Çok sevdiğim yazar Dino Buzzati’nin Büyülü Öyküler kitabında “Fareler” adlı bir öyküsü vardır. Öykü, anlatıcının, yazları evine gittiği dostundan, bu yaz kendisini davet edemeyeceklerine dair bir mektup aldığını söylemesiyle başlar. Anlatıcı, arkadaşının yazlığına ilk gittiği yaz, bir fındık faresi görmüştür. Ancak dostuna söylediğinde konu kapatılır. Anlatıcı, ertesi yıl yine arkadaşının yazlığındadır ve tıkırtı duyar. Sorduğunda arkadaşı da karısı da ses duymadıklarını söylerler. Ancak bir süre sonra, bir kapan sesi ve fare viyaklaması duyulur. Ertesi yaz, yine dostlarına giden anlatıcı, bu kez evde iki iri kedi görür ve “demek sonunda bu kedileri aldınız, ne ziyafet çekiyorlardır kendilerine” der. Ama ev sahipleri “fare ile beslenecek olsalar ölürler, biz besliyoruz onları” derler. Ertesi yıl, bu iki kedi inanılmaz zayıflamışlardı. O akşam evin küçük oğlu, bodrumda yüzlerce fare olduğunu hem de farelerin kaplan gibi büyüdüğünü, kedilerin çok korktuğunu söyler. Daha ertesi yıl kediler yoktur. Tavan arasından tıkırtı değil patırtı sesleri gelir. Anlatıcı “fareler büyüdüler mi” deyince ev sahipleri kızarak evde kesinlikle fare olmadığını söylerler. Gerçeği söyleyen yine çocuk olur. “Hepimiz çok korkuyoruz, artık o kadar büyüdüler ki tek çare evi yakmak. Babam, o kadar korkuyor ki bodrum katına sucuk atarken gördüm.” Bir sonraki yıl çocuk, anlatıcıya fareleri gösterir. İğrenç, büyük ve korkunç, milyonlarca fare… İşte son olarak bu mektup… Galiba kimse giremez olmuş eve…
Giriş
Eğitimde olan biteni düşündükçe aklıma hep bu öykü geliyor, nedense… Biz yine çocuktan aldık haberi… Bu yazıyı eğitim sisteminde değişim dönüşüm adına yapılanların okullardaki yansımasını kısaca özetlemek için kaleme aldım. Yazı, ancak tabiri caizse okulun içinden bir haber niteliğinde. Son yıllarda eğitimde yapılan dönüşümler, takibi öğretmenler için dahi zor olacak kadar çok ve aceleye getirilmiş çalışmalardı. Değişimler, değişimin değişimi, geri dönüşler, geriye dönerken yolda bırakılanlar, bırakılmayanlar, muğlak ifadeler, muğlaklığa dayalı pratiklerin politik olarak tercihine dayalı süreçler…
Eğitimin Özelleştirilmesi
Hükümetin eğitim politikaları denilebilir ki, tüm icraatları gibi “kronik yandaş” tarafından alkışlanırken “kronik muhalif” tarafından topa tutuluyor. Olgulara, eğitim felsefesine, özgürlükçü, çokkültürlü bir pedagojik yaklaşımla bakmaya çalışan eğitimciler de tabiri caizse dumura uğruyor. Daha anlama, inceleme, olumlu olumsuz yanlarına dair söz söyleme fırsatı bulmadan bir diğer değişiklik geliyor. Tam anlamıyla YAŞAYARAK ÖĞRENME. 4+4+4 diye bilinen sistemin getirilişi olsun, ortaokulların girdiği SBS’den TEOG’a geçiş olsun, sonra onun da kaldırılması olsun, sonra tekrar getirileceği haberi olsun, seçmeli dersler olsun, kıyafet serbestliği olsun, ücretleri hayli düşen ve mantar gibi yayılan özel mahalle mektepleri olsun, pek çok konuda gözümüzün içine bakıp da bizden açıklama bekleyen velilerimize, konu komşumuza bir yanıt veremeyecek kadar içinde olduğumuz halde dışındayız sürecin. Bunda hükümetin diğer tüm konularda olduğu gibi muhatapları dışlayarak “çözüm” üretme politikası kadar, daha önce de çokça ifade edildiği gibi öğretmenler arasında 1980’den sonra gelişen anti-entelektüalizmin, neoliberal politikalarla bütün hücrelerimize sinmiş olan işimiz ile ideolojimizi ayrı tutmayı bir marifet sanmamızın da etkisi olduğunu düşünüyorum. Öyle ki özgürlük, eşitlik, barış, kadın hakları gibi can yakıcı konularda bütün sokak eylemlerine katıldığı halde ne yazık ki, öğrencisine şiddet uygulayan veya daha iyimser ifade ile okuldaki şiddete dost ahbap ilişkileri ile göz yuman, (araştırma yaptığım için rahatlıkla söyleyebilirim ki devlet ilkokullarında şiddet uygulayan öğretmen sayısı ne yazık ki hayli fazla), seçmeli derslerdeki baskıya dışarıda “hayır” dediği halde okulda susan, demokrat ve ırkçılık karşıtı olduğunu söylediği halde sınıfındaki yoksul Kürt öğrencilerden “bıktık bu Kürtlerden” diyerek bahseden, eğitim sisteminde yapılan değişikliklere dair facebook capslerinden öteye gitmeyen birkaç hamasi sözden daha ileri gidemeyen bir muhalif eğitimci profiliyle karşı karşıyayız. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”cıları, “gözlerimi kaparım vazifemi yaparım”cıları, “para para para”cıları, “hamdolsun bugünümüze”cileri, “köprüyü geçene kadar ayıya dayı”cıları, “ya sev ya terk et”çileri saymıyorum bile. (Yazı sorunlara bakma amacıyla yazıldığından her şeye rağmen vicdanını, özgürlüğe, eşitliğe inancını koruyan ve düşündüğü gibi bir eğitimci olmaya çalışan aslında tüm bu koşullarda bir öğretmenden çok bir sosyal işçi gibi çalışanları yazının bu kısmına almadım.)
Derken aslında araştırılmaya, tartışmaya muhtaç, bazısı tamamen kötü, bazısı üzerinde değişiklikler yapılarak olumlu sonuçlar alınabilecek köklü değişikliklerin tiryakisi olduk, diyebilirim. “Kronik yandaş”ın ya da “kronik muhalif”in işi kolay. “Çok iyi oldu Allah razı olsun!”la “Çok kötü yaptı şerefsizler!” arası bir ortamda alelacele sunulmuş değişiklikler, içinde ne yediğimizi bilmediğimiz bir sandviçe benziyor.
Toplumda 4+4+4 (piyasayı ört demek istiyorum ardından istemsiz) olarak bilinen Kesintili Eğitim 30 Mart 2012’de yasalaştı. Yasanın kendi gibi yasalaşması da pek çok antidemokratik uygulamayla oldu. Eylemlere, grevlere rağmen ne eğitimciler ne de veliler söz sahibi olabildiler. Hatta yasayı eleştirenler şiddetle susturulmaya çalışıldı. Eylemlere katılan öğretmenlere dönük polis şiddetinin yanı sıra, yasaya karşı çıkan bir velinin evine din dersi istemediği gerekçesiyle silahla saldırıldı. Kimilerince sırf AKP yapıyor diye karşı çıkılmış, eleştiriler teknik üç beş maddeye sıkıştırılmış, kimilerince eğitimde uzun yıllardır başlayan piyasalaşma sürecinin somut adımı olarak eleştirilmiş ve karşısında mücadele edilmiş olmasına rağmen, yasa yandaşlara 28 Şubat’la bir hesaplaşma olarak, tabiri caizse zamanında türbandan dolayı okuyamayan kadınların çocuklarını Kuran’la ve Hz. Muhammed’in hayatıyla eğitebilecekleri soğuk bir intikam yemeği olarak sunulmuştu. Ancak yasanın asıl hizmet ettiği yerin bura olduğundan kuşkuluyum. (Türbandan dolayı okuyamayan, okuldan veya işten atılan kadınların bu devletten bir alacağı olduğuna kişisel olarak inanıyorum, ayrı konu.) Hem öğretmen olarak 4+4+4’ü deneyimlemem bakımından, hem sendikada bu konuyla ilgili çıkan sorunları dinleme olanağım olması bakımından hem de etrafımda kendi çocuğum da içlerinde olmak üzere bu süreçte ilkokula başlayan çok sayıda çocuk olması dolayısıyla bu yasanın bir kuşağı heba ettiğini rahatlıkla söyleyebilirim.
Eğitimde süregiden değişimleri düşünürken ister istemez hafızam üniversite yıllarım ve öğretmenliğimin ilk yıllarına (1990’lı yılların sonu) doğru bir yol aldı. Belki sorunu tarihselleştirerek anlama çabası. Hafızam geriye gidiyor, sokağı ve eylemleri hatırlıyorum. Sessizce imzalanan uluslararası anlaşmaları. (MAİ, MİGA, GATS vs.) Birbirini destekleyen bu anlaşma ve kurumların o anlaşılmaz gibi duran kısaltmalarının ardında sermayenin küreselleşmesi olduğunu, bu anlamda en çok etkilenecek olan alanların eğitim ve sağlık hizmetleri olacağını okuyor, öğreniyorduk. Ne var ki o zaman, eğitim ve sağlık kurumları tam anlamıyla özelleşmiş sayılmazdı. Okullarda küçük küçük paralar toplanmaya başlamıştı. Eğitim-Senli öğretmenlerin çoğu önceleri bu paraları toplamıyorlardı. Zamanla devletin okula gönderdiği bütçe azaldıkça Eğitimsenliler de sessiz bir boyun eğme sürecine girdiler. “Eğitim vatandaşın hakkıdır ve parasızdır” söylemleri yerini “Ben katkı payı toplamam”a bıraktı. Bu süreçte zaten bu iş profesyonelce okul aile birliklerine devredildi. Böylelikle hem öğretmenlerin “çenesinden” kurtulmuş olundu hem de para daha “bulanık” bir alana aktı. Evet, başlangıçta bu paralar azdı. Maksat ayağınız alışsın. Alıştı da nitekim. Eğitimin devletin görevi, vatandaşın hakkı olduğu algısının kırılması böyle başlıyor benim hatırladığım. Okullar özelleşmeye başladı ve hızla devam etti. Okullar ve hastaneler şirketlere dönüştü. Bugün hastaneler CEO’lar ile yönetiliyor, sağlık ocaklarının vergi levhası var. Aynı süreç eğitimde de hızla gelişiyor. Nasıl olduğunu anlamadan her yeri özel üniversiteler kapladı. 90’ların sonunda “eğitim özelleştiriliyor, ileride çocuklarınızı okutacak okul bulamayacaksınız” deniyordu, gerçekten de çocuklarımızı gönderecek okul bulamadık. Devlet okullarında kayıt parası pazarlıkları milyarlarla açılıyor. Bu da yetmezmiş gibi tam gün çalışan anne baba, çocuğunu tam gün eğitim yapan bir devlet okuluna vermek isterse bunun aileye maliyeti yemek, etüt (adı etüt, aslı aile eve gelene kadar çocuğu avutma) ve servis ücreti ile beraber 500-750 lirayı buluyor. Diğer eğitim masrafları hariç. Bu seçeneği beğenmezseniz, tüm olanaklarınızı zorlayıp 10 ile 15 bin lira arasında yıllık ücret alan bir özel okul seçeneği sizi bekliyor, bu da servis dahil, ayda 1500 civarı. Biraz önceki devlet okulu seçeneğiyle kıyasladığında ebeveynler şöyle düşünüyorlar: “Bari özel okula göndereyim de çocuğum kalabalık sınıflarda yitmesin, kalabalıklarda merdivenden yuvarlanmasın, tuvalette tuvalet kâğıdı olsun, kendini insan gibi hissetsin, değerli hissetsin.” Görüldüğü gibi pek de pedagojik olmayan amaçlarla ve çaresizlikten. Tabii oturmuş bir eğitim anlayışı olan, çocuğun görece daha az ayrımcılığa maruz kalacağı, sanatsal ve bilimsel çalışmalarda daha zengin olanaklar sunan, toplumda belli bir itibarı olan, ancak yıllık maliyeti 40-50 bini bulan okullar da var. Eğer bu olanağınız yoksa sizi bir seçenek daha bekliyor. Çocuğunuzu ikili eğitim (sabahçı-öğleci) yapan bir devlet okuluna göndermek. Bu da çalışan ve dar gelirli ebeveynler için şu demek: Okul dışında kalan yarım gün, çocuğa kim bakacak? Sigortasız çalıştıracağınız ve minimum 600 – 700 lira vereceğiniz bir kadın elbette. Tabiri caizse sömürüldükçe sömürmek zorunda kaldığınız bir paradoks. 4+4+4’ün çıkmasıyla yakınımda pek çok eğitim emekçisi, olanaklarını zorlayarak çocuklarını özel okullara gönderdi. Hemen akabinde zaten dedikodusu yasayla başlamış olan “özel okullara destek yasası” çıktı.
Çalışmak zorunda olduğu için okula gelemeyen yoksul çocuklara destek olamayan devlet, özel okullara kişi başı 3500 lira destek veriyor. Piyasa gerektiği gibi beslendi, büyük ve itibarlı okullar İstanbul’da Anadolu yakasına ve Anadolu’daki illere şube açtılar. Semt pazarları gibi, semte göre parası değişen… Çok sayıda küçük özel okul açıldı ve desteklendi. Şimdi yasa “icabına baktığı” için geri çekiliyor. Ve yeniden 5+3+4’ü bekliyoruz. Bugünlerde döneceğine dair haberler okuyoruz. Önümüzdeki sene artık dilimiz alıştı, “kademeli olarak dönülecek”miş.
Okulların Dönüşümü ve Seçmeli Dersler
Dönüşüm… Bir sabah uyandık ve okullar Kafka’nın böceğine dönüşmüştü. Yoksa biz mi dönüşmüştük… 4+4+4 düzenlemesinde bir diğer önemli tartışma da dönüşümlerle ilgiliydi. İlköğretim okulları, ilkokul ve ortaokul diye ikiye ayrıldı ve ortaokullarda zorunlu din dersinin dışında seçmeli din dersleri kondu. İmam Hatip ortaokulları açıldı. Bu dönüşümün hem ideolojik hem pedagojik hem de günlük hayatı zorlaştıran olumsuz sonuçları oldu. Bütün toplumsal yapı, egemen ideolojinin hedefleri doğrultusunda biçimlendirilmek istendi. Yasa, tek bir dini inancı hatta mezhebi baskı unsuruna dönüştüren ve yine zaten var olan cins ayrımcılığını pekiştiren, antidemoktarik düzenlemelerle doluydu. Seçmeli/zorunlu din dersinin konması, imam hatiplerin sayısının artırılması işin vitrini. Hükümete oy veren kesimlerin dahi imam hatip gibi bir beklentisi yoktu. Ve çoğu çocuklarını bu okullara vermedi. Hükümetin imam hatip ortaokullarına, halk itibar etmedi yani. “İmam hatibe dönüştüreceğiz” dedikleri okulların bir kısmını tepkilerden dolayı dönüştürmediler. Bir kısmını da kayıt olmadığı için. Açtıklarının bazılarına idareci ve öğretmen atadılar, ama hiç öğrenci yoktu. İmam Hatip liseleri de benzer şekilde. (Bir ya da iki itibarlı imam hatip lisesi kaldı) Tuzu kuru yandaş seçmen, çocuğunu piyasada onca okul varken imam hatibe vermedi. Kıyafet serbestliğinin çıkmasıyla sırf türbandan dolayı imam hatiplere giden öğrenciler de akademik liselere geçtiler. Zaten çaresiz ve yoksul halkın çocuklarıydı hedeflenen. “Çocuğunu imam hatipimize verene, kayıt parası yok, bitti mi okul forması bizden, bitti mi, bitmedi, yemek içmek bizden, bitti mi yoo…” kampanyaları, yine aynı kesimi hedefledi. Kampanyalar, camilerde, sokaklarda boy boy afişlerle örgütlendi. Bir tür seçmeli/zorunlu dersler gibi. Bir kısım halk için bu okullar da seçmeli/zorunlu oldu. İşsizliğin ve yoksulluğun dibine vurmuş bir halk için bu okulların ekonomik avantajları vardı, üstelik inançlı çocuklar yetişecekti. Din dersi ve Siyer öğretmenlerinin sohbetlerinde bizzat dinledim. Onlar dahi gitmek istemiyorlar. “Her türlü sorunlu öğrenci orda diyorlar.” Sistemin tam da ihtiyacı olan itaatkâr yoksul “köleler”/emekçiler. Bir tür “kölelik” için terbiye edilmiş genç insanlar. (Beni affedin gençler! Size değil size yapılmaya çalışana sözlerim.)Yoksa nasıl Soma’da fıtrattan bahsedebilecekler… Nasıl o insanlık dışı koşullarda, tedbirsiz, düşük ücretle çalıştırılırken üzerlerinden dünyada rekor kıracak seviyede kâr elde edildiğini bilmeden ölecekler ki?
Bir de ortaokullarda ve liselerde seçmeli/zorunlu din dersleri meselesi var. En çok seçilen dersler sırayla şöyle: Hz. Muhammed’in Hayatı, Kuran-ı Kerim, Matematik Uygulamaları, Zekâ Oyunları, Drama… Toplamda listede olan 15 ders içinden [1] öğrencilere telkin edilen Kuran, Hz. Muhammed’in Hayatı ve Temel Dini Bilgiler dersler. Kimi okullarda bu üç dersin dışında tercih yapan öğrenciler “öğretmen yok” ya da “sayınız yeterli değil” şeklinde engellendi. Çoğu okul ise bu dersleri seçmeyenler için başka ders paketleri hazırlıyor. Yani öğrenci, sadece Kuran seçip yanı sıra İnsan Hakları dersi alamıyor. Bazı okullarda, din dersi ağırlıklı tercih yapmayanların olduğu öğrenciler, belli sınıflarda toplanıyor. Kuran, Siyer gibi dersleri seçen öğrenciler “biz Allah’a şükür din setini seçtik” diyorlar. Böyle olunca öğrenciler arasında bir yaftalama ve ön yargı oluşuyor. Kimi okullarda idareciler, sınıflara girip “Aleviyseniz din dersi setini seçmek zorunda değilsiniz” deyip güya özgürlükçü gibi davranarak öğrencilere şu mesajı veriyorlar: “Bu dersi Aleviler istemiyor. Siz Alevi değilseniz seçin.” Oysa çocuğun en temel haklarından biridir inancını açıklamak zorunda kalmaması. Bu dersler sayesinde kaç din öğretmenin istihdam edildiğinin tam bir rakamı yok bende, ancak bir hayli artmış olmalı. Hani her okulda bir din öğretmeni olurdu, şimdi her okulda en az 6-7 din öğretmeni var.
Bu bağlamda yakın zamanda olan grev ve boykot yanılsamasına da bir bakmak gerektiğini düşünüyorum. Aslında zorunlu din derslerine ve Sünni ve devletçi bir İslam yorumuna karşı yapılan 13 Şubat Boykotu bu anlamda çok önemli olabilecekken Ömer Faruk Kurhan’ın “Laik ve Bilimsel Eğitim İçin Boykot” yazısında belirttiği gibi[2] Alevilerin bir alt kültür tuzağına daha düşmeleri/düşürülmeleri ile maalesef başarısız olmuştur. 13 Şubat Boykotu “Aleviler olarak okullarda bizlere belli bir İslam anlayışının dayatılmasına itiraz ediyor ve bu nedenle bir boykot eylemi düzenliyor, inanç özgürlüğüne saygılı herkesten destek bekliyoruz” denmesiyle anlamlı olabilecekken, benim de eylem öncesi sendikanın yayınladığı afişlerle nerdeyse greve katılmamı engelleyecek kadar kızdıran bir üslupla sürdürüldü. Afişte “türban dayatmasına, okullarda mescit açılmasına vs… karşı grevdeyiz” gibi bir dil vardı. Gerçekten de yıllardır ısıtılıp ısıtılıp önümüze konan ve bitmeyen laik Kemalist eğitim aşı. İşyerinde sendikanın bu dilini eleştirdiğimi belirterek, Alevilerin başlattığı bu boykota destek vermek için greve katıldım. Ne yazık ki tüm eylemlere katılan kemik grup dışında katılan olmadı. Daha da fenası, boykot kısmı benim çalıştığım okulda hiç olmadı. Lise hareketlerinin belirleyici olduğu birkaç okulda boykota katılım olduysa da genelde güçlü bir eylem olamadı. Hatta Eğitimsen içindeki Alevi öğretmenlerin katılımı dahi düşüktü.
Seçmeli Dersler ve Sömürü
Seçmeli derslerin konması okullardaki ders saatini artırdı, günde 6 saat olan ders saati 7 ve 8 saate kadar çıktı. Bu aslında pek de konuşulmayan büyük sorunlara yol açtı. Sabahçı çocuklar daha gün ışımadan yola çıktılar. Seçmeli dersleri olduğu için, ortaokul öğrencileri geç saatte okuldan çıktılar. Öğlen onların çıkmasını bekleyen “mini mini birler” akşam altı buçuk yedi arası okuldan çıkabildiler. Diğer yandan dönüşümler nedeniyle, evinin dibindeki ilkokul kapanınca, ailelere bir de servis masrafı çıktı.
İşin bir de emek cephesi var ki, orda da işler pek vahim. Çok sayıda öğretmen, ihtiyaç fazlası duruma düştü, özellikle ilkokulların 5 yıldan 4 yıla inmesi on binlerce sınıf öğretmenini mağdur etti. On binlerce öğretmen norm fazlası duruma düştü. Atama bekleyen sınıf öğretmenleri ise atanamadı. Okul hizmetlileri ise yine bu sorunlardan en çok etkilenip hiç konuşulmayan bir kesim oldular. Artan ders saatleri nedeniyle uzun saatler herhangi bir mesai almadan çalışmaya devam ettiler.
Seçmeli Kürtçe Dersi
2012’den beri eğitimde yapılan değişikliklerin en önemli ayaklarından birini ortaokullardaki seçmeli dersler oluşturuyor. Yasa çıktıktan sonra 2012’de 2013’te bölgede anadilde eğitim talebiyle boykotlar yapıldı. “Biz artık bu suça ortak olmayacağız” diyen öğretmenler de derse girmediler. Ancak bu eylemler güçlü örgütlenemedi. Aynı dönemde hatırlanacağı gibi büyük bir açlık grevi yaşandı cezaevlerinde. Anadilde eğitim de eylemin demokratik taleplerinden biriydi. “Anadilde eğitim.” Bu kadar insani bir hakkın elde edilmesi için aylar süren ve ölümlerin başlayacağı günlerde tam 68. günde İmralı’dan gelen haberle biten eylem. Üç yıldır anadilde eğitim konusunda bir gelişme yaşanmadı, ancak Kürtçe üç öğretim yılıdır seçmeli dersler formunda “Yaşayan Diller” başlığı altında öğrenciye sunuluyor. Kurmanci, Zazaki, Abhazca ve Adigece de bu diller arasında. Anadilde eğitimin vazgeçilemez bir hak olduğunu kabul etmekle birlikte, seçmeli Kürtçe dersinin, özellikle Kürtçe bilmeyen Kürtler için, yakın dönemde İstanbul’a (Batıya) göç etmiş ailelerin çocuklarının kaybolmak üzere olan dillerini yeniden kazanmaları için –ki bu çocuklar memleketlerinde en yakın akrabalarıyla artık iletişim kuramıyorlar, Kürt olmadığı halde bu dili öğrenmek isteyen bütün çocuklar için olumlu bir gelişme olduğunu düşünüyorum. Tabii bir de uygulamaya geçilse. Devletin uygulamayı zorlaştıran pratikleri olduğu gibi, bu derslerin uygulanmasını sağlayacak örgütlü bir halk inisiyatifi de gelişemedi. Sendikalar da bu konudan uzak durdular. 10 kişinin istemesi zorunluluğu vardı, bunu aşmak için belki çocuklarımızı okullara kaydetmeden belli veli inisiyatifleri örgütlenebilirdi, ancak bildiğim kadarıyla bunlar olmadı. Bir diğer sorun öğretmen yokluğuydu. Sayısı çok yeterli olmamakla birlikte üniversiteler, eğitim programlarıyla, bir tür usta öğretici yetiştirdiler. Başlangıçta Kürtçe bilen Türkçe öğretmenlerine de bu dersler verilecekti, sanırım uygulanmadı. Sanırım diyorum çünkü uzunca bir süredir bu konuda net bilgiler verebilmek için araştırma yaptım. Hiçbir net bilgiye ulaşamadım. Seçmeli Kürtçe dersini, kaç öğrencinin seçtiği, kaç öğretmenin olduğu, bu öğretmenlerin formasyonları, derslerin sonuçları gibi bilgiler “karartılıyor”. Milli eğitimin hiçbir sitesinde bilgiye erişemedim. Eğitim Sen’in sitelerinde de bu konuda bir çalışmaya rastlayamadım. Bu hususta merak ettiğim soruları soran bir belgeyle nihayet webteki çılgın sörfümde tesadüf ettim. HDP’li vekilin TBMM’ye sunduğu yönerge[3]. Onların da hükümetten net bir bilgi alamadıklarını anlamış oldum. Kürt kurumlarının bu konuda kendi bilimsel verilerini oluşturma arşivleme gibi bir çalışmasına da rastlayamadım. Bu konuda çeşitli web gazetelerinde ya da gazetelerin web sayfalarında birbirini tutmayan bilgilerle karşılaştım. Bu spekülatif bilgilerin ortalamasıyla belli bir fikre ulaşmayı denedim. Mardin Milli Eğitim, (elimizdeki en net veri gibi duruyor) Mardin’de 6 binden fazla öğrenciden söz ediyor. Hükümetin bir açıklamasında Kürtçenin en çok Diyarbakır’da seçildiği belirtiliyor, ancak rakam 3 bin veriliyor. Bazı yazılarda ülke genelinde 150 bin öğrencinin Kürtçeyi seçtiği söyleniyor. Mardin Artuklu Üniversitesi Yaşayan Diller Enstitüsü Müdürü ve Kürdoloji Bölümü Koordinatörü Prof. Dr. Kadri Yıldırım'ın verdiği gayri resmi bilgilere göre ise, bu sene barış süreciyle birlikte boykotun da olmaması nedeniyle Kürtçe seçmeli derse 150-200 bin kişi başvurdu. Bu rakam bir önceki yıl 20 bin’di. İstanbul’da Kürtçe seçenlerin sayısının da 200-300 civarında olduğu söyleniyor.
Geçen sene Mardin Artuklu Üniversitesi Yaşayan Diller Enstitüsü Kürdoloji Bölümü tezsiz yüksek lisans programından 500, Diyarbakır Dicle ve Bingöl Üniversitesi'nden 300, Muş Alpaslan Üniversitesi'nden 100 olmak üzere bir yıllık eğitimin ardından 900 Kürtçe öğretmen adayı mezun olduğu da bu belgesiz bilgilerimin arasında. Bilgiye erişebilmek dileğiyle…
Mini Mini Birler
Eğitimle ilgili yapılan değişikliklerden en çok tartışılan ise 5, 5-6 yaşındaki çocukların ilkokula zorunlu olarak başlatılmasına dair yapılan düzenleme. Yasaya göre 60 aydan 68’e kadar velinin isteğine bağlı, 68 ay ve sonrası ise zorunluydu. Tüm eleştirilere rağmen yasa 2012’de bu haliyle çıktı. Ve bence dilim de varmıyor söylemeye, ama 2013’de okula başlayan bir nesli heba ettiler. Yasa muğlak bir biçimde uygulamaya kondu. 1 ay sonra yasanın bu kısmı değişti ve çocuğun 69 aylık olduğunda okula başlaması zorunlu hale getirildi. 83-85 aylık çocuklarla 60-68 aylık çocuklar aynı anda ilkokula başladılar. Duygusal, zihinsel ve fiziksel gelişimleri son derece farklı olan bu çocuklar aynı sınıfta aynı müfredata tabi tutuldular (ki o pedagoglar o yaşlar için 6 ayın dahi bir dönem sayıldığını söylüyorlar). Dolayısıyla yasa nedeniyle 68 aylık başlayan kızım gibi binlerce çocuk kendinden 1-2 yaş büyüklerle aynı sınıfta olmanın bedelini, başarılı olsalar dahi hiçbir zaman “onlara” yetişemeyeceği hissi ve bastırmak zorunda kaldıkları oyun isteği/hakkının gaspıyla ödemiş oldular. İlk yıl oyun ağırlıklı geçecek denmesine rağmen, öğretmenler bir hafta oyun oynattıktan sonra yeni yaş grubuyla eski müfredatı uyguladılar. Okul koşulları oyun, sanat ve spor etkinliklerine uygun değildi, öğretmenler yeni yaş grubuna dair bir formasyon almamışlardı ve müfredat yenilenmemişti.
Eğitimciler ve çocuk gelişimciler 5.5 yaşındaki çocuklar için 40 dakika sınıfta sadece oturmanın zorluğuna, ince motor becerilerinin yeterli olmayacağına, özbakım sorunları yaşayacaklarına dair haklı uyarılar yaptılar. Okulların teknik donamını bu yaş grubu çocuklar için yetersizdi ve bu iki yılda da yetersiz olmaya devam etti. Merdiven basamaklarının ölçüsü, tuvaletlerin, lavaboların boyu, okul sıraları vs. aynı okulda sabah okuyacak ortaokul öğrencilerine göre yapılmış olduğu için küçük çocuklar için uygun değildi. Sınıfların kalabalıklığını, çıkış saatlerin geçliğini de eklediğimizde okullar bu çocuklar için bırakın eğitimi güvenli dahi değiller. Son on yılda okullardaki fiziki yapı yetersizliği nedeniyle 15 çocuğun yaşamını yitirmiş olduğunu düşünürsek bunun ciddi bir sorundan olduğu bariz.
Staj Yönetmeliği
Hükümetin eğitimde dönüşüm paketlerinden yine piyasa için sürprizler çıktı. Bu meslek okulu öğrencileri ile işletmeleri ilgilendiren bir düzenleme. İşletmeler önceden çalışan sayısının % 10’u kadar stajyer öğrenci çalıştırabiliyorken yasa değişikliğiyle bu sınırlama kaldırıldı. Devlet, yeni staj yönetmelikleriyle piyasaya ucuz işgücü sunmanın derdinde. 16-17 yaşında gençler staj adı altında piyasaya sunuluyor. Yetişkinlerin bile iş güvenliğinin ve sosyal haklarının olmadığı ortamda bu çocuklar piyasanın sert koşullarına atılıyorlar. Ticaret Lisesi ve Endüstri Meslek Liselerinde de çalıştığım için yakından biliyorum ki, bu çocuklar 300 liraya köle gibi çalıştırılıyorlar, haftada sadece bir gün okula geliyorlar. Günde 10-12 saat çalışıyorlar. Ailelerin ekonomik durumu bir yandan, iş bulmak için bu deneyime ihtiyaçları olması bir yandan. Ekonomik sömürünün yanı sıra patronun “eline düşmüş”, genç, otorite veya para karşısında henüz kişisel tavırlarını deneyimleyememiş, ergenliği henüz atlatamamış, korku ve bastırılmışlıklar içerisindeki bu çocukların gittiği işyerlerinde sıklıkla cinsel istismara veya şiddete uğradıklarını öğreniyoruz. Kimi zaman zorla, tacizle karşılaşan çocuklar kimi zaman paranın ve otoritenin karşısında boyun eğiyor, “gönüllü” sandıkları ilişkilere itiliyorlar. Her şekilde istismar ediliyor ve haksızlığa uğruyorlar.
Dershanelerin Dönüşümü
Son olarak dershanelerdeki dönüşüme de kısaca değinmek istiyorum. Yine cemaat ilişkileri nedeniyle hayli gündemde olan bir konuydu. Memleketi “sallayan” pek çok konunun/kutunun açılmasına neden olan dershaneler konusu. Aslında iki tarafa da bu denli güçlü hamleler yaptırması rantın ne denli büyük olduğunu anlamak için yeterli. Eğitim piyasası oluştu, yasalarla beslendi ve güçlendi, korumaya alındı, şimdi bu para kimin elinde olacak. Dersaneler kapatıldı mı? Aslında bugünlerde iyice açığa çıktı ki, koca bir “HAYIR”. Peki ne oldu? El değiştirdi, onay alabilenler Temel Liselere dönüştürüldü. Böylece dershanenin elinden alınacak diye söz verilen çocuk, okuldan oldu. Dershanelere kaldı. Dershaneler, aynı binalarda, biraz yenilemeyle, aynı mantıkla, lise statüsü kazandılar. Hani çocuklar dershaneden kurtulacaktı derken bir baktık okuldan kurtulmuş oldular. Bir taşla iki kuş. Piyasaya kâr devlete de eğitimi sırtından atmak gerek. Bu yine en yoksul öğrencilerin okulda kalacağı, dünün dershanesi bugünün Temel Lisesinin veliden aldığı paraya ek olarak 3500 lira özel okul yardımı alacağı anlamına geliyor. Yani geçen yıla kıyasla daha da zenginleşeceği. Alt yapısı okula dönüşmek için uygun olmayanların piyasada kendine edindiği yer ise daha fena. Okullarda okul çıkışı bir tür taşeron firma gibi çalışacaklar. Okul kurslarını üstlenecekler. Hiç fena değil. Okul var, tahtası var, tuvaleti, kantini var. Neden olmasın. Yazının sonuna geldiğimde kendimin de bir kez daha anladığı bir şey oldu. Paran kadar eğitim, paran kadar hak, paran kadar eşitlik, paran kadar özgürlük…
Sonuç
Bu yasanın en fena yanlarından biri bana göre eğitimin kamu hizmeti olmaktan çıkarılıp piyasa ilişkileri içine çekilmesi ve ticarileşmesidir. Zorunlu eğitimin bu yasayla 12 yıla çıkarılması devlete değil vatandaşa zorunluluk gibi. Devlet vatandaşa çocukların eğitimi “güvencem altında” demiyor. Sen çocuğunu ne yapıp edip 12 yıl okutacaksın, diyor. Gerçek anlamda devletin zorunlu eğitimi üstlenmesi, demokratik ve eşitlikçi bir eğitim çerçevesi gerektirir. Kamusal eğitim tam da bu yanıyla parasız, laik, demokratik, bilimsel, çokkültürlü ve çeşitlilikten yana olarak kurgulanmalıdır. Çocuğun sahibi ne devlettir ne de aile. Temel eğitimden yararlanmak, bireyin kapasitesinin tüm yönlerinin geliştirilmesi insanlığın tarihsel bir kazanımıdır. Bu kazanımların yitmesiyle sınıfsal ayrım derinleşmekte. “Ben okumadım, çalıştım çabaladım çocuklarımı okuttum.” hikâyeleri tarihin derin sularına gömülecek gibi görünüyor. İşçinin çocuğu işçi, memurun çocuğu memur olacak, zengininki daha zengin. Okuyacakları okullar eskisine göre keskin biçimde ayrışmış durumda. Yelpaze dilediğimizce açmaya müsait.
Son Söz
Okulların piyasaya açılışını trajikomik bir deneyimimle bağlamak istiyorum. Son üç yılda çalıştığım okullardan biri de Ticaret Lisesiydi. Artık adından mı bilinmez, okula girişte sizi çay ocağında öğretmenlerin satışa sunduğu zeytinyağları, nar ekşileri, pul biberler bekliyor. Öğretmen odasında birinin çantasından Aydın’dan kendi ailesinin bahçesinden getirdiği inciri, diğerinin Malatya kayısısı çıkardığını görüyorsunuz. Temiz gıdaya ulaşmanın ayrı bir sorun olduğu memlekette, öğretmenin de ek gelire ihtiyacı olması gerçeği birleşince demeyin satışlara. Portakal mı dersiniz, mandalina mı, ben ayrıldıktan sonra avokado satışı da başlamış.
[1] Seçmeli dersler için bkz. http://mebk12.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/02/02/710300/icerikler/2014-2015-egitim-ogretim-yl-secmeli-ders-secimi_1292035.html
[2] http://fkurhan.blogspot.com.tr/2015/02/laik-ve-bilimsel-egitim-icin-boykot-16.html#more
[3] HDP’nin verdiği soru önergesi için: http://www.imctv.com.tr/2015/01/28/66050/atanamayan-kurtce-ogretmenleri-meclise-tasindi-2