Referandum sürecinde, Türkiye’deki muhalif yapılar, gruplar ve aydınlar arasında ciddi ve sert bir ayrışma yaşandı. Zaten, hiç olmazsa çok temel konularda da olsa dayanışma ve ortak iş yapma geleneği zayıf olan muhalifler, aralarındaki mesafeyi biraz daha açtılar. Tartışmalar, “dönek, satılmış, kuyrukçu, AKP yardakçısı, iktidar yalakası, Ergenekoncu, cahil, liberal (artık liboş denmiyor çünkü muhalif cenahta “liberal çevreler” demek zaten hakareti içinde barındırıyor)…” şeklindeki çok müstesna kavramlarla yürütülürken, olay zaman zaman yumurtalı, boyalı sulu, küfürlü saldırılara kadar vardırıldı. Açıkçası ben hala, kendisine sosyalist diyen bir insanın, içlerinde bu ülkenin en önemli kadın yazarlarından birinin de bulunduğu aydınlara yumurtalı küfürlü bir saldırıyı nasıl yapabildiğini anlayabilmiş değilim, daha doğrusu içime sindirebilmiş değilim.

Türkiye açısından çok kritik bir geçiş dönemi yaşadığımız açık, Immanuel Wallerstein’in sıkça vurgulamaya çalıştığı gibi hem dünyada, bana kalırsa kaçınılmaz olarak hem de Türkiye’de bir çatallanma anı yaşanıyor, “ … bugün bazılarının diğerlerinden daha büyük bir ayrıcalığa sahip olduğu gerçeğiyle, daha büyük ayrıcalığa sahip olanların bir geçiş çağının gerektirdiği sürekli değişkenliğin ortasında ayrıcalıklarını kesinlikle muhafaza etmeyi isteyeceklerini beklemenin normal olduğu gerçeği ile yüzleşmeliyiz. Kısacası bir geçiş çağı, dostça yapılan bir spor karşılaşması değildir ve aramızda keskin bölünmelere neden olacaktır.” [[dipnot1]] Bu çatışmanın ve bölünmenin sadece muhalifler ve iktidar arasında değil, muhalif yapıların kendi arasında da belirli ölçülerde gerçekleşebileceği tahmin edilebilir. “… Dönem kaotik olduğu ve sonucunu tahmin etmek de doğası gereği imkânsız olduğu için, geçişi ve sunduğu seçenekleri çözümlemek konusundaki entelektüel görev kolay ya da bilindik bir görev değildir. İyi niyetli insanlar yaptıkları entelektüel çözümlemede belki de derin bir şekilde birbirlerinden ayrılabilir ve ayrılacaklardır da…” [[dipnot2]] Buna rağmen hiç olmazsa çok temel konularda muhalif yapıların ve entelektüellerin bir araya gelebilmesi, işbirliği yapabilmesi, kendi gündemlerini oluşturabilmesi gerekmektedir. Ancak, aşağı yukarı son 8 yıldır, Türkiye’deki muhalifler, AKP’nin attığı adımları bekleyip, AKP’nin oluşturduğu gündemin peşine takılmakta, bu gündeme göre pozisyon belirledikten sonra birbirlerine dönerek kavgaya tutuşmaktadırlar. Oysa muhalif yapıların ilk görevi kendi gündemlerini oluşturmak ve onun mücadelesini vermektir.

Bana kalırsa bugün muhaliflerin mutlaka bir araya gelerek şiddetle takip etmek ve mücadelesini vermek  zorunda oldukları iki alan var. Birincisi, acil bir barış ortamı yaratarak Kürdistan’da süren savaşın her iki tarafın da kabul edebileceği ilkeler temelinde sona ermesini sağlamak, ikincisi, ülkenin çok kültürlü yapısına uygun demokratik bir anayasanın bir an önce hazırlanarak uygulamaya konmasını için mücadele etmek, organize olmak. Bu iki durum gerçekleşmediği sürece herhangi bir konuyu soğukkanlı bir şekilde tartışmamız ve sonuca bağlamamız imkânsız görünüyor. Türkiye’nin her şeyden önce 12 Eylül faşizminin gölgesinden ve yürüyen kirli savaşın etkilerinden kurtarılması gerekmektedir. Daha demokratik bir Türkiye isteyen herkes, Kürtler, Aleviler, sosyalistler, anarşistler, liberaller, İslamcılar, gerçekten bunu istiyorlarsa öncelikle bir araya gelerek Türkiye’nin normalleşmesini sağlamak zorundalar.

Referandum sürecinde “evet, hayır, boykot” tartışması herkesin gündemini öylesine belirledi ki, bir muhalifin öncelikle üstüne gitmesi gereken birçok konu neredeyse gündeme bile gelmedi. Örneğin AKP tüm seçim boyunca, “Alevilerin oyunu nasıl olsa alamam en iyisi MHP’nin tabanına oynamak” şeklinde bir strateji izlemiş ve seçime kadar olan süreçte Alevilere karşı kabul edilemez düzeyde ayrımcı bir söylem kullanmıştır. Başbakan açıkça bu ülkede yaşayan ve tarihi boyunca hep katliamlara uğramış bir topluluğu hedef gösteren konuşmalar yapmıştır. Normal koşullarda bu ülkenin muhaliflerinin her şeyi bir kenara bırakıp bu ayrımcılığın üzerine gitmesi ortalığı ayağa kaldırması gerekirdi, ancak bir iki küçük yazı ve AKP’yi eleştirmek için araya sıkıştırılmış malzeme olarak kullananları saymazsak bu durum görmezden gelinmiş ve geçiştirilmiştir. Hatta Alevi örgütleri bile “hayır”a o kadar odaklanmıştı ki, göstermeleri gereken sert tepkiyi onlardan bile duymadık. Bir ülkede, dini bir azınlığa karşı başbakan ayrımcı ve saldırgan bir dil kullanırken neredeyse tüm muhalif yapılar sessiz kalıyorsa ve yüksek siyasetin tatlı sularında, boş bir polemik edebiyatı eşliğinde “evet, hayır, boykot” siyasetinin peşinden sürükleniyorsa, hakikaten endişelenmek gerekiyor.

Yine referandum sonrası Kürt dil inisiyatifi TZP’nin örgütlediği okulları boykot eylemi Türkiye’deki muhalif yapılar tarafından neredeyse seyredildi. Bir ülkede, milyonlarca insan en temel hakları olan anadillerinde eğitim hakkını kullanamıyorsa o ülkenin muhaliflerinin öncelikli gündemlerinden birisinin bu sorunun üzerine gitmek olması gerekmez mi? Ayrımcılık ve temel insan hakları gibi konuları gündemlerinin arka sıralarına atmış olan bir muhalefet gerçekten muhalif olabilir mi?

Özetle şunu söylemeye çalışıyorum, temel insan haklarının uygulandığı, hiç kimsenin ayrımcılığa uğramadığı, nispeten demokratik ve özgürlükçü bir Türkiye isteniyorsa bunu isteyenlerin artık bir araya gelerek yapay ayrışmaları bir kenara bırakması ve birlikte mücadele etmesi gerekiyor. Bu sağlanmadığı sürece, hep beraber AKP’nin bir sonraki adımını beklemek, bu adıma göre pozisyon belirlemek ve sonra da AKP’nin aslında demokrat olup olmadığını tartışıp, “AKP gerçekten demokratsa şunları şunları neden yapmıyor” düzeyini aşamayan bir polemiğin ötesine geçmek pek mümkün görünmüyor.

Yazıyı yine Wallerstein’den yapacağım ve bence bugün için yol haritası olabilecek bir alıntıyla bitirmek istiyorum.

“Yaratacağımız gelecekteki tarihsel toplumsal sistemde hiyerarşi ve ayrıcalığı muhafaza etmek isteyenler, biz geri kalanlara göre iki büyük avantaja sahipler. İlki, emirlerine amade muazzam bir zenginliğe sahipler, mevcut iktidar onların elinde ve ihtiyaç duydukları uzmanlığı satın alma kabiliyetleri var. Aynı zamanda akıllılar, bilgi ve deneyim sahibiler. Ve az çok merkezi olarak örgütlenebiliyorlar. Fakat yaratacağımız gelecekteki tarihsel toplumsal sistemin nispeten daha demokratik ve nispeten daha eşitlikçi bir sistem olmasını tercih edenler her iki hususta da dezavantajlı durumdadırlar. Onlar daha az mevcut zenginliğe ve güce sahipler. Ve merkezileşmiş yapılar işletemezler.

Burada onların tek şansının bir sınırlamayı bir avantaja dönüştürmek olduğu sonucu çıkar. Kendilerini farklılıklarına dayanarak inşa etmeliler. Buna ‘gökkuşağı ittifakı’ ya da ‘la gauche plurielle’(çoğul sol) veya ‘frente amplio’ olarak adlandırmamız, bizim hiyerarşik bir yapısı olmayan veya her halükarda çok az olan dünya ölçeğinde bir sistem-karşıtı hareketler ailesi yaratma zorunluluğuna mahkûm olduğumuz temel fikrinden daha az önem taşıyor. Ve tabi ki bu, iki nedenden ötürü örgütsel açıdan zor bir şeydir. Bu kadar gevşek bir yapı uygulanabilir, tutarlı bir strateji yaratamayabilir. Ve bu kadar gevşek bir yapı dışarıdan düşmanca sızmalara ve içeriden parçalanmaya çok açıktır.

Buna ek olarak, böyle gevşek bir yapı eğer ayakta kalacaksa, karşılıklı anlayış ve saygı gerektirir. Burada yine entelektüel için bir rol vardır. Entelektüel kendini içinde bulunduğu anın tutkularından uzak tutabildiği ölçüde, çeşitli hareketler arasında tercüman olarak hizmet görebilir. Herbir hareketin önceliklerini diğerinin diline ve karşılaştıkları entelektüel, ahlaki ve sonra da politik meseleleri hareketlerin hepsinin anlamasına imkân verecek karşılıklı bir dile tercüme eden kişi olabilir.

Mücadelenin neticesi son derece belirsizdir. Ancak geçiş çağlarında hiç kimse kenarda oturma lüksüne sahip değildir”[[dipnot3]]

İlişkili Diğer Yazılar: