PKK’nin terörü sistemli bir siyaset haline getirdiği ve bir terör örgütü olarak tanımlanması gerektiği tezi, PKK’nin Kürt hareketi içinde tartışmasız lider konumuna yerleştiği 1990’lardan beri herkesin duyduğu, ama savaş propagandası olmanın ötesinde değer taşımayan bir retoriğin ürünüdür. Bu retorik, özellikle Kürt halkına karşı uygulanan terörün sistemli ve uzun süreli bir çerçeve edindiği yıllarda, devlet terörünün toplum katında meşrulaşmasını sağlayacak psikolojik savaşın bir gereği olarak düzenli olarak üretildi.

Terör mevzusuna girildiğinde öncelikle bir ayrımın yapılması gerekiyor: Bir örgütün terör örgütü olması, terörü sistemli bir siyaset ve varlık nedeni haline getirmesine bağlıdır. Bu, devlet dâhil her türlü toplumsal örgüt için geçerlidir. PKK’nin böyle bir örgüt olmadığı, meşru taleplerle ortaya çıkan toplumsal bir ayaklanmanın yöneticisi olduğu kolaylıkla gösterilebilir.

Öte yandan, silahlı mücadele veren bir yönetici yapı, özellikle savaş koşullarında terör eylemlerine imza atabilir. Bu durum ortaya çıktığında, o yönetici yapının meydana gelen bu olaylar karşısında nasıl bir tavır aldığı büyük bir önem kazanır. Bu anlamda, taşıdığı sorumluluk gereği PKK de sınanmaktadır ve sınanmaya devam edecektir. Devletin beklentisi, PKK’nin bir terör örgütüne dönüşerek yöneticisi olduğu toplumsal tabanla bağlarının zayıflaması, ardından neredeyse kopması ve marjinalleşmesidir.

PKK’nin terör eylemleri gerçekleştirip gerçekleştirmediği, yaşadığımız bilgi kirlenmesi ve devletin sorumlu olduğu terörün büyüklüğü nedeniyle çoğu zaman bir muamma haline gelmiştir. Tarafların silahlı çatışması çerçevesinde ele alınamayacak kanlı olaylara bakıldığında, PKK’ye mal edilen birçok katliamda devlet güçlerine işaret eden delillerin bulunması şaşırtıcı değildir. Öyle ki, 1993 yılında silahsız ve savunmasız 33 askerin katledilmesi olayında – ki PKK’ye bağlı silahlı güçlerin bir terör eylemi gerçekleştirmiş olduğu apaçıktı - o askerlerin sanki ölüme yollandığı, devlet güçleri tarafından özellikle ortada bırakıldığı düşüncesinin doğmasına neden olan deliller mevcuttur.

Tablo bu olunca, “Evet bu PKK’nin sorumluluk taşıdığı bir terör eylemidir” tespitinde bulunmak hiç de kolay değil. Acaba o terör eylemi PKK’nin üzerine yıkılmak mı isteniyor? O terör eylemi her iki tarafın da bir şekilde işin içinde olduğu bir komplo mu? Yoksa doğrudan PKK’nin sorumlu olduğu bir terör eylemiyle mi karşı karşıyayız? Yaratılan bilgi ve yorum kirliliği içinde, bu ve benzeri soruları sormak kaçınılmaz hale geliyor.

Propagandist yayınlara yüz vermeyenler için, bu sorular karşısında üretilen ilk seçenek ister istemez kuşku oluyor. Dürüst ve gerçekçi yanıtlar vermenin yolları var, kuşkusuz. Çeşitli insan hakları kuruluşları ya da meclis komisyonlarının yaptıkları araştırmalar ve açıkladıkları sonuçlar, kuşkuların ortadan kaldırılmasında önemli rol oynuyor. Fakat hiçbir güvenilirliği olmayan tarafgir ve propagandist medya tavrı temel alınarak kuşkuların ortadan kaldırılması mümkün değil. Yaratılan bilgi ve yorum kirlenmesi, bir olay gerçekleştiğinde, en azından kısa vadede gerçekten nelerin yaşanmış olduğu hakkında bir sonuca ulaşmayı engelliyor.

TSK’nin Kandil’e kara harekâtı yapması beklentilerine yol açan, Öcalan ve PKK ile görüşmelerinin askıya alındığı ve “dağda şahin, ovada güvercin” sloganıyla açılışı yapılan seçim sonrası savaş sürecinde, PKK’nin yaptığı bir dizi eylemin apaçık terör içerdiği, savunmasız sivilleri de hedef aldığı şeklinde bir propaganda devrede. Dahası, Taraf gazetesi yazarı ve yöneticisi Ahmet Altan’ın başlattığı ve liberal aydın kesimi etkileyen bir “alçaklık” retoriği devreye girmiş durumda ki bu, bir salgına dönüşen entelektüel sorumsuzluk tavrına ekstra bir katkı sunmakta.

İyi de sivilleri de hedef alan bu eylemlerin ne olup olmadığı sorusu ortada mı bırakılacak?

Siirt’te dört genç kadının ölümüne neden olan eylem ele alınabilir örneğin. Bazı gazete haberlerine göre bu eylem, saldırıyı gerçekleştiren militanların bir gurup kadının içinde olduğu aracı sivil polis aracı sanması sonucunda gerçekleşmişti. Aslında hedef silahlı devlet güçleriymiş, ama işler beklendiği gibi gitmemiş. Bu haber doğruysa, tartışmasız terör tanımı içine alınabilecek bir olayla karşı karşıyayız demektir. Sorumluluk PKK’de ise, bu terör eyleminden de sorumludur sonucu çıkarmak zor olmamalıydı.

Bu olayla ilgili olarak Kürt medyası tarandığında, ağır basan iki tavırla karşılaştık: Birinci tavır, Siirt’teki saldırıya haber değeri biçmeme düzeyinde bir sessizlik ve görmezden gelme yönündeydi. Daha sonra kuşku ve belirsizliğe hizmet eden bazı yorumlar yapıldı. İkinci tavır ise, bu saldırı vesilesiyle PKK Kürt ulusal çıkarlarına hizmet edemez görüşünü doğrulama derdindeydi.

Siyasi yapılar düzeyinde neler döndüğüne bakıldığında, yapılan bir BDP açıklaması vardı. Açıklama saldırıyı gerçekleştirenlerin kimliklerini belirleme noktasında bir belirsizlik içeriyor, top devlete (ve tabii aynı zamanda PKK’ye) atılıyordu. Gerek Ankara’da gerekse Siirt’te meydana gelen saldırılar kınanıyor ve devletten faillerin bulunması talep ediliyordu. PKK’den gelen ilk resmi açıklamada ise Ankara’daki eylemle ilişkimiz yoktur deniliyor, ama Siirt’teki saldırı ile ilgili net bir açıklama yapılmıyordu. Gerek BDP’nin gerekse PKK’nin belirsizlik içeren açıklamaları, Siirt’teki saldırının PKK’ye bağlı silahlı güçlerce yapıldığı tespitine kuvvet kazandırıyordu. Birkaç gün süren bekleyişten sonra, nihayet PKK eylemin sorumluluğunu üstlendi, yapılan yanlışlıktan dolayı özür diledi ve sivil ölümlere neden olan eylemcilerin soruşturulup cezalandırılacağı sözü verdi.

Ankara’daki bombalama ve Siirt’teki saldırılar sonucu meydana gelen katliamların ardından oldukça gülünç bulduğum bir açıklama  [[dipnot1]]  Kemal Burkay’ın manevi önderliğini yaptığı PSK’den geldi. PKK eylemleriyle siyasal ve demokratik mücadelenin önünü tıkıyormuş. Barışa sevdalı sivil toplum yapıları da bu nedenle acze düşüyormuş. Bana göre tezlerini ters yüz etmek gerekiyor: Barışın önündeki en büyük engellerden birisi, insan hakları ve barış talebini dahi riya ve envai çeşit rant konusu haline getiren, fırsatçı ve yüksek siyasete adanmış sözde sivil toplum yapılarıdır. Fakat bu konunun ayrıca irdelenmesi gerekiyor.

Şu kadar sivil insanın içinde bulunduğu bir araca saldırıdan sorumlu olması, o örgütün sistemli bir terör politikası güttüğünü göstermez. Fakat aynı örgütün yanlışlıkla da olsa bir terör eylemine imza atmayacağını ve sorumluluk taşımayacağını da göstermez. Bu anlamda, Siirt’te yaşanan saldırı, Kürt hareketi içinde konumlanan sivil yapıların ne kadar basiretsiz ve zayıf kaldığını bir kez daha gösterdi.

Birçok olaya bakıldığında, PKK’nin ama yanlışlıkla ama “yan hasar” bağlamında, devlet terörüne terörle yanıt vermek gibi konumlara sürüklendiğini, hatta devlete bağlı silahlı güçlere karşı gerçekleştirilen çeşitli saldırılarda “meşru savunma” ya da “aktif meşru savunma” iddiasının inandırıcı olmaktan çıktığını tespit etmek zor değildir.

Şunu da belirtmekte fayda var: PKK’nin savaş politikası hakkında sorgulanması gereken unsurlar, sadece “yanlışlıkla” ya da “yan hasar” olarak meydana gelen, ya da aktif olsun olmasın “meşru savunmanın” sınırlarının fazlasıyla geçildiğini gösteren bazı saldırılar değildir. Örneğin terör eylemlerini hak olarak gören ve bunu siyaset olarak savunan, yani kendisini açıkça bir terör örgütü olarak tanımlayan TAK muamması da aydınlatılmayı bekliyor.

PKK, TAK’ın kendisinden bağımsız bir örgüt olduğunu beyan etti. Bugüne kadar devlet TAK’ın aslında PKK olduğunu ya da aralarında bir emir komuta zinciri olduğunu ispat edemedi ve  PKK’nin beyanını doğrulamış oldu.  Fakat benim düşüncem, PKK’nin TAK’ı hem durdurma gücü olduğu hem de bunun insani bir sorumluluk olduğudur. PKK, TAK’ın kendi bünyesinden çıktığını kabul ediyor ve varlığına müsamaha gösteriyor; sonlandırılması gereken durum budur.

Tutarlı ve ilkeli bir barış iradesi, PKK’nin sebep olduğu belli ve insani olarak kabul edilemez saldırılar karşısında, eleştirinin de ötesinde bir hak arayışını gündeme getirebilir. PKK’nin buna ne kadar açık olduğu kendisi ile ilgili algılamayı da etkileyecektir. “Fakat devlet bunun şu kadar mislini ve üstelik sistemli olarak yaptı, yapıyor” denilerek insani sorumluluk belirsiz bir yerlere havale edilemez.

Kabul etmeliyiz ki, Türkiye’de on yıllardır çözülemeyen savaş denkleminde eksik olan barış talebi değil, barış iradesidir. Devlet bu iradenin ortaya çıkmaması için elinden geleni yaptı. Bugüne kadar olan bitenlere bakıldığında,  başarılı olmuş gözüküyor. PKK bu eksikliği temel bir veri kabul ederek savaş siyasetini belirliyor.

Herkes biliyor ki terörü üreten savaştır. Çözümsüz görünen savaş denkleminde eksik olan barış iradesi, barış hareketidir. Ve ne yazık ki, sahici bir barış iradesi, barış hareketi gökten zembille inemiyor. Asıl açmaz bu noktada yaşanıyor.