbaşkanı’na sunduğu anayasa önerisini ele almaya çalışacağım. Anayasa önerisinin tümünü şu adreste bulabilirsiniz.
Başlangıç ve “Değiştirilemez” İlk Üç Madde
MÜSİAD’ın anayasa önerisi çeşitli başlıklar altında incelenebilir.
Baştan başlayalım. Öneride, mevcut anayasanın başlangıç bölümünde uzunca yer verilen Atatürk milliyetçiliği, ülkenin bölünmez bütünlüğü, Türk Varlığı vs. yerine daha “liberal”, herkesin doğuştan sahip olduğu haklara vurgu yapan kısa bir başlangıç bölümü konulmuş.
Ardından gelen meşhur “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ilk üç maddede değişiklikler önerilmiş. Birinci maddede çok manidar bir değişiklik var: “Türkiye Devleti, üniter bir Cumhuriyettir” deniyor. Zaten öyle değil miydi? İkinci maddede Türkiye Cumhuriyeti’nin tanımından “Atatürk milliyetçiliğine bağlılık” ibaresi çıkartılıyor. Üçüncü maddede yapılan değişiklikle de devletin dilinin değil, “resmi dili”nin Türkçe olduğu belirtiliyor.
Anayasanın çokça tartışılan “vatandaşlık tanımı” bölümünde, MÜSİAD anayasal vatandaşlık tanımını öneriyor. Kürtlerin sadece varlığının tanınması için binlerce insanın ölmek durumunda kaldığı 90’lı yıllardan sonra, hâlâ “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” denemezdi sanıyorum.
Temel Hak ve Özgürlükler
Anayasa tartışmalarında bazen vatandaşlık tanımına ve anadilde eğitimle ilgili bölüme fazlasıyla vurgu yapılırken, son derece önemli bir başka bölüm olan “temel hak ve özgürlükler” göz ardı edilebiliyor. Oysa bana göre yeni anayasada yüksek bir ihtimalle anayasal vatandaşlık tanımı kabul edilecek. Çünkü mevcut haliyle bu maddenin arka planını oluşturan “herkes Türktür” politikası çoktan iflas etti. Anayasal vatandaşlık tanımını getirmenin ise pratik olmaktan çok, asıl simgesel bir anlamı var.
Anadilde eğitim meselesinde ise mücadele, “yeni anayasa anadil eğitiminin ve anadilde eğitimin yolunu açmakla mı yetinsin?”, yoksa “anadil eğitimi ve anadilde eğitim hakkı anayasada açıkça yazılarak güvenceye mi alınsın?” tartışması etrafında dönecek. Başta AKP olmak üzere statükocu güçler elbette birinci seçeneği dayatmaya çalışacaklar ve anadil eğitimi ile anadilde eğitimin düzenlenmesini yasalara bırakalım, diyecekler. Bilindiği gibi, mevcut anayasada sadece şu maddeyi kaldırmak anadil eğitiminin ve anadilde eğitimin önünü açmaya yetiyor: “Türkçeden başka hiçbir dil eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” (Madde 42, son paragraf). Elbette sadece anadil eğitiminin değil, anadilde eğitimin de anayasada bir hak olarak yer alması için mücadele etmek büyük önem taşıyor. Ancak bu alandaki mücadele anayasa süreciyle son bulmayacak gibi görünüyor.
Temel hak ve özgürlükler meselesi ise böyle değil. Bu konuda önce evrensel haklardan söz edersiniz; sonra da ya 1961 Anayasası’nın hak ve özgürlüklerle ilgili çoğu maddesinde olduğu gibi orada durursunuz veya 82 darbe Anayasası’nda olduğu gibi peşinden sıraladığınız “ancak”larla, devlete söz konusu hakkın kullanılmasını engelleyecek çok sayıda bahane sağlarsınız. Bu nedenle, anayasa sürecinde temel hak ve özgürlüklerle ilgili olarak toplumun aydınlatılmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Bunun nedeni açık. Çünkü başta AKP olmak üzere, AKP’yle birlikte iktidar ortaklığına taşınan yeni egemenler, halkın ifade ve örgütlenme özgürlüğünü, basın özgürlüğünü ve dernek kurma, toplantı ve gösteri yapma özgürlüğünü ancak “zararsız sınırlar içinde kaldığı” sürece tanımak istiyor. Başka bir ifadeyle, geniş kitlelerin kültürel, demokratik veya ekonomik taleplerini gür bir sesle dillendirmesine sıcak bakmıyorlar. Onlar, rahatsız edilmeden yönetmek istiyorlar.
Bunun böyle olduğunu MÜSİAD’ın hazırladığı öneriden çok açık şekilde anlayabiliyoruz. MÜSİAD anayasa önerisinin, “Düşünce, kanaat ve ifade özgürlüğü”, “Dernek kurma ve toplantı özgürlüğü”, “basın ve yayın özgürlüğü”, “sendika kurma hakkı” ve “toplu sözleşme ve grev hakkı” başlıklı maddeleri, 12 Eylül Anayasası’na ne kadar çok benziyor!
Önce, örneğin “herkes düşünce, kanaat ve ifade özgürlüğüne sahiptir” denilerek güya evrensel bir hak tanınıyormuş gibi yapılıyor. Hemen ardından ise bütün evrensel insan hakları ilkelerine aykırı olarak, “ifade özgürlüğünün kullanılması, milli güvenlik, toprak bütünlüğü, kamu düzeni, kamu güvenliği, suçların önlenmesi, sağlığın ve ahlakın … korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi nedenleriyle sınırlanabilir” deniliyor. Tırnak içine aldığım sınırlama (gerçekte özgürlüklerin içini boşaltma) gerekçeleri, diğer bütün temel hak ve özgürlükler için de hemen hemen aynı ifadelerle sıralanıyor.
Tıpkı 12 Eylül darbe anayasasında olduğu gibi, süreli ve süresiz yayınların durdurulması ve toplatılması, derneklerin ise faaliyetten men edilmesi için normal bir yargılama sonucunda oluşacak hâkim kararı yeterli görülmüyor; “gecikmesinde sakınca bulunan hallerde kanunun yetkili kıldığı merciin kararıyla” bütün bu işlemlerin yapılabileceği belirtiliyor. Bu “mercii” ise genellikle ya polis veya polisin verdiği bilgiler doğrultusunda harekete geçen savcılar oluyor.
Siyasi Parti Kurma Hakkı
Bir başka temel hak olan siyasi bir parti kurarak faaliyet yapma hakkı ise, Venedik Kriterleri çiğnenerek özellikle Kürt sorunu çerçevesinde sınırlandırılıyor. Bilindiği gibi AB ülkelerinde ve başka ülkelerde uygulanan Venedik Kriterleri, bir partinin kapatılması için ancak “şiddete çağrı yapma ve şiddet yoluyla düzeni değiştirmeyi hedefleme”, “silahlı mücadele yürüten örgütlerle doğrudan bağlantı içinde olma” gibi koşulların yerine gelmesini şart koşuyor. Bunun dışında siyasi partilere, örneğin bir etnik topluluğun bağlı olduğu devletten ayrılmayı amaçlaması ve bunun propagandasını yapması da dahil, geniş bir özgürlük alanı tanınıyor.
MÜSİAD’ın anayasa önerisinde ise Kürtlerin haklarını savunan partilerin istendiğinde nasıl kapatılabileceğinin zemini hazırlanıyor: “Siyasi partilerin, tüzük ve programları ile fiilleri … teröre doğrudan veya dolaylı destek veremez” deniliyor. Bu durumda, her Allahın günü “teröre –en azından dolaylı olarak– destek vermekle suçlanan” BDP gibi partilerin kapatılması için anayasal gerekçe hazır olacak.
MÜSİAD önerisinde yer alan siyasi partilerle ilgili tek olumlu gelişme, parti kapatmalarda son sözü Meclis’in söyleyecek olması. Meclis’te bulunan bir partinin kapatılması için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın dava açabilmesi, Meclis’in üye tam sayısının salt çoğunluğunun olumlu oy vermesi şartına bağlanıyor. Ama bu da, milliyetçi histerinin yükseltildiği ve Kürt siyasi hareketinin kriminalize edildiği durumlarda aşılabilecek bir engel.
Anadil Eğitimi ve Anadilde Eğitim Hakkı
MÜSİAD’ın Cumhurbaşkanı’na sunduğu anayasa önerisinde son olarak bu konuyu ele alabiliriz. Burada durum gerçekten traji-komik boyutta. Muhtemelen AKP’nin önereceği anayasa taslağına da benzer bir anlayış egemen olacak. Öneride “Eğitim hakkı” başlığı altında düzenlenen maddede eğitim dilinin Türkçe olduğu belirtiliyor. “Türkçeden başka dillerde eğitim ve öğretim yapılması … kanunla düzenlenir” deniliyor. Eğitim dilinin Türkçe olduğunun ilan edilmesi, anadilde eğitime açık bir şekilde set çekiyor.
Gelelim anadil eğitimine. Bir sonraki paragrafta ise “Hiç kimse[nin] ana dilini öğrenme, öğretme ve kullanma hakkından yoksun bırakılamayacağı” söylenerek Kürtçenin ve ülkemizdeki başka halkların anadillerinin öğrenilmesinin önü açılıyor. Fakat iktidarın yeni ortakları belli ki anadil eğitiminin yaygın şekilde hayata geçmesini, örneğin kitlesel kampanyaların konusu olmasını istemiyorlar ve bu tür girişimleri baştan kriminalize etmek niyetindeler. İki cümle sonra gelen şu tuhaf ifadede, devlete ve ekonomik zenginliğe ortak olmanın getirdiği kaygıyı açıkça görebiliyoruz: “Ana dilde eğitim hakkı, milli birliğe ve ülke bütünlüğüne zarar verecek bir faaliyette bulunma hakkı verir şekilde yorumlanamaz.”
Demek ki çokkültürlülüğün, ancak Türk egemen kültürünün şemsiyesi altında bir alt-evren olarak var olmasına izin veriliyor, daha fazlasına değil.
***
Özellikle iktidara yakın sermaye grupları, işçi ve memur konfederasyonları ve STK’ların anayasa önerilerini incelemek, nasıl bir vizyona sahip olduklarını görmek önem taşıyor. Bu yüzden, gerçek bir katılımcılığın koşulları faşizan baskılarla düzenli olarak yok edilse de anayasa sürecine yabancı kalmamamız gerekiyor.