Fragmanları yaklaşık iki yıldır belirli aralıklarla gösterilen ve internette iki milyon tık alan “Nefes: Vatan Sağ Olsun” filmi yaklaşık bir aya yakın bir süredir gösterimde. Son verilere göre filmin 1,5 milyon civarında seyirci tarafından izlendiği söyleniyor. Senaryosu Hakan Evrensel’in “Güneydoğu’dan Öyküler” adlı kitabından uyarlanan filmin yönetmeni, kendisi de askeri okul mezunu olan Levent Semerci.

Film hakkında kısa bir bilgilendirme yapmak gerekirse, şunları söyleyebiliriz: Yıl 1993, Güneydoğu’daki savaşın en çok şiddetlendiği dönem. Kürdistan dağlarında yapayalnız bir karakolda 40 kadar komando, PKK’nin saldırılarına karşı tetikte bekliyor. Filmin başkahramanı Mete Yüzbaşı emrindeki bir komando birliğiyle karakola takviyeye geliyor ve bu destek birliği kışı karakoldaki diğer askerlerle birlikte geçiriyor. Baharla birlikte PKK’nin saldırısı başlıyor… 

Öncelikle, Nefes’in tam bir açılım filmi olduğunu söylemeliyiz. Zaten normal olarak bir yıl önce gösterime girmesinin planlandığı, fakat bunun için uygun bir konjonktürü beklediği söyleniyor. 

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un filmi beğendiğini söylemesinin gerçek duygularını yansıttığı konusunda kuşkuluyum. İsterseniz, filmi bir “açılım” filmi kılan başlıca özellikle üzerinde duralım.

Ben şimdiye kadar hiç Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) mensubu askerlerin korktuğu, korkudan uzun süre hareketsiz kaldığı, organlarını kaybederek çıldırdığı, alev alev yandığı ve sonunda düşmanını yenilgiye uğratamadığı ve ortaya anlamsız bir beraberlik durumunun çıktığı, Türkiye yapımı bir savaş filmi seyretmemiştim. Filmde uzun süren, insanın sabrını zorlayan ve epeyce gerçekçi şekilde çekilmiş bir çatışma sahnesi izliyoruz. Çatışmada gerek TSK mensupları gerekse PKK’liler takır takır ölüyorlar ve geriye yaralı bir gerilla ile iki-üç asker kalıyor. 

Filmin yönetmeni resmi makamlar karşısında filmi korumaya almak adına, her şey olup bittiğinde, askerlerden Kürt olana Kürtçe bir türkü eşliğinde karakolun gönderine bayrak çektiriyor; diğerine yere yuvarlanmış olan Atatürk büstünü kaldırtıyor ve kaidesine koydurtuyor. Hayatta kalan astsubay ise tabancasını yaralı gerillaya doğru kaldırıyor, çatışmada onca arkadaşını kaybetmesine karşın tetiğe basmıyor ve “Türk askeri”nin merhametini gösteriyor. 

Birlik içinde sıhhiyeci olan asteğmen doktor Hipokrat yeminine bağlı kalarak yaralı bir kadın gerillayı tedavi ediyor. Mete Yüzbaşı askerlere son derece babacan davranıyor, Kürt olan asker herhangi bir baskıyla karşılaşmadan ailesiyle Kürtçe telefon görüşmeleri yapabiliyor … Yine de taktik açıdan büyük bir dikkatle tasarlandığı belli olan bu türden sahnelere karşın filmin daha farklı bir mesajı var: Kazananı ve kaybedeni olmayan bu anlamsız savaş bizi çok yordu ve artık sona ersin! Sözünü ettiğim sahneler ise bunun, “Türk milleti” ve Türk ordusu açısından “onurlu bir son” olması gerektiği çağrısında bulunuyor. 

İşte film bu nedenle tam bir “açılım” filmi olarak anılmayı hak ediyor. Siyaset sahnesinde tanık olduğumuz “açılım”ın belli olan ve olmayan pek çok boyutunu filmde bulmak mümkün. 

Stanley Kubrick’in “Full Metal Jacket” filminden ve ABD yapımı başka savaş karşıtı Vietnam filmlerinden, bu filmlerin açıkça muhalif olan tavrını ayıklayarak yararlanmaya çalıştığı belli olan “Nefes”, “savaşa son!” diyor. Bu yönüyle, tıpkı “açılım” sürecinde ifade edildiği gibi, bu savaşın yeteri kadar cana mal olduğunu ve artık Türkiye’nin taşıyamayacağı boyutlara vardığını ifade ediyor. 

Öte yandan, yine tıpkı “açılım” süreci gibi, bu savaşın neden çıktığı, Türk ordusunun savaştığı insanların amaçlarının ne olduğu, Kürt halkının bu savaşta zulüm görüp görmediği gibi konularda pek bir ipucuna rastlayamıyoruz. Bu tutumuyla film, açılım sürecini, Kürtlere dönük devlet politikalarının ve  güvenlik aygıtının insanlık suçlarının sorgulanmasına kadar götürmek istemeyen resmi politikayla örtüşüyor.   

Filmde PKK timinin komutanı, üçüncü sınıfta tıp fakültesini bırakarak dağa çıktığı için “doktor” kod adıyla çağrılan bir erkek. Doktor ile Mete Yüzbaşı zaman zaman telsizden konuşuyor ve atışıyorlar. Yüzbaşı “neden dağa çıktın, gidip şehirde doğru dürüst çalışmak varken dağlarda domuz gibi öleceksin” diyor. Doktor ise, “siz bizim dilimizi yasakladınız, senin şehrinde yaşayacağıma kendi dağımda özgürce ölürüm” diyerek yanıt veriyor. Böylece Kürt hareketi en azından meşru talepleri olabilecek politik bir hareket olarak değil, biraz umutsuz ve eşkiyavâri bir hareket olarak yansıtılmış oluyor. Bir zamanlar haklılık payı içermekle birlikte artık bu taleplerin meşruiyetinin kalmadığını (dolayısıyla dağa çıkmaya da gerek olmadığını), komando birliğinde istediği gibi Kürtçe konuşabilen, göndere bayrak çekerken Kürtçe türkü söyleyecek kadar kendisini bu ülkenin ordusuna ait hisseden Kürt asker karakterinden anlıyoruz: Evet, bir zaman Kürtçe yasaklanmış ve bir hata yapılmış olabilir, ama artık herkes dilediği gibi Kürtçe konuşabildiğine göre neden hâlâ savaşıyorsunuz?

Yine “açılım” süreciyle paralellik arz eden bir husus daha var: Yaralanan gerillalar –yüzbaşının kadın gerillayı konuşturmak için boğazını sıkarak işkence etmeye başladığı, fakat doktor üsteğmen tarafından durdurulduğu ve helikopterle hastaneye sevk edildiği sahnede olduğu gibi– öldürülmüyor ve tedavi ediliyor; bir başka deyişle “şevkatle” karşılanıyor. Bu sahnelerin de açılım retoriğinde karşılaştığımız, TSK’nın ağır insan hakları ihlallerinin kurcalanmaması, aksine alabildiğine “insani” bir  görüntü verilmesi tutumuyla örtüştüğünü söylemek mümkün.

Sonuç olarak, “Nefes”, üzerinde durulması gereken bir film. Güneydoğu’da yaşamını yitirenlerin ve yaralananların, devletin ve ordunun şerefini koruyacak bir barış çağrısında bulunuyor. Fakat savaşın Kürtlerin kimliğinin hâlâ büyük ölçüde yadsınmasından kaynaklanan nedenlerini ve 25 yıldır bölgede yaşanan mağduriyetleri perdelediği ölçüde, bu barış çağrısı biraz kendi kendine yapılan bir çağrı gibi kalıyor. Filmi izleyen Kürtlerin önemli bir kısmının, özellikle Batı’daki Türk izleyicilerle tam olarak aynı duyguları paylaşacağını sanmıyorum. Mutlaka itirazları olacaktır diye düşünüyorum.