Hükümete dönük "yolsuzluk" operasyonu karşısında nasıl bir tavır almak lazım? Seyretmek, desteklemek, karşısında olmak seçenekleri işe yaramıyor. Bir kenara çekilip seyretmek acizliğin ifadesidir; siyasi bir duruş olamaz. Desteklemek ya da karşısında olmak ise birilerinin yedeğine düşmek anlamına gelir.

Güya yolsuzluk karşıtı ve güya hukukun üstünlüğüne saygılı demagojilerin, Hoca Efendi'nin organize ettiği beddua ayinlerinin peşine takılmamak aklı selim davranmanın gereğidir. Söz konusu kapitalizm olduğunda her daim ve her fırsatta sistemik bir vaka olarak yolsuzluğa karşı olmak, güncel olarak darbe girişimini teşhir etmek ve karşısında olmak gerekir.

Belli ki sistem karşıtı olduğunu iddia eden politik muhalefet bir karmaşa yaşıyor. Netliğin oluşturulması kolay değil; çünkü yapılması gereken ile yapılması gerekeni yapma gücü arasında bağ kurmak gerekiyor; siyaset böyle bir şey. Atıp tutarak olmuyor. Sözgelimi "Erdoğan-cemaat çatışmasını hükümet üzerinde istifa baskısı kurmak için kullanalım, sokaklara taşalım demek, "yolsuzluk" operatörlerinin değirmenine su taşımaktır.

Toplumsallaşma krizi yaşayan Türk sol ve liberal çevrelerde meze olma siyasetini kabullenme eğilimi yaygın. Bu siyasetin reel beklentileri, ancak MHP-CHP koalisyonu ya da Abdullah Gül – cemaat koalisyonu olabilir. Solcular birincisine, liberaller ikincisine hizmet eder konuma yerleşir. Elbette bir AKP-MHP ve hatta AKP-CHP koalisyonu da olasılık dâhilinde olabilir. Fakat bütün senaryolar, Erdoğan'ın tasfiye edildiği ve tek başına hükümet olamayacak bir AKP üzerine kurulmak zorunda. "Yolsuzluk var!" denilerek örgütlenen darbe sürecinin amacı da bu zaten.

Kürt hareketi doğası gereği, fırsat bu fırsat yolsuzluk ifşaatlarının üzerine atlamak yerine, operasyonun komplocu boyutu ve olası sonuçlarına odaklanıyor. Her nedense operasyonla ilgili olarak açıkça "Yolsuzluk bahane..." diyemeyen BDP/HDP bir kenara bırakılacak olursa, Kürt hareketinin önde gelen bazı sözcüleri şu noktaya dikkat çekiyor: Barış ve demokratikleşme siyasetini içine sindiremeyen hükümet, bu tip operasyonlara karşı koyamaz ve nihayetinde çöküşe sürüklenir. Ya demokratik hamleler yapacak – ki bu yolsuzluğun geriletilmesi için de gereklidir – ya da kaçınılmaz olarak altı oyulacak.

Çözüm sürecinde ısrarlıyım diyen fakat demokratikleşme yerine otoriter / faşizan bir yönetim anlayışında ısrar eden hükümet, haklı sayılabilecek komplo kaygılarına toplumu da bulaştırıyor. Gezi direnişinin kitleselleşmesini tetikleyen ne Gülen cemaati ne de bu cemaati yöneten güçlerdi. Tetikleyen hükümetin otoriter/faşizan uygulamaları ve söylemleriydi. Sonrasında gelişen ve yer yer seküler isyana dönüşen olaylarda Alevi gençlerin kritik bir rol oynamasının nedeni ise, geleneksel Türk-İslam faşizmine isyandan başka bir şey değildi.

AKP'li kadrolar Türk-İslam faşizminden uzaklaşmadıkları sürece, ne Kürtlerle ne seküler toplumla ne de seküler hareketin en dinamik kesimini oluşturan Alevilerle barışık bir siyaset izleyebilir. Türk-İslam faşizmini yumuşatmak gibi bir rolleri olduğuna kuşku yok. Fakat kritik eşiği geçemiyor ve toplumun ihtiyaç duyduğu asgari demokratik çizgiye yerleşemiyorlar. Bu sürdürülemez bir pozisyondur.

Sıkıştıklarında Hoca Efendi'ye koşturan, "Erdoğan gitsin Gül gelsin!" diyen çakma liberaller ve özel operasyon hizmetlisi iliştirilmiş "gazetecilere" karşı ajitasyon ve propaganda siyaseti çözüm değildir. Ancak günü kurtarmaya yarar. AKP ya kendi içinde Türk-İslam faşizmini tasfiye etmenin yolunu bulacak ya da kendisi tasfiye olacak.

Türkiye'de açık bir darbe girişimi yaşanırken, AKP karşıtı muhalefetin içine düştüğü absürtlüğü de tespit etmek gerekir. Mesela Gezi direnişini yönetmeye aday olmuş, ama her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmış Taksim Dayanışma yine sahne almış. İstanbul'daki Kent mitingine dönük slogan şöyle: "Yağmaya, Soyguna, Talana Karşı Dayanışmaya Devam..." En komiği de takılmış plak gibi "Bu daha başlangıç..." demekten vazgeçemiyor oluşu.

Gerçekte olan biten, "paralel" siyasete devamdan başka bir şey değil. AKP karşıtlığına indirgenmiş ve sistemi sorgulamaktan aciz bir muhalefetin varıp varabileceği nokta budur. "Yolsuzluk" adı altında düzenlenen darbeyi görmezden gelmek zorunda kalır ve paralele düşer. Siyaset yapamıyorlarsa, sosyal medyadaki hiciv kültürüne katkı sunsunlar. Hiç olmazsa sanatsal bir getirisi olur.

Sadece Taksim Dayanışma ve benzer tavır sergileyen siyasi çevreleri eleştirmek yanlış olur. Mesela, Gezi sürecinde şekillenen yerel bazı inisiyatiflerin hislerine tercüman olmak üzere yayın hayatına atılan Park Gazetesi'nin mitinge dair attığı başlık şöyle: "Yolsuz hükümet, mahalleme dokunma!" Her nedense, mahallelerde yaşanan sorunların "yolsuz hükümet" ile sınırlı olmadığını, iktidarı ve muhalefetiyle sistemle alakalı olduğunu bir türlü keşfedememişler. Bu da hislere tercüman olmak değil, his yönetimi oluyor.

Siyasetçilerden umudunu kesmiş bazı muhalif köşe yazarları "Ne yapmalı?" sorusuna daha farklı yanıtlar arıyorlar. Sıkıntı basmış durumda; hükümete yüklensen bir dert, yüklenmesen bir dert. Asıl sorun: Ortada güven veren, paralele düşmeyecek, kapsayıcı bir muhalefet yok.

Aslında göze alınması gereken belli: Sistem karşıtı bir muhalefet kanalı açmak. Bu noktada karşımıza, darbeci ve ırkçı yapısıyla CHP'nin ana muhalefet iddiası nasıl elinden alınabilir meselesi çıkıyor. Bu üçüncü yol olarak görünebilir, fakat öyle değildir. Türkiye'de siyasetin temel sorunu, ana muhalefet niteliğinde gerçek bir barış ve demokrasi hareketinin inşasıdır.

Devletin kurucu bileşenleri arasında cereyan eden iktidar-muhalefet oyunlarına alet olmamak gerekir. Kiminle ne kadar uzlaşma olur, anlaşma yapılır bunun güncel ve somut tek ölçüsü vardır: Barış ve demokratikleşme. Siyaset sahasında bu bakış açısı oturtulmadığı sürece, Türk devletinin sürdürülemez niteliğini açığa çıkarmanın ve alternatif geliştirmenin imkânı yoktur.

HDK'nin Gezi sınavı iyi değildi. Sadece Sırrı Süreyya Önder geçici bir etkinlik sergileyebilmişti. Bugüne gelindiğinde, HDP'nin de iyi bir sınav veremediği görülüyor. Çünkü ana muhalefete oynama iddiası yok. İndirgemeci ve fırsatçı AKP karşıtlığının türevi siyasi yaklaşımları bünyesinde taşımaya devam ediyor. Yüksek siyasete endeksli Türk solu açılımı, nihayetinde CHP'ye bağımlılığı ve paralele düşmeyi getirir.

İstanbul'da CHP ile ortaklaşma arayışlarını terk edip bağımsız aday çıkarılması çok doğru olmakla birlikte, bu çizginin daha tutarlı ve iddialı hale getirilmesi gerekir; ta ki, iktidarıyla muhalefetiyle Türk siyaset dünyasında ırkçılığın beli kırılana kadar. Yani İlkeli olmak gerekir. "Yolsuzluğa Hayır! Irkçılığa müsamaha gösterilebilir" siyaseti çıkar yol değildir. Aksi takdirde Kürtlerle yollar mecburen ayrılır – ki siyaseten yüksek değil ama toplumsal pratikte öyle oluyor.