13 Şubat’ta ZNet’te, David Barsamian’ın Noam Chomsky ile yaptığı, “Türkiye Üzerine Tartışmalar” [[dipnot1]] başlıklı bir söyleşi yayımlandı. Söyleşi kısmi çevirilerle Türkiye medyasında da yer aldı. Söyleşiyi şöyle özetlemek mümkün: David Barsamian, 5 Ocak 2012’de New York Times’da yayımlanan ve Türkiye’de gazetecilere yönelik baskıları konu alan bir makaleyi [[dipnot2]] gündeme getiriyor. Söz konusu makale, Türkiye’de 97 medya mensubunun hapiste olduğunu ve son zamanlarda Türk Hükümeti’nin ifade özgürlüğü üzerindeki baskıları arttırdığını aktarıyor.
Noam Chomsky ise yaptığı yorumda, New York Times’ın böyle bir haber yapmasını ikiyüzlü bulduğunu belirtiyor. Chomsky’ye göre, Türkiye’de insan hakları ihlalleriyle ilgili böyle bir haberin New York Times’da yayımlanması büyük olasılıkla başka amaçlara hizmet ediyor. Noam Chomsky kabaca şu görüşü ileri sürüyor: Türkiye’de ABD destekli asıl büyük vahşetin yapıldığı 1990’larda New York Times bu ülkedeki insan hakları ihlallerinden hemen hiç söz etmedi. Şimdi söz etmesinin nedeni ise, insan hakları ihlalleri konusunda ilkeli bir tutuma sahip olması değil, Türkiye’nin Ortadoğu’da ABD’nin rahatsız olduğu, bağımsız bir politika izliyor oluşu. Elbette Chomsky ana-akım Amerikan medyasının ikiyüzlülüğü bir tarafa, Türkiye’de durumun kötüye gittiğini ve bunun protesto edilmesi gerektiğini de söylüyor.
***
Kendisiyle tanışma fırsatı bulduğum, aslen Diyarbakır-Türkiyeli bir Ermeni olan David Barsamian’ın N. Chomsky ile yaptığı bu söyleşi bende bazı kaygıların doğmasına neden oldu.
Elbette N. Chomsky Amerikan medyası konusunda genel anlamda haklıydı. Ama aslında durum 1990’lardan pek de farklı değildi. Yani, kitle katliamları, binlerce Kürt köyünün boşaltılması biçiminde olmasa da Türkiye’de “soft faşizm” olarak tanımlanabilecek ağır bir baskı dönemi yaşanıyordu. New York Times ise asıl kitlesel baskıları ve zalimlikleri haber yapmak yerine, sadece gazetecilere uygulanan baskıları aktarmıştı. Ama bunu bile çok sınırlı olarak yapmıştı: Gazeteciler üzerindeki baskılar, gerçekte çok daha kitlesel ve sistematik bir nitelik taşırken, New York Times haberinde sadece hükümete yönelik sistem içi eleştirilerin başını çeken iki gazetecinin, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmasına yer vermişti. [[dipnot3]] Haberde Kürt muhalefeti üzerindeki devasa baskıya sadece tek bir cümlede değiniliyordu: “Geçen Aralık ayında çoğu gazeteci olan 38 kişinin tutuklanması tepkilere neden oldu.”
Bu çerçevede, Noam Chomsky’nin görüşüne ne yazık ki katılmıyorum. Sanıyorum New York Times’ın Türkiye’de gazeteciler üzerindeki baskılara yer vermesi, esas olarak ABD’nin “Türkiye’nin bölgede izlediği bağımsız politika”dan rahatsız olmasından kaynaklanmıyor. Bu haberin esas işlevinin, yine 1990’larda olduğu gibi, son zamanlarda Ortadoğu’da tekrar Batı yanlısı bir politika gütmeye başlayan Türkiye’deki ağır baskı ortamını gözlerden saklamak ve Türkiye’ye yönelik eleştirileri, daha çok egemen güçler arasındaki iktidar çekişmelerinin yol açtığı insan hakları ihlalleriyle sınırlı tutmak olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da ne ölçüde “bağımsız” bir politika izlediği ise ancak başka bir yazının konu olabilir [[dipnot4]].
Diğer yandan, meselenin Türkiye’deki sistem-karşıtı muhalefet açısından son derece düşündürücü bir yönü var. Göründüğü kadarıyla, haklı olarak “dünya halklarının vicdanı” unvanını kazanan Noam Chomsky bile ülkemizde yaşanan ağır baskılar konusunda ayrıntılı verilere sahip değil. Demek ki Türkiye’de mevcut sistemi demokratikleştirme mücadelesi veren muhalefet maruz kaldığı baskılar konusunda uluslararası demokratik kamuoyunu bile yeterince bilgilendiremiyor.
Bu nedenle, bu yazıda, 12 Haziran 2011 genel seçimlerinden bu yana Türkiye’de, başta Kürt siyasal hareketine yönelik baskılar olmak üzere, her türden demokratik muhalefete uygulanan baskılara ilişkin verilere yer vermek istiyorum.. Umarım bu yazının, Türkiye’deki ağır baskılar konusunda uluslararası demokratik kamuoyunu bilgilendirmeye çok mütevazı düzeyde de olsa bir katkısı olur.
***
Türkiye’de 12 Haziran Genel Seçimlerinden Sonra Şekillenen “Soft Faşizm”
Türkiye’de genel seçimlerden bu yana yoğun bir baskı ortamı yaşanıyor. Bunun başlıca nedeni, seçimler sonrasında Türk Hükümeti ve askeriyesinin Kürt sorununu 90’larda olduğu gibi yeniden yoğun bir şiddet uygulayarak çözme politikasını benimsemiş olması.
Neden böyle bir politika değişikliğine gidildiğine dair kısa bir açıklama faydalı olabilir. Kürtlerin temel haklarını savunan Barış ve Demokrasi Partisi (BDP), seçimlere bazı sol-sosyalist partileri de içine alan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu altında katıldı. Blok, seçimlerde önemi bir başarı yakaladı ve 36 milletvekilliği kazandı.
BDP’nin seçimlerde önemli bir başarı yakalamasının (Blok, yüzde 6,6 civanında, yani 2 ila 3 milyon arasında oy almıştı) Kürt halkının taleplerinin reddedilmesini giderek güçleştirdi. Bunun iki nedeni vardı: Birincisi, BDP’ye yöneltilen “siz Kürtleri temsil etmiyorsunuz” argümanı artık anlamsızlaşmıştı. İkincisi ise, Kürt halkının sadece bazı temel demokratik haklar talep etmesiydi. Bu temel talepler, Kürtlerin bütün eğitim aşamalarında anadilde eğitim hakkının olması, Kürtlerin kültürel kimliklerinin anayasal güvence altına alınması, Kürt bölgesine özerlik tanınması ve özyönetimin güçlendirilmesi, hapisteki Kürt militanları ve siyasetçilerinin serbest bırakılması ve Kürt halk önderi Abdullah Öcalan’ın tek kişilik hücre hapsi yerine ev hapsine alınmasını kapsıyordu.
Türk Hükümeti’ni ve askeriyeyi korkutan bir başka nokta ise şuydu: 90’larda binlerce köyün boşaltılmasıyla kentlere göç etmek zorunda kalan Kürtler, Kürt bölgesinde ve ülkenin Batı’sındaki büyük kentlerde önemli bir siyasi güç haline geldiler. Nitekim, seçilen 6 Kürt milletvekillerine, önemsiz sebeplerle Meclis’e girme hakkı tanınmaması üzerine ülke çapında yüz binlerce Kürdün kitle gösterileri düzenlemesi, Kürt muhalefetinin hızla harekete geçebilen kentli bir güce dönüştüğünü gösterdi.
Terörle Mücadele Yasası
Elbette Türkiye devleti bu kitlesel muhalefete karşı önlemlerini daha 2006’da almıştı. 2006’da Meclis’te bir anti-terör yasası kabul edildi. Bu yasaya göre, Kürt halkının taleplerini basın açıklaması, gösteri yürüyüşü ve yazı yazarak destekleyen kişiler de, “terör örgütü üyesi olmamakla terör örgütü üyesi gibi” cezalandırılacaktı. Yasada öngörülen hapis cezası ise 10 yıla yaklaşıyordu.
Seçimlerden hemen sonra hükümet ve askeriye, Kürtlerin ve taleplerinin siyasal alanda iyice görünür hale gelmesi karşısında 90’lı yılların stratejisine geri döndü ve şiddetli bir baskı kampanyası başlattı.
Nisan 2009-Mart 2012 Dönemi Türkiye’de İnsan Hakları Bilançosu
Bu kampanya, BDP’nin yasal demokratik alandaki gücünü ve kitleselliğini kırmayı amaçladı. Silahlı mücadele veren PKK (Kürdistan İşçi Partisi) ile bağları oldukları gerekçesiyle sivil Kürt siyasetçi ve aktivistlerine dönük kampanyalar –AKP Hükümeti’nin “Kürt Açılımı”nın arifesinde– aslında Nisan 2009’da başlamıştı. 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri’nde Kürt siyasi partisi başarı kazanmış ve özellikle Kürt bölgesinde 99 belediye başkanlığı kazanmıştı. İlk operasyon da bundan yaklaşık 15 gün sonra gerçekleşti.
2011 Seçimleri sonrasında bu operasyonlar görülmemiş derecede yoğunlaştı. Artık Türkiye’de günde yaklaşık 10 Kürt aktivist gözaltına alınıyor ve tutuklanıyor. Anti-terör yasası kapsamında tutuklananlar, olağanüstü mahkemelerde yargılanıyor. Anti-terör yasasına göre, tutuklular bazen bir yıla varan uzun süreler boyunca mahkemeye çıkarılmıyor. Mahkemeye çıkarılana kadar neyle suçlandıklarını bilmiyorlar, çünkü “gizlilik kararı” nedeniyle avukatları dosyalara ve suçlayıcı delillere ulaşamıyor. Tutuklananlar, ilk 24 saat boyunca avukatlarıyla görüştürülmüyor. Suçlamalarda sanıklara karşı kullanılan deliller, büyük ölçüde yasa-dışı şekilde yapılmış olan telefon dinlemeleri kayıtlarından oluşuyor. Ayrıca, avukatlar suçlayıcı delilerle ulaşamazken, hükümet yanlısı ana-akım medya günlerce tutuklananlar hakkındaki bu suçlamaları yayımlayarak karalama kampanyası yürütüyorlar. Şu ana kadar tutuklanan sanıklarda silah ve benzeri şiddet araçları bulunamadı.
Aşağıda, bu operasyonlar kapsamında tutuklanan Kürt siyasetçileri, belediye başkanları ve aktivistlerle, ayrıca Kürt gazeteleri ve hukuk bürolarında çalışan gazeteciler ve avukatlarla ilgili rakamlara yer veriyor.
- Ekim 2012’de BDP Merkezi Hukuk ve İnsan Hakları Komisyonu’nun raporuna göre, Nisan 2009’dan Ekim 2012’ye kadar yapılan operasyonlar kapsamında 4.227 BDP üyesi tutuklandı. (Şu anda, Mart 2012 itibariyle, BDP’ye ve diğer Kürt kuruluşlarına yapılan operasyonlarda tutuklu sayısının 6.000-7.000 kişi arasında olduğu tahmin ediliyor.)
- Sadece 2011 yılının Mart-Ekim ayları arasında 4.547 gözaltı Kürt siyasetçi ve aktivist gözaltına alındı; bunların 1.806’ü tutuklandı.
- Tutuklananlar arasında yüksek oylarla seçilmiş BDP’li Belediye Başkanları, Başkan Yardımcıları, çeşitli şehirlerdeki BDP’li belediye meclis üyeleri, üst düzey parti yöneticileri, eski milletvekilleri, partiyi destekleyen yurttaşlar, insan hakları savunucuları, avukat ve gazeteciler bulunuyor.
- Sadece 28 Ekim 2011’de İstanbul BDP Siyaset Akademisi’ni hedef alan polis operasyonunda, akademide ders veren ve alan 23 kişi tutuklandı. Tutuklananlar arasında Siyaset Akademisi öğrencisi BDP’lilerin yanı sıra, akademide ders veren ve aynı zamanda BDP Meclis Anayasa Komisyonu üyesi olan Prof. Büşra Ersanlı ve ünlü yayıncı Ragıp Zarakoyu da vardı.
- 29 Kasım 2011’de hemen hepsi Kürtlerin tek kişilik hücrede tutulan lideri Abdullah Öcalan’ın avukatlığını yapan, ayrıca siyasi içerikli ve insan hakları ihlalleriyle ilgili davalara katılan 33 avukat tutuklandı.
- 24 Aralık 2011’de ise hemen hepsi Kürt medya organlarında çalışan 36 gazeteci tutuklandı.
Bu tutuklama kampanyalarının sonucunda birçok yerde BDP örgütleri ve BDP’li belediyeler çalışamaz hale geldi.
F-16’larla Gerçekleştirilen Uludere Katliamı
30 Aralık 2011’de Irak sınırına yakın Roboski (Uludere) köyünde yaşayan çoğunluğu çocuk 34 Kürt Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı F-16’lar tarafından bombalanarak öldürüldü. Resmi makamlar, başka geçim imkânı olmadığı için sınır kaçakçılığı yapan grubun, PKK gerillası sanıldığı ve “yanlışlıkla vurulduğu” açıklaması yaptı. Katliam, AKP Hükümet’i tarafından “operasyon kazası” olarak nitelendirildi. 34 Kürt kaçakçısı, Türkiye’nin İsrail’den satın aldığı insansız hava aracı Heron’ların geçtiği görüntüler üzerine havalanan F-16’lar tarafından 30 dakika arayla iki kez bombalanarak öldürüldüler. Şubat 2012’d bölgeye giden TBMM Araştırma Komisyonu’nun muhalefet partilerine mensup milletvekilleri, Heron’ların geçtiği görüntülerin çok net olduğunu ve tespit edilenlerin gerilla değil kaçakçı olduklarının açıkça görüldüğünü söylediler.
Baskılar Sadece Kürtlere Yönelik Değil
Son zamanlarda Türkiye’de yoğunlaşan baskıların sadece Kürt siyasi hareketine yönelik olmadığını, taleplerini dile getiren her kesimi kapsadığını da belirtmek gerekiyor. Örneğin, Mayıs 2011’de Gürcistan’a komşu, sol eğilimli bir ilçe olan Hopa’ya Başbakan Erdoğan miting yapmak için gelmişti. Bölgenin tek geçim kaynağı olan çay ve fındık üreticileri, ekonomik politikalar dolayısıyla Erdoğan’ı protesto ettiler. Göstericiler, Karadeniz bölgesinde akarsular üzerine yüzlerce hidroelektrik santrali yapıldığı için doğal çevrelerinin tahrip olmasını da protesto etti. Polis, göstericilere vahşice şiddet uyguladı. Bir emekli öğretmen kullanılan gaz sonucu öldü. En az 20 kişi “terör eylemi” suçlamasıyla tutuklandı. Başkent Ankara’da Hopa’daki polis şiddetini protesto edenlerden 95 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanlara işkence uygulandı. Göstericilerden 22’si tutuklandı.
***
Bir Anektod
Bu yazıyı kısa bir anektotla bitirmek istiyorum. Yaklaşık 6 yıl Bir Kürt yayınevi olan Aram Yayınları’nda çalıştım. Yayınevi yetkilimiz Fatih Taş 30’un üzerinde kitap dolayısıyla yargılandı. Ben ise daha şansıydım ve birisinde çevirmen, diğerinde ise editör olarak sadece iki kitap dolayısıyla yargılandım.
Yargılandığım kitaplardan birisi, N. Chomsky ile E. Herman’ın meşhur Rızanın İmalatı: Kitle Medyasının Ekonomi Politiği adlı eserleriydi. Yazarlar güncellenen giriş bölümünde Türkiye’de Kürtlere karşı “etnik temizlik” yapılını söylemişlerdi.
Bu münferit bir dava değildi. 2006 yılında liberal ve sol eğilimli aydınlara gözdağı vermek için ifade özgürlüğünü kısıtlayan onlarca dava açılmıştı. Bu davalarda birisinde “Türklüğe hareket etmekten” mahkûm edilip hedef haline getirilen Ermeni gazeteci Hrant Dink daha sonra öldürüldü.
Davalar, David Barsamian’ın sözünü ettiği New York Times’taki haber gibi, dünya basınında çok geniş şekilde yer buldu. Bunun nedeni, yargılananların değerli kurbanlar olmasıydı. Örneğin aralarında, sonra Nobel ödülü kazanacak olan Orhan Pamuk da vardı.
Oysa aynı yıl, Mart ayında Kürtlerin gayri resmi başkenti Diyarbakır’da gerçek bir halk isyanı patlak verdi. 10 kişi polis kurşunuyla öldürüldü. Öldürülenler arasında 78 yaşında bir ihtiyar, ikisi 8, birisi ise 9 yaşında üç küçük çocuk da vardı.
O sıralarda davaya verebileceği destekler konusunda Noam Chomsky ile yazışıyorduk. Bir gün, Diyarbakır isyanında ölenlerin Batı basınında pek yer bulamamasına şaşırdım ve N. Chomky’ye, “Batı’da ifade özgürlüğüne bu kadar önem verilirken, yaşama özgürlüğüne pek değinilmemesi garip değil mi?” diye bir mesaj attım. Noam Chomsky hemen gönderdiği cevabında şöyle demişti: “En kibar şekilde söylersek, Batı uygarlığı hiçbir zaman insan yaşamını dert etmemiştir.”
Bu yazıya konu olan, New York Times’da tutuklu gazetecilerle ilgili çıkan haber, Noam Chomsky’nin bugün de haklı olduğunu gösteriyor. İfade özgürlüğü davalarıyla ilgilenen New York Times, sayıları 7.000’e yaklaşan tutuklu Kürtlerle ve Uludere’de ABD’nin tedarik ettiği F-16’larla katledilen Kürt köylüleriyle aynı derecede ilgilenmiyor.