Referandum süreci başladığında BDP kararını boykot olarak açıkladı ve temel olarak bu durumu şöyle formüle etti: “Bizim değişikliği istenen maddelere bir itirazımız yok ancak iki nedenden boykot diyoruz; birincisi değişiklik paketinde Kürtlerle ilgili en ufak bir değişim ve gelişme yok, ikincisi bu paket hazırlanırken, tüm ısrarlarımıza rağmen bizimle görüşülmedi. Yani siyasi bir aktör olarak dikkate alınmadık. Biz de bu nedenle hükümetin sandığını dikkate almıyoruz ve seçimi boykot ediyoruz.”
Ancak bir süre sonra BDP’li siyasetçiler, maddelerle ilgili itirazlarını da dile getirmeye başladılar. Hatta televizyon programlarında izlediğim bazı BDP’li milletvekilleri “Hayır”cı cephenin argümanlarını çok açık bir şekilde kullanmaya başladılar. Bu değişiklikle AKP’nin aslında yargıyı kontrol altına almak istediği, 12 Eylül’ün yargılanma hikâyesinin doğru olmadığı ve zaman aşımı nedeniyle işe yaramayacağı, AKP’nin kendine demokrat bir parti olduğu gibi. Olay “Hayırcı” argümanların kullanıldığı bir boykot kampanyasına dönüşüyordu ki Abdullah Öcalan’ın uyarısı geldi. Öcalan, boykotun bir yöntem olduğunu ancak hükümetle pazarlık yapmadan bu konuda acil karar verilmemesi gerektiğini söyledi, mealen “ eğer hükümet Kürtlerin temel hakları konusunda adım atacağına dair işaret verirse evet bile verilebilir ancak bu konuda gerekli karşılık bulunmazsa elbette boykot yapılmalı” dedi. Bu durum BDP’de ciddi bir şaşkınlığa neden oldu. Hükümet gerçekten ciddi adımlar atacağına dair sözler verirse ne yapılacaktı. Daha bir gün önce hararetle ve çok sert bir dille savundukları boykottan vazgeçip evet oyu vereceklerini nasıl açıklayacaklardı. Bu durum boykot kararı veren BDP’ye koşa koşa destek veren bazı sosyalist çevrelerde de hayal kırıklığı etkisi yaptı. İslamcı/sağ basınsa çok sevindi. Hem “biz demedik mi bu BDP tüm emirleri İmralı’dan alıyor” deme imkânına kavuştular, hem de Kürtlerin evet vermesi durumunda paketin geçme olasılığının çok yüksek olduğunu açıkça biliyorlardı. Aslında Öcalan çok basit bir uyarı yapmıştı, yani BDP’ye neden siyaset yapmıyorsunuz demişti, hazır böyle bir fırsat varken AKP ile pazarlık yapılabilir ve bazı ciddi kazanımlar elde edilebilirdi. Ancak BDP’li siyasetçilerin yardımına AKP’nin seçim stratejisi yetişti. AKP bu seçimler için BDP’li Kürtleri ve Alevileri tamamen dışarıda bırakan ve asıl olarak MHP’lilerin de içinde bulunduğu sağ/muhafazakâr seçmen kitlesini hedef alan bir strateji belirlemişti. Bu nedenle Kürtlerin bazı taleplerinin karşılanabileceği gibi açık bir mesaj vermek istemiyordu. Bunun üzerine BDP boykot kararına yeniden ve eli güçlü bir şekilde dönebildi.
Bu aşamadan sonra seçim sonuçları biraz daha önemli bir hal aldı. Boykotun başarısız olması durumunda muhtemelen AKP, “BDP siz ve PKK siz” Kürt sorununu çözme politikasında ısrar edecek, pazarlıklarını ve görüşmelerini “iyi Kürtlerle” yapacaktı. Ancak boykot başarılı olursa bu, “BDP siz ve PKK siz” çözüm formülünü bir kenara bırakmak ve görüşmelere Kürt siyasetinin iki önemli aktörü, BDP ve Abdullah Öcalan’la devam etmek anlamına gelecekti. Bu nedenledir ki Öcalan referandum öncesindeki son görüşme notlarında derinleştirilmiş ve genişletilmiş bir boykot için seferber olunması gerektiğini ve bunun önemini vurguladı.
Sonuçta kim ne derse desin, Öcalan’ın Kürt halkı üzerindeki büyük etkisi bir kez daha ispatlandı, en azından bölgede çok yoğun bir boykot çıktı. Eğer Öcalan “evet de verilebilir” deseydi Kürtlerin çok büyük bir bölümü bu yönde tercih kullanırdı. Bu durumu açıklamak için, doğu toplumlarının “lider kültü yaratma” eğilimi olduğu gibi sosyolojik bir gerekçe bulabilirsiniz ancak şu aşamada Kürt halkı için durum sosyolojik olduğu kadar psikolojik de kanımca. Abdullah Öcalan Kürtlerin çok büyük bir bölümü için “son Kürt isyanının devletin eline geçmiş liderdir”. Kürtler ona karşı büyük bir vicdani borç hissediyorlar ve son Kürt isyanının simgesi olarak da görüyorlar onu, bir tür “devletin eline geçmiş onurları” olarak bakıyorlar Öcalan’a. Cumhuriyet döneminde çıkmış tüm Kürt isyanları şiddetle bastırılmış ve liderleri asılmıştı. Oysa son Kürt isyanı bastırılamadığı gibi lideri de devletin elinde olmasına rağmen asılamamıştır. Öcalan’ın hapishane koşulları sorun olduğunda on binlerce Kürdün çoluk-cocuk, genç- yaşlı sokağa dökülmesine bir anlam veremeyenlerin görmediği ve anlamadığı bu bence. Sorun üç beş santim ya da hapishane koşulları değil, sorun bir simgeye, Kürtlerin onurları olarak gördükleri bir simgeye el uzatılmasıdır. Sonuç olarak dediğim gibi kim ne derse desin, Kürt halkının büyük bir kısmı, “BDP siz ve PKK siz çözüm” politikasını asla kabul etmeyeceği ve Abdullah Öcalan’ın mutlaka dikkate alınması gerektiği mesajını açıkça verdi.
Referandum sonrasındaki ilk veriler, “batıda evet, doğuda boykot” diyenlerin en azından şimdilik haklı olduklarını ortaya koydu. Bu düşünceyi savunanlar asıl olarak şunu söylüyorlardı, “referanduma evet çıkarsa bu yeni anayasanın önünü açacaktır, doğuda çıkan boykot ise Kürt siyasetini, BDP’yi ve Öcalan’ı dışarıda bırakarak çözüm olmayacağını gösterecektir”. Referandum sonrası oluşan ortam, en azından şimdilik işlerin bu minval üzere yürüdüğünü gösteriyor. Elbette Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin demokratikleştirilmesi gibi bir durumun kısa bir sürede hallolacağını, her şeyin birkaç yıl içinde güllük gülistanlık olacağını beklemek imkânsız, en azından yaşadığımız tecrübeler bu konuda ihtiyatlı olmak için gerekli olan tüm örnekleri bize sunuyor. Ayrıca Öcalan’da, Aysel Tuğluk ve avukatlarıyla yaptığı son görüşmede büyük oranda ihtiyat söylemi kuruyor ve henüz devletin ciddi bir çözüm önerisiyle gelmediğini vurguluyor. Bunun dışında Kürt meselesinin çok aktörlü ve çok boyutlu bir sorun olması da kısa sürede çözümü imkânsız kılıyor.
Yine de çözüm adına girilecek yolun sağlamlığı ve doğruluğu uzun vadede de olsa çözümü yakınlaştıracaktır. Referandum sonrası devletin Abdullah Öcalan’la görüşmeleri açıktan yapmaya başlaması, Hakkâri provokasyonuna rağmen BDP ile yapılması planlanan ve ertelenen görüşmenin çok kısa bir sürede gerçekleşmesi, başta Ahmet Özal’ın demeçleri olmak üzere derin devletle ilgili sırların birden bire ortaya saçılması ve bu konuda insanların cesaretlenmesi, Turgut Özal ve Eşref Bitlis’in şüpheli ölümleriyle ilgili dosyaların yeniden açılması insanı umutlandırmıyor değil. Ancak dediğim gibi temkini elden bırakmamak ve barış mücadelesini yükseltmek gerekiyor. Bir kenara çekilip pazarlıkları seyrederek bir yere ulaşamayacağımızı onlarca örnek bize göstermiş olmalı. Ayrıca anadil için yapılan okul boykotu gibi sivil itaatsizlik eylemleri karşısında devletin ve klasik siyaset yürütücülerin kapıldıkları paniği düşünürsek yapılacak şey aslında çok açık, hak taleplerini ve mücadelesini sürekli yükseltmek.
Kürt Meselesi Nereye?
Neredeyse 200 yıllık bir meseleyi burada özetlemeye kalkmayacağım. Ancak çok genel bir bakışla, 1923-1990 arasında devletin Kürt sorununa yaklaşımı “inkâr/imha ve asimilasyondur”. "Türkiye’de Kürt yoktur, kendine Kürt diyenler aslında bir Oğuz kabilesidir ve yapılan, bu insanları asimile etmek değil tam tersine özüne döndürmektir" anlayışı farklı biçimlerde de olsa 90'lara kadar devam etmiştir ancak bugüne gelmek için kısa kesiyorum. 1990 yılından sonra devlet durumun böyle gitmeyeceğini gördü ve bir değişiklik yaptı; “evet Türkiye’de Kürtler vardır” dedi. Özal başta olmak üzere dönemin siyasilerinden “Kürt realitesini tanımak lazım” laflarını sıkça duymaya başladık. Ancak şu günlerde de açıkça ortaya çıktığı gibi bu konuda o zamanlarda devlette iki eğilim vardı. Birinci eğilimi Özal ve Eşref Bitlis gibi isimler temsil ediyordu, yani sorunun müzakereyle ve Kürtlerin belirli haklarının tanınarak halledilmesini savunan eğilimi ki bu insanlar bir Kürt-Türk savaşının yaratacağı yıkımı öngörüyorlardı. İkinci eğilim ise özetle; “önce Kürtlerin bu isyanını şiddetle bastırmak ne pahasına olursa olsun bu son Kürt isyanını yenilgiye uğratmak gerekli” şeklindeydi. Bu ikinci görüş bugün de daha yumuşak da olsa bazı “terör uzmanları” tarafından dile getiriliyor, “eğer bu isyan askeri bir başarıyla sonuçlanmazsa Kürtlere verilecek haklar Türkiye’yi bölünmeye götürürü. Önce PKK’yi ezmek sonra bazı hakları vermek gerekiyor” diyorlar. 1993 yılında bu görüş yani “önce isyanı ne pahasına olursa olsun bastır sonra ufak tefek haklarla asimilasyonu zamana yay” görüşünü savunanlar iktidarı ele geçirdi ve 1999 yılına, yani Öcalan’ın yakalanarak Türkiye’ye teslim edilmesine kadar açıkça bir iç savaş, kirli savaş sürdürüldü. Binlerce insan faili meçhullere kurban giderken on binlerce ölü, köy boşaltmalar, katliamlar biribirini izledi. Ancak bu yapılanlarla son Kürt isyanının bastırılamadığı, hatta giderek büyüdüğü ve daha önemlisi Türkiye’yi bir iflasa doğru sürüklediği görüldü. Bunun üzerine bir dış müdahale ile Öcalan yakalandı ve Türkiye’ye teslim edildi, bugün açıkça konuşulduğu gibi mesaj şuydu “Öcalan’ı teslim ediyoruz ancak onu asmayacaksınız ve Kürt sorununu barışçıl yollarla çözeceksiniz”. Devlet bunu kabul etti, hatta bu dönemde iktidarda MHP vardı ve anlaşmayı imzalayanlar arasında bizzat MHP bulunuyordu. Türkiye’ye AB yolu da açılınca bir anda sorun çözülmüş ve bitmiş zannedildi. Ancak unutulan bir şey vardı 1950’lerden beri Gladyo adıyla var olan ve 1990’lardan itibaren JİTEM ve benzeri oluşumlarla neredeyse devletim tün kurum ve yapılarını sarmış bir derin devlet ve derin devleti kullanan bir askeri vesayet sistemi vardı. Derin devleti ve bu askeri vesayet sistemini tasfiye etmeden Kürt sorununu barışçıl yollardan ve temel hak taleplerini karşılayarak çözmek mümkün değildi. Zaten 2004’e kadar olan süreç herkes tarafından heba edildi ve derin yapılar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı.
2004 sonrası, asıl olarak Türkiye’de devlet içinde ciddi bir hesaplaşmanın yaşandığı dönem oldu. Bugün açıklıkla öğreniyoruz ki bir çok darbe planı yapılmış ve bunun için “bayrak provokasyonu” da dâhil bir çok eylem gerçekleştirilmiş. Ancak hem Türkiye’nin sosyolojik ve ekonomik istikameti hem de dünyanın gidişatı, ABD’yi ve AB’yi bu darbelerin dışında tuttu ve ardından Hrant Dink’in katledilmesiyle birlikte bu yapıların tasfiyesi süreci başladı. Vesayetçi sistem son olarak yargı kozunu kullanmaya kalkıştı, nitekim AKP’ye açılan kapatma davasıyla birlikte yargı içindeki güçleri ve etkinlikleri ortaya çıkmıştı ancak bana kalırsa son referandumla birlikte bu kozlarını da kaybetmiş bulunuyorlar.
Herkes yakın zamanda şahit olacak, derin devlet ve Ergenekon türevi örgütlerle ilgili çok ciddi şeyler ortaya çıkacak, daha şimdiden Özal, Bitlis suikastlarıyla ilgili soruşturmalar yeniden başladı, JİTEM’in kurucusu ortaya çıktı ve savcılara ifade veriyor. Eşref Bitlis’in sağ kolu olan Kazım Çillioğlu’nun oğlu ortaya çıkarak, açıkça babasının Yeşil ve bazı ordu mensupları tarafından öldürüldüğünü bildiğini açıkladı. Muhtemelen bu konuda da yakında soruşturmalar başlayacak. Ancak muhalif yapılar ve aydınlar bu işin peşine düşmez sonuna kadar gitmezse elbette AKP’nin ihtiyacı olduğu kadarı ve istediği kadarı ortaya çıkacaktır. Bu derin yapıların üstüne gitmek ve bütünüyle ortaya dökmek ancak muhaliflerin çabalarıyla gerçekleşebilir. “AKP bu konuda samimi değil eğer samimi olsaydı sonuna kadar giderdi” türünden mızmızlanmaların ve şikâyetlerin hiçbir anlamının olmadığı çok açıktır.
Türkiye Kürt sorununu halletmeden, herhangi bir konuda fazla gelişme gösteremez. Sorun bunun nasıl halledileceğinde düğümleniyor, derin devletin ve askeri vesayetin zayıflaması ve özellikle referandum sonrası yediği son darbe barışçıl çözüm ihtimalini güçlendirirken, AKP’nin PKK’siz çözüm formülünü bugün bile tamamen terk etmemiş olması sorunun çözümünde temkinli adımların atılmasına neden oluyor. Nitekim bu nedenle AKP’ye güvenmeyen PKK eylemsizlik kararını beklendiğinin aksine sadece bir ay uzattı. Ayrıca Öcalan’da, hem çok temkinli beyanatlarda bulundu hem de gerekli mesajı yolladı, AKP’nin devlet demek olmadığını söyleyen Öcalan CHP ile de görüşmelerin yapılabileceğini belirtti. Böylece “eğer bu meseleyi bizimle masaya oturup çözmezseniz devletin diğer kanatlarıyla da ilişkiye geçebiliriz” demiş oldu.
Görebildiğim kadarıyla AKP, seçime kadar ciddi bir sükûnet ortamı istiyor. Böylelikle MHP’nin tabanından referandumda alabildiği oyları seçimde de almayı umuyor. Bunun için PKK’nin eylemsiz kalması ve şehit cenazelerinin gelmemesi gerekiyor. Bu sükûnet ortamını ancak Öcalan’la görüşerek sağlayacağını bilen AKP bunun için uğraşıyor. Ancak bir taraftan da çevre ülkeleri dolaşıp PKK’yi tasfiye edebilir miyim diye yoklamalar yapmayı da ihmal etmiyor. Kürt siyasi hareketinin seçime kadar bu oyalama taktiğini kabul etmeyeceği ve ancak ciddi hak kazanımları olduğunda anlaşmaya yanaşacağı düşünülürse yakın zamanda daha somut adımlar atılmasını beklemek hayalcilik olmaz. Bu durumda bir paradoksun da olduğu görülüyor. Kürtlerin hak talepleri karşılandığında bu kez MHP bunu seçim propagandası olarak kullanabilir. AKP’nin bu konuda güvencesi, MHP’nin bu söyleminin referandumda işe yaramamış olması. Ancak seçime kadar bir taraftan Kürt sorunu konusunda adımlar atılırken bir taraftan da MHP tabanına yönelik milliyetçi mesajlar verilmesine dikkat edilecektir. Yani çelişkili gibi görünen söylemlerin ve işlerin aynı anda gündemde olacağı bir süreç yaşayacağız seçimlere kadar.
Kürt sorununda kesin çözüme giden yola da ancak seçim sonrası girilebileceğini düşünüyorum. BDP ve Kürt hareketi seçimden güçlü çıkabilirse ve özellikle de büyük şehirlerde oy oranlarını arttırabilirse, AKP’nin, PKK’siz çözüm arayışlarını tümüyle bir kenara koyarak yola devam edeceğini ve yeni anayasayla bu sorunu çözmeye çalışacağını zannediyorum. Elbette ki bu gelişmelerin Kürtler açısından tatmin edici olabilmesinin tek yolu da yine Kürtlerin hak talepleri konusundaki güçlü eylemleri olacaktır. Bu konudaki talepkarlık ve kararlılık zayıfladıkça kazanılan haklar da o kadar az olacaktır. Yüksek siyasette neler döndüğünü izlemek ve anlamaya çalışmak elbette önemlidir ancak muhalifler için asıl önemli olan hak ve adalet mücadelesini her koşul altında daha da yükseltmektir. Yüksek siyasetin peşine takılarak ve yüksek siyasete odaklanılarak hak mücadelesi yapılamaz.