Son zamanlarda Kürt sorunu etrafında yaşanan gelişmeler farklı bir aşamaya girmekte olduğumuza işaret ediyor.
Açılım sürecinin tıkanması, Kürt çocuklarının ve DTP-BDP’li siyasi kadroların kitleler halinde tutuklanması ve nihayet Kürt Hareketi’nin hiçbir şekilde muhatap alınmayacağının belli olması üzerine, PKK 1 Haziran’da geçen Nisan’dan bu yana uyguladığı ateşkesi bozmuş ve aktif bir silahlı mücadeleye girişmişti. Aradan geçen sürede yapılan eylemler, verilen silahlı mücadelenin “aktif meşru savunma” olarak adlandırılan çizginin bir hayli ötesine geçtiğini, PKK’nin Kürdistan’ın içinde ve dışında güvenlik güçlerine verebileceği azami zayiatı vermeye kararlı olduğunu ortaya koydu.
PKK dönemsel olarak böyle bir çizgi benimsemekle neyi hedefledi? Aslında çoğumuz bu sorunun yanıtını biliyoruz. Ama belki yaşananlar üzerine kafa yorarak biraz daha ayrıntılı değerlendirmelere ulaşabiliriz. Her şeyden önce, PKK silahlı eylemlerini yoğunlaştırarak sivil alanda Kürtlerin temel hak ve taleplerini sivil itaatsizlik benzeri eylemlerle gündeme taşıma hedefini bir kez daha talileştirmiş oldu. Dolayısıyla geniş anlamda Kürt siyasi hareketini ve kurumlarını sivil alanda etkin olma, örneğin yerel halk meclisleri gibi özyönetim organları oluşturmak üzere harekete geçirme perspektifinden –en azından dönemsel olarak– uzaklaştığını ilan etmiş oldu. PKK lider kadrosuyla yapılan çeşitli röportajlarda görülebileceği gibi, açılım sürecinin Türkiye devletinin zihniyetinde ciddi bir değişikliğe denk düşmediği sonucuna vardı ve Kürt sorunun çözümünün bir devlet politikası haline gelmesini sağlamak için devleti yıpratmaya dayalı bir savaş politikası benimsedi. Türkiye devletinin zayıf tarafları belliydi. Bir kere Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) 25 yılda PKK’yi askeri olarak marjinal bir güce dönüştürmeyi başaramamıştı, bundan sonra başarması da oldukça güçtü. İkincisi, çocuklarını askere gönderen Türk-Kürt aileler yaşanan can kayıpları karşısında giderek seslerini yükseltebilir ve bir noktada “artık yeter” diyebilirdi. Nitekim bazı asker cenazelerinde bunun ipuçları görülmeye başlanmıştı. Kaldı ki ne kadar milliyetçi koşullanmaların etkisinde olursa olsun her halkın çocuklarını kaybetme konusunda bir tahammül sınırı vardır ve devleti en çok korkutan da “ne yaparsanız yapın, artık bu işi çözün!” taleplerinin artmasıdır.
Türkiye devletinin ikinci zayıf tarafı, elbette ekonomi cephesiydi. Yoğunlaşan askeri harcamalar nedeniyle Türkiye ekonomisi her on yılda bir büyük krizler üretiyordu veya merkezi dışarıda olan küresel krizlerden başka ülkelere göre çok daha fazla etkileniyordu. Ülkede yoksulluk ve işsizlik zaten diz boyuydu. Ekonomik durumun vahameti, savaş politikası üzerinde giderek artan dolaylı bir barış baskısı oluşturuyordu.
Son olarak, çatışmaların yeniden şiddetlenmesiyle birlikte toplumun bazı kesimlerinde, örneğin medyada, aydınlar arasında, STK’larda “çözüm için ne gerekiyorsa yapılmalı!” taleplerinin yükselmesi güçlü bir olasılıktı. Nitekim geçtiğimiz aylarda TV’lerde düzenlenen birçok açık oturumda “gerekiyorsa Öcalan’la da görüşülsün, bu iş bitsin” diyenler oldu. TÜSİAD uzun süre sonra ilk kez savaşın son bulmasını talep eden açıklamalar yaptı. Başta Kürdistan olmak üzere Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde STK’lar iki tarafa da “silahların susturulması” çağrısı yapmaya başladı. Bütün bunların sonucunda PKK Kürt halkı adına pazarlık gücünü artırmış ve devleti kendisini muhatap almaya zorlamış olacaktı.
İlk bakışta rasyonel gibi görünmekle birlikte askeri eylemleri yoğunlaştırma politikasının, esas olarak Kürdistan’da örgütlü durumdaki Kürt siyasi hareketini Türkiye’nin geri kalanından soyutlama ve tecrit etme yönünde güçlü etkiler üreteceği aşikârdı.
Kürt siyasi hareketi, önce Meclis’te anayasa değişikliği paketinin siyasi partilerin kapatılmasını zorlaştıran maddesinin oylanmasına katılmayarak, ardından da anayasa referandumunda “boykot” kararı alarak devletin bu tecrit etme planlarına ciddi bir katkı sunmuş oldu. Görebildiğim kadarıyla BDP’nin boykot kararı, iyice marjinalleşmiş sol çevreler dışında Türkiye’nin batı tarafında kimseden destek görmüyor. Kürt mücadelesinin taleplerini zaman zaman gündemine alan sol-liberal ve liberal çevreler, boykot kararını şiddetle eleştiriyor. Fakat daha önemlisi, başka partilere oy vermekle birlikte BDP’nin Kürt halkının taleplerine duyarlı hale getirebileceği Batı’daki toplum tabanıdır. Türkiye’de kalıcı bir barışın yolu da buradan geçmektedir. BDP bu tavrıyla, AKP’nin özellikle büyük şehirlerde demokratik reformları destekleyen, başka kesimlerin mağduriyetlerine de kulak vermeye çalışan tabanının bir bölümüyle diyalog kurma şansını yitirmiş oldu.
Aslında şu soru sorulabilir: Kürt hareketinin merkezi silahlı mücadeleyi yoğunlaştırma kararı alırken, BDP anayasa değişikliği paketine seçici ve eleştirel bir destek verebilir miydi? Bana kalırsa Kürt siyasi hareketinin, İnegöl ve Dörtyol’daki etnik çatışma provokasyonlarından bile AKP’yi sorumlu tutan söylemine bakınca (gerçi arada “AKP ve devlet” sözleri de geçiyor ve “devlet” nihayet söyleme dahil ediliyor), zaten AKP’nin yıpratılmasını merkezi hedeflerden birisi haline getirdiği ve anayasa referandumuna dönük tutumun da buna göre şekillendiğini söyleyebiliriz. “Boykot” karanının bir türlü rasyonel gerekçelerle temellendirilememesinin altında da bence bu politika yatıyor.
Esas konumuza dönecek olursak, PKK’nin eylemlerini yoğunlaştırarak yaptığı hamleye karşı devlet (elbette hâlâ askeriyenin denetimindeki devlet aygıtından söz ediyoruz) iki karşı hamle yaptı. Bu tıpkı, 1990’ların başında PKK’nin Cizre, Silopi, Şırnak gibi yerlerde kurtarılmış bölgeler yaratmak üzere gerçekleştirdiği serhildanlara devletin verdiği yanıta benziyor. Devlet, bu başkaldırı eylemlerine 3.000 civarında köyü boşaltarak ve sözcüğün gerçek anlamında bir etnik temizlik yaparak karşılık vermişti.
Çok yakın dönemdeki gelişmelere bakıldığında, devletin sürece karşı geliştirdiği ilk yanıtın, “özel ordu” kurma planı olduğunu apaçık görülüyor. Bu “profesyonel ordu”nun, halk çocuklarından oluşan ve zorunlu askerliğe dayanan mevcut orduya göre iki avantajı var: Birincisi, böylece asker cenazelerinin toplumda yaratmaya başladığı tepkinin önüne geçilecek, çünkü çatışmalarda yaşamını yitirenler zaten “ölümü göze almış profesyonel asker”ler olacaklar. İkincisi, tıpkı JİTEM, özel harekât timleri gibi yaygın insan hakları ihlalleri bizzat düzenli ordu tarafından değil, bu “özel ordu” tarafından gerçekleştirilmiş olacak. Böylece devlet uluslararası tepkilere karşı kendi sorumluluğunu bir ölçüde perdeleyebilecek.
Eğer ABD izin verir ve tam da Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin yanı başında bir özel ordu kurulursa, Kürt hareketinin kalelerine dönüşmüş olan Şırnak, Cizre, Şemdinli, Yüksekova, Hakkari gibi yerleşim bölgelerinin doğrudan hedef alınması ve ikinci bir etnik temizlik kampanyasının başlaması uzak bir ihtimal gibi görünmüyor. Umarım bunlar çok karamsar tahminlerdir. Ama Türkiye devletinin, uluslararası alanda onay gördüğü sürece, bu tür kampanyalara girişmekten geri durmadığını hem İttihat Terakki’den bu yana yapılan etnik kırımlardan hem de 1990’larda Kürdistan’da yaşananlardan gayet iyi biliyoruz. Kürt hareketinin, Kürtlerin PKK’yi yoğun olarak desteklediği yerleşim bölgelerinde özel ordunun terör estirmesini engelleyecek araçlara sahip olduğunu düşünmüyorum.
Devletin ikinci hamlesinin ise kontrollü bir etnik bastırma, yıldırma ve çatışma olduğu, İnegöl ve Dörtyol olaylarında açıkça görülüyor. Eğer bu iki olay dikkatle incelenirse, 2000’li yılların ortalarından (özellikle 2005 Newrozu'ndaki bayrak provokasyonundan) beri süregelen linç girişimlerinden nitelikçe farklı oldukları görülebilir. Her iki olayın da önceden organize edildiği ve ele başı durumundaki “sivil vatandaşlara” derin devlet tarafından açık çek verildiği apaçık görülüyor. Örneğin İnegöl’de polis ve zabıta araçları yakılıyor, karakol kuşatılıyor ve polislerle aktif çatışmaya girişiliyor. Ardından İnegöl’de Kürtlerin yaşadığı küçük bir mahalleye doğru yürüyüşe geçilmeye çalışılıyor. Fakat yine önceki olaylardan farklı olarak, İnegöl’ün hemen dışında Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bir belde bulunuyor. BDP Bursa İl Başkanlığı burada 14 bin Kürdün yaşadığını açıkladı. Buradaki Kürtler kendi eylemlerini geliştiriyorlar, Eskişehir-Bursa yolunu uzun süre trafiğe kapatarak karakolda gözaltına alınan Kürtlerin yakınlarının güvenli şekilde kendilerine teslim edilmesini istiyorlar.
Dörtyol olayı ise, devletin hayata geçirdiği etnik bastırma ve yıldırma politikasının daha önceki linç girişimlerinden farklılığını daha bariz şekilde gözler önüne seriyor. Dört polisin öldürülmesine karşı anında “vatandaş tepkisi” gelişiyor; ertesi gün gayet örgütlü biçimde BDP ilçe örgütü ateşe veriliyor ve ilçe merkezinde Kürtlere ait 50 civarında işyeri tahrip ediliyor. Hatay Dörtyol, Kürtlerin yoğun olarak göç ettikleri bir yerleşim yeri. Mezbahane mahallesinde yaşayan Kürtler faşist linç girişimlerine karşı örgütlü bir duruş gösteriyorlar ve kitlesel bir yürüyüş düzenliyorlar. İşyerlerinin tahrip edilmesi sırasında karşılıklı arbedeler yaşanıyor. Kürtler işyerlerinin olduğu merkezden kendi mahallelerine çekiliyorlar, barikatlar kuruyor ve gece boyunca nöbet tutuyorlar. Sonraki gün BDP heyetinin ziyaretinin duyulması üzerine, derin devlet tarafından organize edildikleri belli olan faşist kitle tekrar ortaya çıkarak gösteri yapıyor. Özellikle Dörtyol’daki olaylar, pek çok kişinin zihninde 1980 öncesindeki Maraş ve Çorum katliamlarını çağrıştırıyor.
Peki bu ikinci karşı-hamlenin amacı tam olarak ne? Birçok kişinin de tespit ettiği gibi ilk amacı, Kürt hareketine aktif destek veren BDP kitlesini sindirmek, yıldırmak ve marjinalize etmek; böylece Kürt hareketinin tabanını daraltmaya çalışmak. Barış süreci açısından çok tehlikeli olan ikinci amacı ise, “açılım” döneminde ve ardından PKK’nin eylemleriyle gündemden düşmeyen “Kürt sorunu nasıl çözülür?” tartışmalarının yapılamayacağı bir ortam yaratmak. Tartışma ve önerilerin yerini etnik gerilimin ve milliyetçi histerinin aldığı bu ortamda, Türk toplumunun büyükçe bir bölümünün –medyanın aktif desteğiyle– devletin arkasında olacağını, devletin sindirme ve bastırma politikasına açık destek vereceğini söyleyebiliriz.
Sonuç olarak, Kürt hareketi inisiyatifi kendi eline geçirmek ve muhatap alınacağı bir müzakere sürecini zorlamak için devleti yıpratmak amacıyla ne zaman askeri eylemlerini yoğunlaştırsa, Türkiye devleti ABD ve AB’nin desteğini arkasına alarak mücadelenin zeminini değiştiren insanlık dışı, ama etkili karşı hamlelere girişiyor. Bu karşı hamleler, güçler arasındaki büyük eşitsizlik göz önüne alındığında (burada bir devlet aygıtından söz ediyoruz), Kürt halk mücadelesini zayıflatan sonuçlar üretiyor. Elbette daha demokratik ve insan haklarına saygılı bir dünyada yaşasaydık bu insanlık dışı planlar tepki görür ve başarılı olamazdı. Ama maalesef jeopolitik önemin halkların yaşam hakkından daha üstün tutulduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Ben bu koşullar altında PKK’nin ateşkes ilan etmesinin ve sivil alana dönük demokratik mücadeleyi dönemsel değil kalıcı olarak öne çıkarmasının, Kürt sorunun barışçıl çözümü ve yaygın insan hakları ihlallerinin önüne geçilmesi için elzem olduğunu düşünüyorum.
Diğer yandan, özel ordu ve etnik bastırma, sindirme ve linç politikalarının Kürt tarafında ne tür bir tepkiyle karşılanacağını şimdiden kimse bilemez. Belki Türk toplumunu ateşle oynandığı ve barıştan başka çıkar yol olmadığı noktasında ikna edecek kitlesel direnişler de gerçekleşebilir. Milyonlar söz konusu olduğunda devletlerin soyunduğu etnik çatışma mühendisliği, beklenmeyen, hatta tam aksi yönde neticelere de yol açabiliyor.