Yukarıdaki başlık, aynı zamanda bu yazıda üzerinde durmaya çalışacağım kitabın başlığı. Kitabın ismi yeterince kışkırtıcı olduğu için yazıya da aynı başlığı koymayı tercih ettim. Berkeley Üniversitesi’nde doktora çalışması yapan Cihan Tuğal tarafından önce İngilizce olarak yazılan kitap (Passive Revolution: Absorbing The Islamic Challenge to Capitalism, Standford University Press: California, 2009), yakınlarda Koç Üniversitesi Yayınları tarafından Türkçe olarak yayımlandı (çev. Ferik Burak Aydar, 2010).

Kitap uzun soluklu, gerçek bir saha çalışmasına dayanıyor. Cihan Tuğal, 1990’larda İslamcı hareketin kalelerinden birisine dönüşen Sultanbeyli’de 2000-2002 yılları arasında bizzat yaşayarak kapsamlı bir saha çalışması yapıyor. Milli Görüş geleneğinin parçalanması ve içinden “muhafazakâr-demokrat” bir parti kimliğiyle AKP’nın çıkması, Tuğal’ı 2006’da yeniden Sultanbeyli’de çalışma yapmaya yöneltiyor. Böylece radikal bir dönüşümün yaşandığı bu iki dönemi yerelde karşılaştırma fırsatı bulan Tuğal, ayrıntılar yığınına dönüşen birçok etnografi çalışmasının aksine, yerelden kalkarak Türkiye’nin son on yılda geçirdiği dönüşüme dönük çok verimli bir paradigma sunuyor. Temel tezlerini gündelik yaşama ilişkin ayrıntılara, kişilerin değişen görüş ve yaşam biçimlerine, yerel mekânın düzenlenişine, camilerdeki hutbelere, çeşitli yerel örgütlenmelere dayandırdığı için son derece sahici bir durumla karşı karşıya kalıyoruz.

***

Türkiye’de muhalif çevrelerde, 28 Şubat darbesiyle Milli Görüş hareketine ve radikal İslamcı gruplara vurulan darbenin ne anlama geldiği, bu darbenin ürünü olan AKP’nin İslamcı-dindar halk tabanında nasıl bir dönüşüm yarattığı pek ilgi gören bir konu degil. Paradoksal biçimde hem “İslamcı” hem “neoliberal” dediğimiz AKP’ye herhangi bir iktidar partisi muamelesi yapmak ve Türkiye’nin son yedi yılında oynadığı hegemonik/dönüştürücü rolü görmemek, nasıl olsa kaba bir sol muhalefet adına yeterli olabiliyor.

1990’lı yıllarda Milli Görüş geleneğinden gelen Refah Partisi (RP)- Fazilet Partisi (FP) çizgisini biraz daha iyi tanıyoruz. Aynı dönemde bu partileri eleştiren ve geniş Ortadoğu’daki İslamcı hareketleri örnek alan radikal İslamcı akımlar hakkında da kaba bir fikrimiz olduğu söylenebilir. Ama toplum tabanında yarattığı dönüşüm anlamında aynı şeyi AKP için söylemek güç.

İslamcı Hegemonya ve Çöküşü

Tuğal’ın ilk çalışma dönemi olan 2000-2002 yıllarında Sultanbeyli’de, Fazilet Partisi ve daha küçük ölçekte de radikal grupların tam bir hegemonyası var. Belediye daha önce halkçı bir uygulamayla hazine arazilerini halka dağıtmış, Anadolu’dan göç edenler yasal güvenceden yoksun olmakla birlikte bu arazilerin üzerine ev kurmuşlar. Belediye ve FP, geniş bir sosyal yardım ve örgütlenme ağı oluşturmuş durumda. Sayıları hızla artan Kur’an kursları, İslami grupların ve cemaatlerin örgütlenme alanlarına dönüşmüş. Daha radikal İslamcılar, imamları Diyanet tarafından atanan camiler yerine kendi camilerine gidiyorlar. Kamusal alanda, (örneğin ilçenin ana meydanında) başı açık kadın görmek çok zor olduğu gibi, genel olarak kadınlar da pek ortalıkta yoklar. Parti, kapı kapı dolaşarak örgütlenme yapıyor. Kahvelerde, İslami-muhafazakâr gazete ve dergiler okunuyor, tartışılıyor. Radikal İslamcılar, halkı gündelik yaşama müdahale etmekten alıkoydukları için geleneksel sufi cemaatleri eleştiriyorlar.

Cihan Tuğal’ın Gramsci’den esinlenerek uyarladığı kavramsal çerçeveyi kullanırsak, politik toplum (İslami parti, diğer İslami örgütlenmeler), sivil toplum (işinde gücünde olan halk) üzerinde gerçek bir hegemonya kurmuş durumda. Sivil toplum içinde örgütlenen söylem doğrultusunda halkın çoğu, İslamcı parti iktidara geldiğinde “adil düzen” kurulacağına, sınıflar arasında büyük gelir uçurumları olmayacağına, dayanışmacı bir toplumun tesis edileceğine, faizin yasak olacağına, devletin yoksullar lehine piyasaya müdahale edeceğine, İslami ahlaki değerlerin toplumsal yaşama hâkim olacağına inanıyor.

90’lı yıllar ve 2000’lerin başında Sultanbeylilerin Milli Görüşçü partilere oy veren büyük çoğunluğu, inandığı ve çeşitli şekillerde destek olduğu parti aktivistlerinin söyleminin etkisiyle, Avrupa Birliği’ne (AB) girilmesine karşı çıkıyorlar; koyu bir İsrail ve ABD karşıtlığı var. 28 Şubat müdahalesiyle birlikte gündeme gelen RP üzerindeki baskılara, türban yasağına karşı Cuma namazından sonra gösteriler yapılıyor. Hatta kitapta bu gösterilerin, o dönemde Beyazıt Camii’nde yapılan daha merkezi gösterilerden sonra en kalabalık gösteriler olduğu söyleniyor. Sonuç olarak, Sultanbeyli, çeşitli renkleriyle İslamcı hareket açısından bir “model”e veya “kale”ye dönüşüyor.

Bununla birlikte, Milli Görüşçü partilerin, radikal İslamcıların ve İslami kuralların toplumda egemen kılınmasını savunan daha radikal cemaatlerin gücü, 28 Şubat askeri müdahalesiyle ciddi şekilde kırılıyor. Devletin izin verdiği Kur’an kurslarının dışındaki kurslar kapatılıyor; üniversite sınavlarına girişteki katsayı uygulmasıyla İslami hareketin kadro yetiştirdiği alan olan İmam Hatip Liseleri (İHL) cazip olmaktan çıkarılıyor. Radikal İslamcı örgütler (örneğin Müslüman Gençlik) ülke genelinde ağır bir baskıya maruz kalıyor. Sultanbeyli’de yerel devlet kurumlarının, politik ve sivil oluşumlar üzerindeki denetimi güçleniyor. Fakat belki de en önemlisi, 28 Şubat’la (1997), ardından RP (1998) ve sonra FP’nin kapatılmasıyla (2001) rejim tarafından topluma, İslami toplum ütopyasına demokratik yollarla ulaşılamayacağı mesajının verilmesi oluyor. Kazanılan halk desteğinin ve seçim sonuçlarının bir öneminin olmadığı böylece netlik kazanıyor.

İslami parti ve örgütlenmelerin Sultanbeyli’deki hegemonyasının çöküşü 28 Şubat’la başlıyor. Fakat “Adil Düzen” veya İslami toplum ütopyalarının fazlasıyla soyut kalması, somut ve güncel sonuçlar üretememesi de bu hegemonyanın çöküşünde, askeri müdahale kadar olmasa da, etkili oluyor.

Yeni Hegemonik Güç Olarak AKP’nin Rolü

Mayıs 2000’de yapılan FP kongresinde, o zaman yenilikçiler denilen Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Bülent Arınç ekibi seçimleri kaybediyor ve 2001’de AK Parti’yi kuruyorlar. FP’nin kapatılması üzerine eski Milli Görüşçü ekip ise yoluna, yakın zamanlarda yine bir bölünme yaşayan Saadet Partisi (SP) ile devam ediyor.

Sultanbeyli’de yapılan ilk yerel seçimlerde SP epeyce düşük bir oy alıyor ve belediye el değiştirerek AKP’nin denetimine geçiyor. Genel seçimlerde de Sultanbeyli seçmeni ağırlıklı olarak AKP’ye kayıyor. Böylece bir dönem İslamcılığın kalesi görünümündeki Sultanbeyli’de SP marjinalleşiyor.

Elbette Sultanbeyli halkı AKP’yi hâlâ kendinden görüyor. Her şeyiyle Milli Görüş hareketinin içinden çıkmış, parti faaliyetlerinde kapı kapı dolaşma ve yardım ağları kurma geleneğini büyük ölçüde sürdüren AKP kendini Milli Görüş’ten ayıran çok net açıklamalarda bulunmasına karşın, Sultanbeyliler bunu devlete karşı yapılan bir “takiye” olarak algılıyorlar. İslamcı bir parti iktidara gelecekse bu tür taktiklere başvurmanın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorlar. Bu arada, AKP’nin Milli Görüş’ün özellikle örgütlenmeye dönük geleneğini sürdürmesinin asli karakterlerinden birisi olduğunu da unutmayalım.

Fakat asıl önemli olan, halk tabanının dünyaya ve Türkiye’ye bakışlarında, politik eylemliliklerinde, yaşam biçimlerinde, giyim kuşam ve tüketim alışkanlıklarında ciddi değişikliklerin gündeme gelmesi.

Cihan Tuğal, yukarıda değindiğim Gramci kökenli paradigmasına dayanarak bence gayet makul bir çerçeve kuruyor. Politik toplum (politik örgütlenmeler), eğer sivil toplumun i) devletle, ii) ekonomiyle ilişkisini yeniden tanımlayabilecek ve iii) yaşamı mekânsal olarak yeniden düzenleyebilecek güce erişirse, dağılan bir hegemonyanın yerine (ki burada İslamcı hegemonyayı kast ediyoruz) yeni bir hegemonya kuruyor demektir.

***

İşte Tuğal 2006’da yeniden Sultanbeyli’ye gittiğinde daha önce tanıdığı, söyleşiler yaptığı kişilerde önemli değişiklikler olduğunu fark eder.

Somut örnekler vermek gerekirse, AKP’li yeni belediye başkanı, RP ve FP dönemindeki belediyenin halkçı uygulamalarını şiddetle eleştirir. Zamanında uygulanan “popülist” politikalar, şimdi gecekonduların yerine inşa edilen binaların yasal statüye kavuşturulmasını zorlaştırmaktadır. Artık “kaçak” bina yapımına izin verilmeyecek, hatta bazıları yıkılacaktır.

Milli Görüşçüler döneminde yapılan ve (şekli, yeşile boyalı olması itirarıyla) bir camiiyi andıran belediye binası da yıkılır. Yerine daha “modern” bir yapı inşa edilir. Eskiden olduğu gibi belediye binasındaki odalara girilirken artık ayakkabılar çıkarılmaz ve buralarda ibadet yapılmaz. İbadet, belediyede açılan bir mescide kaydırılır.

İslamcı hegemonya döneminde belediye yöneticileri halkla daha iç içedir ve halk şikâyetlerini, sorunlarını bildirmek için yöneticilerin odasına rahat rahat girip çıkabilmektedir. Yeni dönemle birlikte, AKP’yi belediye başkanı bu uygulamaya son verir. Vatandaş sırasıyla belediyedeki hiyerarşiyi takip edecek, ancak çok gerekli olursa başkanla görüşebilecektir.

Böylece AKP’li yeni belediyeyi, genellikle Sultanbeyli’de oturmayan, “profesyonel hizmet” söylemiyle hareket eden, önemli bir kısmını yüksek tahsilli teknokrat kadroların oluşturduğu bir ekip yönetmeye başlar. Önemli olan, geçmiş belediye gibi işleri içinden çıkılmaz hale getirmek değil, “vatandaşa hizmet götürmektir”.

Danimarka’daki karikatür krizi gibi uluslararası alanda patlak veren olaylara yine tepki gösterilir ve eylemler yapılır. Ama eylemlere katılım daha sönüktür, eylemciler polise karşı daha “anlayışlı” davranır ve sloganlar artık devleti ve hükümeti hedeflemez.

AKP hükümeti, Türkiye Cumhuriyeti devletini yönetme sorumluğu üstlenmiştir. Devletin güçlenmesi, milletin dirliği, ülkenin bütünlüğü, Türkiye’nin bölgede İslam ülkelerinin özendiği, aynı zamanda Batı’nın da değer verdiği bir güç haline gelmesi, AKP’nin sıkça başvurduğu söylemlerdir. Dolayısıyla Türkiye ulus-devletinin bekası, eskiden Milli Görüşçülere oy veren Sultanbeyli halkı nezdinde daha bir önem kazanır. Milli Görüş döneminde milliyetçi/devletçi çizgiyle el ele giden “İslam ümmeti” düşüncesi şimdi ciddi şekilde geri plana itilmiştir.

Çoğu eski İslamcı için örnek, “yaşanacak” ülke artık İslam ülkelerinden birisi değil, ABD’dir. Eğitimde türbanın serbest olması ve idam cezası uygulaması, gelişmişliği ve modernliği ABD’yi cazip kılan özellikler arasındadır. Eğer erkek-kadın eşitliği ve idam cezasının olmaması gibi rahatsız edici hususlar düzenlenirse, Türkiye AB’ye de girebilir ve gelişkin bir demokrasinin nimetlerinden faydanabilir.

AKP’nin Kürt sorununu çözümsüz bırakması, Sultanbeyli halkını önemli bir kısmının kendini ulus-devletle daha fazla özdeşleştirmesi ve 2000’li yıllarla birlikte tırmanan etnik gerilimler, Suntanbeyli’ye de yansır. Cihan Tuğal 2006’da ilçeye tekrar döndüğünde, “Kürtler çok çocuk yaptıkları için işsizlik artıyor” gibi “şikâyetler”i ilk kez duyduğunu söyler. Eskiden de Kürtlere “terörist vs.” denmektedir, ama ekonomik sorunlardan doğrudan Kürtlerin sorumlu tutulmasına ilk kez tanık olmaktadır. AKP ilçe teşkilatı için yapılan seçimlerde iki ayrı liste yarışır ve bunlardan birisi Kürtlerin kendi listesidir. Kürtlerin listesi seçimleri kaybeder. Tuğal, AKP yönetimi düzeyinde de daha Türkî bir rengin hâkim olmaya başladığını aktarır.

Hükümetin ekonomik politikalarına gelince, kahvelerdeki bir kısım insan, işşizlik gibi sorunların çözümünün sırf AKP’yi yıpratmak için ateistler ve Siyonistler tarafından engellendiğini söyleyerek “tersinden komplo teorileri”ne başvururlar. Özelleştirmeler savunulur, devletin verimli işleyişini bozan, çalışmayıp gözü hep saatte olan “memur tipolojisi”ne tepki gösterilir.

Gramscigil hegemonya teorisine uygun olarak, politik toplum bir kez sivil toplum üzerinde hegemonya kurmayı başardıktan sonra, halk tabanı “kendi içinden çıkmış” iktidardaki seçkinlerle kendini özdeşleştirmeye başlar. Onların politikalarını bir ölçüde içselleştirerek savunur. Kendini sınıfsal eksenler üzerinden değil, AKP söyleminde öne çıkan eksenler (laikler-dindarlar, büyük laik şirketler-daha dürüst, küçük-orta boy dindar girişimciler vs.) etrafında tanımlamaya başlar. Elbette, şiddetli krizlerle sona ermeyecek bir hegemonya değildir bu. Ancak halihazırda (2006) durum budur.

Bunlar, AKP’nin, sivil toplumun yerel ve merkezi yönetimle ilişkisini nasıl yeniden tanımladığına dair örnekler.

Sivil toplumun günlük yaşamının mekânsal düzenlenişi ve ekonomiyle ilişkisi de radikal denebilecek bir dönüşüm geçirir Sultanbeyli’de.

Sultanbeyli’nin dükkanların bulunduğu, halkın alışveriş yaptığı ana meydanı çok düzensiz durumdadır. AKP’li belediye buraya el atar ve düzenler, meydanı trafiğe kapatır. Şimdi ana meydanda, daha önce varlıkları hayal bile edilemeyecek butikler, modern mağazalar da vardır. Butiklerde başları açık tezgahtar kızlar çalışır ve müşterilere muhafazakâr bir ilçede alışılmadık ölçede yakınlık gösterirler. İnsanlar akşam saatlerinde meydanda gezintiye çıkarlar. Hem kadınların görünürlüğü artar hem de başı açık kadınlar daha sık görülmeye başlar. Tesettür giysileri satan dükkan sahipleri, eskisine oranla daha az iş yapmaktan şikâyetçi olurlar.

Örtülü genç kadınların bazıları giyim tarzlarını değiştirirler; klasik tesettür giysisi olan uzun pardesünün yerine blucinleri, bira daha göstenişli giysileri tercih etmeye başlarlar. Bazı gençler, çalıştıkları işyerlerini seçerken eskisi kadar kanaatkâr davranmaz; sigorta yapılan ve çalışma koşulları daha iyi olan işyerlerinde iş bulabilmek için büyüklerden parti veya cemaat ilişkilerini kullanmalarını talep ederler. Toplumda, eskiye oranla, sınıfsal yükselme ve bunun için parti veya cemaat ilişkilerini sonuna kadar kullanma eğilmi belirgindir.

Böylelikle Tuğal 2006’da tekrar Sultanbeyli’ye döndüğünde insanların tüketim kültürlerinin değiştiğini, daha fazla dünyevileştiklerini fark eder. Daha önce çeşitli İslamcı gruplar içinde yer alan İslamcılar faizli bankacılıktan uzak dururken, şimdi çoğu bu bankaların müşterisi olmuştur. Üstelik eski İslamcılar bunu doğal bir şey olduğunu söylemektedirler.

Tuğal ikinci araştırma döneminde (ilkinde olduğu gibi) Sultanbeyli’deki inşaat işçileriyle de görüşür. İlçenin proleterleri onlardır. Üzerinde konuşulan konular, işsizlik, yoksulluk, iş güvencesi olmaması gibi meselelerdir. Elbette inşaat işçileri bu sorunların varlığını kabul ederler. Fakat bazıları, kendi durumlarında bir iyileşme olmamasına karşın, ekonominin “istikrarlı” olduğunu söyler. Cihan Tuğal, “İslami” bir partinin iktidarda olmadığı 2000’lerin hemen başıyla bir karşılaştırma yapar ve o zamanlar kimsenin bu “istikrar” söylemine inanmadığını, iktisatçıların öne sürdüğü göstergelere güvenmediğini aktarır. Oysa şimdi iktidarda “Müslüman, cesur” insanlar vardır ve işçiler, iktidarın “istikrar” söylemini onun adına desteklemektedir. Böylece neoliberal söylem, İslami/muhafazakâr kitlelerin desteğini kazanan AKP sayesinde “normalleştirilmekte”, “doğallaştırılmakta”dır.

Bazı işçiler ise belirgin biçimde, yoksulluğun İslam’da bir sınav olduğundan, bunun değerinin bilinmesi gerektiğinden, eğer nasipse herkesin iş bulabileceğinden ve sabırlı olmanın dini bir erdem olduğundan bahsederler.

Tuğal, dinin ekonomik sömürü karşısında tevekkül gösterme tavsiyesinin yeni bir olgu olmadığını, 2000’lerin başında da benzer düşüncelerle karşılaştığını belirtir. Fakat eskiden yoksulların dinsel tevekkülü, zengilerin karşısında, onların yaşam biçimini protesto eden bir kimlik gibidir. Bu tevekkülün yanı başında ise adil bir İslami topluma duyulan özlem, bir gün böyle bir toplumun kurulacağına dair güçlü bir inanç vardır.

Oysa 2006’ya geldiğimizde, bazı inşaat işçileri bir yandan yoksulluk karşısında tevekküllü ve sabırlı davranılması gerektiğini ifade ederken, diğer yandan kapitalist ilişkileri ve piyasa düzenini kabullenmişlerdir.

AKP’nin İslami Kesimler Nezdinde Kapitalizmi Doğallaştırması ve Normalleştirmesi

Böylece kitabın ana tezine gelmiş oluyoruz. Cihan Tuğal sağlam bir teorik çerçeveden kalkarak yaptığı uzun süreli ve derinlikli saha çalışmasının sonucunda şu tezi ileri sürüyor: Türkiye’de 1970’den bu yana siyasi alanda İslami tabanı temsil eden Milli Görüş hareketi, 28 Şubat darbesiyle geniş kitlelerin gözünde bir alternatif olmaktan çıkar. Aynı şey, 70’lerden beri bir akım olarak kendini gösteren ve 90’larda belirli bir güce erişen radikal İslamcı gruplar için de geçerlidir.

Milli Görüş hareketinin içinden çıkan AKP ise tamamen farklı bir çizgiyi temsil etmektedir. Özellikle yerellerdeki örgütlenme düzeyinde Milli Görüş hareketinden devraldığı teknikleri kullanmaya devam etmektedir ve kitle desteğinin bir kısmını da buna borçludur. Fakat ülkemizdeki “laik” kesimlerin kaygılarının aksine (“gizli İslamcı gündem”), İslami/muhafazakâr tabanı kapitalizme eklemleme, piyasa ekonomisiyle bütünleştirme işlevi görmektedir. Bu tabanın gözünde kapitalist ilişkileri normalleştirmekte, doğallaştırmaktadır. Hegemonik bir güç olarak AKP, söz konusu tabanın muhalif yönelimlerini etkisizleştiren ve bu kesimi kapitalizmle bütünleştiren yaşam pratikleri inşa etme gücüne sahiptir. İslami/muhafazakâr tabanı hem farklı yaşam pratiklerine sokabilmekte hem de izlediği neoliberal politikalar için ondan rıza ya da onay devşirmektedir.

Diğer yandan AKP, İslami tabanı kapitalizmle bütünleştirme işini tek başına yapmamaktadır. Nitekim Sultanbeyli’ye ikinci gelişinde Tuğal, İslami çizgideki geleneksel tarikat/cemaat yapılarının gücünün zayıfladığını tespit eder. 28 Şubat yine belirleyici etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yapıların gücü azalırken, tıpkı AKP gibi kapitalist ilişkileri doğallaştıran, insanları alternatif bir toplum kurmaya değil yoksulluk vs. karşısında tevekküllü davranmaya teşvik eden, çok daha dünyevi, Protestanlığı çağrıştıran bir İslam çizgisindeki yeni cemaat yapıları güç kazanmaktadır. 2000’li yılların başında pek bir gücü olmayan bu cemaat yapılarının başında ise Nurcular ve onun bir kolu olarak da Fethullah Gülen cemaati vardır.

Son olarak, Pasif Devrim kitabında bir dönemin (2001-2006) fotoğrafının çekildiğini unutmayalım. Elbette yakın gelecekte ne olacağını kimse tam olarak kestiremez. AKP’nin İslami tabanı kapitalizmle bütünleştirme ve kendi beyaz yakalılarını, seçkinlerini ve nihayet kapitalistlerini yetiştirme işlevi bir süre sonra halk nezdinde tepkiye yol açıp bir bumerang gibi kendisine dönebilir. Nitekim Tuğal, esnaf ve küçük işyeri sahipleriyle karşılaştırıldığında, inşaat işçilerinin gözünde AKP’nin hegemonyasının daha kırılgan olduğunu tespit eder. Dolayısıyla ekonomik krizin yoğunlaşması, sınıflar arası uçurumun derinleşmesi, bu hegemonyayı çözmeye aday görünüyor.

Fakat ülkemizde muhalif kesimlerin üzerine düşünmesi gereken çok önemli bir eğilim var: Varoşlarda AKP’nin alternatifi yine İslami/muhafazakâr gelenekten gelen partiler olacak gibi görünüyor. Zaten halihazırda Saadet Partisi ve Halkın Sesi Partisi (HAS Parti) oluşabilecek bu boşluğu doldurmaya hazırlanıyorlar.