Petrol fiyatları dip yaptı, dolar top yaptı, bu arada hemen yanımızda bir savaş vardı ve Ezidiler 74. kez topraklarından sürgün edilmişlerdi değil mi?
Türkiye tarihi hakkında yorum yaparken, genelde tarih tekerrürden ibarettir der ve ne kadar hafızasız bir toplum olduğumuzdan yakınırız. Küreselleşmeyle birlikte öyle görünüyor ki artık hep beraber balık hafızalı küresel bir köyde yaşıyoruz. Petrol fiyatlarındaki düşüşün bizim gibi ülkelerde yarattığı sevincin hemen ardından Rusya’daki ekonomik krizin etkisiyle Dolar yükseldi, Türk parası değer kaybetti, moraller bozuldu veya Dolar zenginleri çıktı ve zaten pek revaçta olmayan Suriye savaşı ve mağdur ettikleri hem yerel hem de uluslararası bazda hepten unutuldu. Savaşı destekleyenler ve körükleyenler bir kenara çekildiler, yeni gündemleriyle meşguller. Ve yine, tarih tekerrürden ibarettir, bu nasıl bir lanettir ki, yine bir savaşla birlikte, bu kez Suriye savaşıyla birlikte bundan tam 100 yıl sonra aynı yerde aynı acılar yaşanıyor ve aslında bizde yıllardır hep böyle acılar yaşanıyor diyip geçecek miyiz? Umarım öyle olmaz, umarım şu an gündemde olan barış sürecini iyi değerlendiririz ve sivil toplumuyla, resmi söylemiyle artık gerçek özümüzle barışabiliriz. Şu çok belli ki, bizim ülkemiz ve Ortadoğu toprakları, birçok dinin ve etnik grubun memleketi. Bunlardan birini diğerine üstün görmek ve çatışmayı kızıştırmak ölümden ve acıdan başka bir şey getirmiyor. Hayatta kalanlara, koltuklarının altına travmalarını koyarak “yola devam” deniyor. Ve Balkanlardan tutun, Kafkasya’ya, Mezopotamya’ya kadar her yerde ve yıllardır bu böyle oluyor. Üstelik Ortadoğu’ya dokunan Amerika, Avrupa, Rusya, Arap dünyası dahil, uluslararası güçler buradan hep hasar görerek çıkmalarına rağmen ısrarla müdahale etmekten geri durmuyorlar.
Nilgün ve Fırat ile Urfa-Suruç’taki kamplardan sonra bu kez Diyarbakır ve Mardin’deki 2 Ezidi mülteci kampını ziyaret ettik. İstanbul’da tanıştığımız ancak Diyarbakır’da buluştuğumuz Güler’de bize katıldı. 2 Ezidi kampına gittik ve bütçelerimizi birleştirerek bunlardan birinin birkaç günlük yiyecek ihtiyacına katkı sunduk. Bize şu an en temel ihtiyacın hala gıda olduğu söylendi.
Ezidiler topraklarına geri döndü
9 Ağustos’ta IŞID teröründen kaçan yaklaşık 36 bin Ezidi Türkiye’ye giriş yaptı. Ancak öncesinde pasaport kontrolü, yasal düzenlemeler vb. gibi gerekçelerle askerler tarafından 9 gün bekletildikleri için Şengal dağlarında 4 bin çocuk açlık ve susuzluktan öldü. 10 Ağustos’tan itibaren, 2011 yılında F-16 savaş uçaklarının saldırısı sonucu bir gecede 35 gencin öldürüldüğü Roboski sınırından Türkiye’ye giriş yaptıktan sonra, 1990’lı yıllarda yakılan köylerden geçtiler ve yine bu yıllarda boşaltılan kendi köyleri, Midyat’ın Bacini köyü başta olmak üzere, çevre köylere ve “geçici olarak” kurulan kamplara “geçici olarak” yerleştirildiler. Bizim ziyaret ettiğimiz Diyarbakır Çınar yolundaki fidanlığa kurulan çadır kent de, Mardin’in mültecilere yer açmak için açılışı ertelenen Otogar Kampı da aslında geçici yerleşim alanları olarak düşünülmesine rağmen, Eylül ayında IŞID saldırılarıyla Kobané’den çok kalabalık bir girişin (yaklaşık 400 bin) başlamasıyla, kalıcı mekanlara dönüştürülüyor ve Kobanéli mültecilere yer aranmaya başlanıyor. Kobané’den gelenlerin bölgedeki akrabalarının yanlarına sığınma gibi bir avantajları olmasına rağmen Ezidi’lerin böyle bir şansı da olmuyor ve daha önce katliam gördükleri Müslüman bir ülkede kalmak ve birbirlerinden ayrılmak da istemiyorlar. Nitekim büyük çoğunluğu halen Avrupa ve Amerika ülkelerine gitmek için Birleşmiş Milletler Temsilciliği ile görüşüyor, bir kısmı Zaho’ya geri dönüyor, ağır sağlık sorunu olanlar devletin sağlık hizmetinden yararlanmak için Nusaybin’deki devlet kampına geçmeye çalışıyor, bir kısmı insan kaçakçıları tarafından dolandırılıp yasa dışı yollardan Avrupa’ya götürülme vaadiyle kendilerini Türkiye’nin başka bir ilinde buluyorlar. Sayı sürekli değişmesine rağmen bize şu an bölgede toplam Ezidi mülteci sayısının 15.600’e indiği söylendi. Çınar kampında 1350’si çocuk, 3835 kişi; Mardin Otogarında ise yarısı çocuk 300 kişi kalmış. Mardin çevresindeki toplam sayı ise 1600’e inmiş. Diyarbakır ve Mardin bölgesinde yaşayan başta IŞID yandaşları olmak üzere, köktendinci ve ayrılıkçı grupların Ezidi kamplarını tehdit etmesi ve saldırı girişimleri söz konusu olmuş. İhbar alındığında veya şüpheli bir durum oluştuğunda bölgedeki vatandaşlar Ezidi kamplarının çevresinde, olası suikastları önlemek için nöbet tutma sistemi kurmuşlar. Bu güvenlik sisteminin halen devam ettiğini söylediler. Ayrıca organ mafyası, çocuk ve kadın tacirlerinin Ezidiler dahil bölgedeki mültecilerle ilişkilendiğine dair şikâyetler ve bilgilerin geldiğini, bunlara yönelik önlemler almaya çalıştıklarını söylediler.
Sürdürülebilirlik nasıl sağlanacak?
Şu an kamplarda herkesin temel kışlık ihtiyaçları karşılanmış ve bir beslenme düzeni kurulmuş durumda ancak temel gıda sürekliliğinde güvence sağlanamıyor. Sivil toplum örgütleri ve vatandaşlar düzenli yardım ediyorlar. Yardımların dağıtımını Ezidilerden oluşan bir ekip yapıyor. Kamplarda 1. derece sağlık hizmeti verebilecek ekipman ve personel var, yerel belediyelerin mali ve işgücü kaynakları aslen kamplara ayrılmış, Eczacılar Odaları düzenli ilaç yardımı yapıyor, yurtdışındaki vatandaşlardan ve STÖ’lerden, Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden, bölgedeki Zeytin Dalı kuruluşundan, Türkiye’deki insan hakları derneklerinden, Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odasından düzenli yardım geliyor ve kamplar ziyaret ediliyor. AKP milletvekili Mehdi Eker bireysel olarak Çınar kampındakilerin kışlık ihtiyaçların bir kısmını karşılamış. Bölgedeki işadamları düzenli olarak yardım yapıyorlar ancak sıradan vatandaşlar açısından yoksulun yoksula yardım etmesi gibi bir durum da var. Sivil yardımlaşma çok önemli ancak sayı o kadar kalabalık ki daha ne kadar bu şekilde sürdürülebilir? Çınar yolundaki 3835 kişilik kampın haftalık temel ihtiyacının minimum 60 bin TL olduğu söyleniyor. Sadece doğu bölgesinde yaklaşık 1 milyon mültecinin olduğu düşünüldüğünde temel bakım masrafı yok yüksek. Üstelik şu çok belli ki, savaştan kaçanlar artık Türkiyeli kabul edilmeli ve istihdam olanakları yaratılmalı, yani bu insanların bir işi olmalı, çocuklar okula gitmeli, hayatı normalleştirecek adımlar atılmalı. Bu Türkiye ekonomisi açısından da önemli bir sorun olmasına rağmen hükümetten ses çıkmıyor, kapasitesi toplamda yaklaşık 10 bin olan birkaç AFAD çadır kenti dışında, bölgede hükümet fiilen yok. HDP’li belediyelerinin borçları çok yüksek. Öyle görünüyor ki bu durum AKP tarafından önümüzdeki Ağustos ayındaki genel seçimler için bir kampanya aracı olarak kullanılacak. Bölgedeki belediyelere mülteci sorunlarının çözülmesi için kaynak verilmeyecek, kamplarda temel ihtiyaçlar karşılanamayacak hale gelecek, bölgedeki halkın parası kalmayacak (nitekim ekonomideki belirsizlik artıyor), mültecilerle sorunlar çıkacak, bu arada kış geçecek, giden gidecek ve Ağustos ayı geldiğinde AKP, bakın sizinkiler yapamadılar, ama biz yaparız diye kesenin ağzını açarak oy toplamaya çalışacak. Bu başka nasıl açıklanabilir ki? İnsanlar bu kadar sefillik yaşarken sorunu çözmeye çalışmamak, uluslararası kamuoyunu destek olması için ayağa kaldırmamak başka türlü nasıl açıklanabilir? Umarım yanılıyoruzdur ve aksi bir gelişme olur da utanırız.
Dedelerimiz katlettiler, biz torunlar olarak onlara sahip çıkacağız
Bölgedeki insanlar Ezidi kamplarına çok özen gösteriyorlar. Bunun en önemli nedeni ise yine tarihimizle ilgili. Bu bölgenin aslında Ezidilerin kendi öz toprakları olduğunu, Şengal’e gidenlerin % 50-60’ının bu coğrafyadan gittiğini, dedelerinin tamamen ekonomik nedenlerle topraklarına el koyduklarını, Ezidilerin, Süryani ve Ermeniler gibi, bu coğrafyada soykırıma uğradıklarını ama şu an kendilerinin, bu dedelerin torunları olarak, onları soykırıma uğratanların torunları olarak Ezidilere sahip çıkmak istediklerini söylüyorlar. Ezidilerin kendi öz vatanlarına geri döndüklerini ve onların burada kalmasını istediklerini söylüyorlar.
Barış süreci Türkiye’nin doğusunda ve batısında çok farklı yaşanıyor. Batı’da savaşın resmi olarak da olsa bitmesi, artık asker cenazelerinin gelmiyor olması ve savaşa ayrılan bütçenin azalması büyük rahatlama ve sevinç yarattı. Ancak, batıda savaşların ve savaş göçlerinin etkisi ve gerekçeleri doğudaki kadar sıcak yaşanmadığı için, barış süreciyle ilgili tartışmaların derinleşmesinde ve kapsamının genişlemesinde tıkanma yaşanıyor. Umarım batısıyla doğusuyla farklı bir Türkiye için bireyler, iş yerleri, kurumlar, STÖ’ler vb. olarak daha pozitif sonuçlar almak için tartışabiliriz. Belki de karmaşık analizler yerine sorunu basitleştirmek en iyisidir. Temel kriterimiz (çok klişeleştirilmiş bir ifade olmasına rağmen) bizi biz yapan vicdanımız ve insan hayatının önemi olabilir. Bir arada yaşamamak için gerekçe bulmak çok kolay, ama insanlığımızı hatırlamak da bir o kadar kolay. Bakış açımızı değiştirerek, sandığımızdan daha kolay bir şekilde daha onurlu hayatlar yaşayabiliriz.
Diyarbakır sokaklarında gezerken Sülüklü Han’da bir kitapçıya girdik. Güler bana Hagop Mintzuri’nin bir kitabını hediye etti: Aras Yayınları’ndan çıkan Turna Nereden Gelirsin? Ben bu yazarı daha önce okumamıştım, Diyarbakır’dayken de kitaba başlama fırsatım olmadı. İstanbul’a dönmek için uçağa bindiğimizde kitabı elime aldım ve arka sayfasını okumaya başladım. Dönüş yolundaki ruh halimi sanki kitabın arka sayfasındaki, Hagop Mintzuri’den yapılan alıntı kadar iyi ifade eden bir şey olamazdı:
“Sadece kendi anamızın sütünü emmek de şart değildi bizim için. O yok muydu? Köydeysek hangi evde emziren bir kadın varsa, süt versin diye oraya götürürlerdi. Tarlalarda gene öyle. Ermeni yoksa, Türk, Kürt, Kızılbaş olsun, bizi kucağına verir, emzirtirlerdi. Severek yaparlardı. Allah’tan korkarlardı. Esirgeyecek olsalar Allah cezalandırırdı onları, affetmezdi.”
Mintzuri’nin acılarla dolu bir hayatı olmuş ama yazdıklarına özendim bir an. Hangi inanca veya dünya görüşüne sığınırsak sığınalım, ister dindar ister ateist olalım, bizi fenalıklar yapmaktan veya fenalıklara onay vermekten engelleyen bir referansımızın olması çok önemli. Keşke böyle insanlar olarak daha kalabalık olsak.