IŞİD tarafından gerçekleştirilen Paris katliamı dünyanın bir numaralı gündemi oldu. Başta Fransa ve ABD olmak üzere Batılı müttefikler bundan böyle birincil önceliklerinin IŞİD’in egemenlik sahasının daraltılması ve giderek örgütün yok edilmesi olduğunu ilan ettiler. Nitekim katliamın ardından Fransız savaş uçakları IŞİD’in Suriye’deki başkenti kabul edilen Rakka’yı bombaladı.
Birinci tartışma ekseni bu noktada ortaya çıkıyor ve ana-akım medyada genellikle şu biçimi alıyor: ABD liderliğindeki IŞİD karşıtı koalisyon sadece hava saldırılarıyla örgüte büyük darbeler indirebilir mi? Batılı güçlerin Rakka gibi yerleşim yerlerinde çok sayıda sivil can kaybını göze almadan örgüte ciddi zararlar veremeyeceği söyleniyor.
Sorunu askeri taktiklere indirgeyen bu tartışma ekseni, daha temel gerçekliklerin örtbas edilmesine hizmet ediyor: Başta ABD olmak üzere Batılı güçlerin uzun süredir IŞİD ve diğer selefi örgütleri destekleyen iki “önemli” müttefiki var: Türkiye ve Suudi Arabistan. Her nedense bu ülkelerin Lübnan ve Paris katliamlarındaki dolaylı rolleri sorgulanmıyor.
Suudi Arabistan, Ortadoğu’da selefi İslam yorumunun yaygınlaştırılmasında ve selefi örgütlerin finansmanında çok önemli bir rol üstleniyor. Esad rejimini selefi örgütler eliyle devirmek için iç savaşı tırmandıran, böylelikle IŞİD’in bugünkü gücüne kavuşmasına zemin hazırlayan ülkelerin başında Suudi Arabistan geliyor. Bütün bunlara karşın, Suudi Arabistan’ın bölgede İran-Şii nüfuzunun yayılmasına karşı Batı’nın çıkarları doğrultusunda bir tür “kalkan” rolünü üstlenmesi ve ABD silah sanayinin en büyük müşterilerinden biri olması, neden Batı tarafından “hoş görüldüğünü” de açıklıyor.
Türkiye’nin de Suudi Arabistan’dan aşağı kalır bir yanı yok. Paris katliamı öncesinde Türk Hükümeti bütün gücüyle PYD/YPG’yi “terörist örgütler” listesine dahil etmeye çabalıyordu. Türkiye, Temmuz sonlarında Kürtlerin kazanımlarını sınırlamak için yeniden savaş politikasına döndüğünde ilk hamlelerinden biri, YPG’nin Fırat’ın Batı’sına geçmesini engellemek oldu. Böylelikle, Suriye ordusuyla birlikte IŞİD’e karşı savaşan en etkili iki güçten biri olan YPG/YPJ’nin Cerablus’tan IŞİD’i atmasını önledi. Türkiye-Suriye sınırının büyük bölümü PYD’nin denetimine geçmişken, Afrin kantonu ile Cerablus arasında yaklaşık 90 km genişliğinde olduğu söylenen bölgenin IŞİD’in denetiminde kalmasını sağlamak neye hizmet ediyor? Tabii ki IŞİD’in dış dünya ile ilişkini sürdürmesine, kuzeyden gelen militan adaylarının IŞİD’e katılmasına ve muhtemelen mühimmat tedarikinin devam etmesine.
Yazıyı buraya kadar okuyanlar haklı olarak şu soruyu soracaktır: “Suriye’de Suudi Arabistan ve Türkiye’nin selefi grupları desteklemesi Batı’nın Esad rejimini devirme politikasının bir parçası değil miydi?” Elbette öyleydi. El Nusra ve IŞİD gibi örgütlere ilk silah sevkiyatlarını bizzat NATO’nun organize ettiği, silahların Libya’dan Türkiye’ye getirildiği ve sınırdan geçirildiği uzun süredir iddia ediliyor. Bununla birlikte, IŞİD’in Musul’u ele geçirip Irak Kürdistanı başkenti Erbil kapılarına dayanacak kadar güçlenmesi Batı’nın IŞİD’i hedef tahtasına koymasına yol açtı. Bu noktaya kadar Batı, Suudi Arabistan ve Türkiye’yle açık bir suç ortaklığı içindeydi. Bundan sonra Batı’nın suç ortaklığının niteliği değişti ve Ortadoğu’daki iki değerli müttefikinin selefi gruplar yanlısı faaliyetlerine göz yumma biçimini aldı.
ABD ve Türkiye’nin Cerablus-Azez hattını IŞİD’ten “temizleme” operasyonu ne anlama geliyor?
Bilindiği gibi, Batı’nın IŞİD karşıtı koalisyonu kurması ve IŞİD hedeflerini bombalamaya başlaması, Türkiye’nin IŞİD’i destekleme politikasını sürdürülebilir olmaktan çıkarmıştı. 7 Haziran seçimlerinden kısa süre sonra Türk Hükümeti IŞİD karşıtı koalisyona katılarak bir taşla birkaç kuş vurmayı hedefledi: Hem ülke içinde çatışmasızlık sürecine son verirken Batı’nın desteğini kazandı; hem de selefi örgütler eliyle Esad’ı devirme ve Rojava’yı sınırlandırmaya dönük planlarını müzakere edecek “meşru” bir zemin ele etti.
Türkiye’nin, ABD ve diğer Batılı müttefiklerine önerdiği plan şuydu: Afrin kantonuna çok yakın olan Azez ile Cerablus arasındaki 90 km genişliğinde 50 km derinliğindeki bölgenin müttefik ve Türk savaş uçakları tarafından korunan “güvenli bölge” haline getirilmesi. TSK’nın mümkünse müttefik güçlerle birlikte, değilse tek başına bu bölgeyi işgal ederek IŞİD’ten temizlemesi. Gelecekte Suriye’den kaçacak olan ve halihazırda Antep, Urfa gibi şehirlerde kamplarda yaşayan göçmenlerin bu bölgeye yerleştirilmesi. Böylelikle gerek Türkiye gerekse Avrupa göçmen baskısından kurtulmuş olacak, Kürt kantonlarının birleştirilmesi önlenecek, bölgenin nüfus yapısı göçmenler sayesinde Sünni-Arap ağırlıklı hale getirilecekti. Daha stratejik bir amaç da vardı: O günlerde Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’ın kuruluşuna öncülük ettiği El Fetih ittifakı Halep ve çevresinde önemli başarılar elde ediyordu. Güvenli bölgenin oluşturulmasıyla Türkiye-Halep tedarik hattı güvenceye alınacak, ağırlıklı olarak El Kaide’ye bağlı El Nusra Cephesi ile Ahrar-ül Şam’dan oluşan ittifakın Esad rejimini iyice zorlaması sağlanacaktı.
30 Eylül’den itibaren Rusya’nın Suriye’de askeri operasyonlara başlaması bu planı büyük ölçüde zora soktu. Zira Rusya, Esad rejiminin kalbi Lazkiye üzerinde oluşan tehdidi bertaraf etmek ve Halep’in bütünüyle kaybedilmesini önlemek için sahaya inmişti. Suriye’nin kuzeyine düşen muhaliflerin elindeki İblid kenti, Halep için stratejik önemdeydi. Bu nedenle Rusya operasyonlarının bir kısmını Kuzey Suriye’ye kaydırdı ve zaman zaman Türk hava sahasına girerek Türk uçaklarını taciz etmeye başladı. O zamanlar bu durum, “güvenli bölgenin Türkiye’ye karşı tersinden kurulması” olarak tanımlandı.
G-20 Zirvesi’nde Obama’nın, Türkiye’nin “güvenli bölge” talebini açıkça reddetmesinin, başka nedenlerin yanı sıra, Halep’in kuzeyinde Rusya’yla karşı karşıya gelmek istememesinden kaynaklandığı pekâlâ söylenebilir.
Paris katliamı, Suriye politikaları konusunda Rusya ile ABD’nin yakınlaşmasına yol açtı. Taraflar artık birinci önceliklerinin Esad rejimini devirmek değil IŞİD’in zayıflatılması olduğu deklare ettiler. Bu gelişmeler, Suriye’de iç savaşa son verilmesini öngören Cenevre görüşmeleri için umut vericiydi.
Buna karşın, G-20 Zirvesi’nin hemen ardından ABD Dışişleri Bakanı Kerry, Cereblus-Azez hattının İŞİD’ten temizlenmesi için Türkiye ile ortak operasyon yapılacağını duyurdu.
“Güvenli bölge”nin rafa kaldırılmasının ardından açıklanan bu operasyon planı tam olarak ne anlama geliyor?
“Güvenli bölge” projesinin daha mütevazi düzeyde uygulanması anlamına geliyor. Kara harekâtı olmayacak. Bunun yerine, Amerikan ve Türk uçaklarının desteğiyle Türkiye sınırının bu bölümü Suriyeli muhalifler tarafından İŞİD’ten temizlenecek. Sahada ÖSO’dan geriye ciddi bir güç kalmadığına göre temizleme işini yine Türkiye ve Suudi Arabistan’ın desteklediği El Kaideci El Nusra ve onunla birlikte hareket eden Ahrar-ül Şam yapacak. Türkmen güçleri de destek olacak.
Başka bir ifadeyle, operasyon başarılı olursa söz konusu hat boyunca İŞİD’in yerini başka selefi örgütler alacak. IŞİD’le etkin şekilde savaşan tek seküler güç olan YPG’nin bu alana girmesi ve Kürt kantonlarının birleştirilmesi engellenecek. Son olarak Azez-Cerablus hattının El Nusra ve Ahrar-ül Şam gibi örgütlere bırakılmasıyla –bu örgütler aynı zamanda İblid’in tamamını ve Halep’in önemli bir bölümünü ellerinde tuttukları için– sivillerin katledilmesi konusundaki sicilleri IŞİD’ten çok da aşağı kalmayan selefi örgütlerin Suriye’nin kuzeyinde rejim üzerinde uyguladıkları baskı güçlendirilmiş olacak.
***
Öyle görünüyor ki ABD’nin Suriye’de kirli işlere imza atan müttefikleri Suudi Arabistan ve Türkiye’yi kollayan tutumu devam ettikçe, IŞİD’in zayıflatılması ve Suriye’de barışın sağlanması uzak bir ihtimal olarak kalmaya devam edecek. Ayrıca veriler, şimdi biraz geri plana düşmüş gibi görünse de, Batı’nın Esad rejimini sürekli baskı altında tutma ve Suriye’de kontrollü kaosu sürdürme sevdasından vazgeçmediği gösteriyor. Kontrollü kaos politikası, elbette IŞİD’in gücünü korumasına ve yakın gelecekte olası başka katliamlara zemin hazırlanması anlamına geliyor.