Referandumun üzerinden bir hayli zaman geçti. Son haftalarda ilgilendiğim yayıncılık projelerinin yoğunluğu daha önce bu konuda bir yazı yazmamı ne yazık ki engelledi. Malum, yayıncılar, sonbahar sezonunda çıkacak yeni kitapların son hazırlıklarını yaptıkları Ağustos-Eylül döneminde biraz yoğun oluyorlar.
Ana-akım ve muhalif medyada referandum sonuçları üzerine pek çok şey yazılıp çizildi. Bu yazıda sadece bazı noktalar üzerinde durmaya çalışacağım; sanıyorum geciken yazıların böyle bir talihsizliği var.
Referandum konusunda dikkatimi çeken birkaç hususa değindikten sonra yazının ikinci bölümünde Kürt sorununda yaşadığımız son derece ilginç gelişmeleri ele almaya çalışacağım.
Referandum, AKP-Milliyetçi Taban İlişkisi
AKP’nin anayasa değişikliği için halkoylamasına sunduğu paketin yüzde 58 gibi yüksek bir oranla kabul edilmesi, elbette yakın gelecekte gerçek bir demokratikleşme yönünde atılabilecek adımlar için sağlam bir zemin sundu. Deneyimli ve dürüst bir araştırmacı olan Tarhan Erdem, bu oyların yüzde 45-46 civarındaki bölümünün AKP’nin kendi oyu olduğunu; geriye kalan yüzde 12-13 nispetindeki oyun ise başka seçmen tabanlarından geldiği tespitini yaptı. En çok tartışılan da doğal olarak MHP’nin güçlü olduğu birçok yerde beklenenin ötesinde “Evet” oyu çıkmasıydı.
Medyada okuduğum yorumlarda, ağırlık olarak, MHP’nin kan dökmeye, şehit cenazelerine, asıp kesmeye ve şoven milliyetçiliğe dayandırdığı kampanyasının başarısız kalmasının demokratikleşme için hayırlı olduğu söyleniyordu. Analizler genellikle, “milletin artık bu söylemlere itibar etmediği” ve “MHP tabanının benimsediği Türk-İslam sentezinin bir kanadını oluşturan İslami-muhafazakâr öğelerin giderek baskın hale geldiği” şeklindeydi. Nitekim Tarhan Erdem de MHP’nin benzer bir söylemi tekrarlaması halinde, 2011 seçimlerinde yüzde 12-13 bandını aşamayacağını, hatta baraj altında kalmasının olası olduğunu belirtti.
Bunlar elbette olumlu gelişmeler. Fakat bardağa bir de boş tarafından bakarak şöyle söylemek de mümkün: Tayyip Erdoğan referandum boyunca Kürt sorununa pek değinmedi; milliyetçi-muhafazakâr taban nezdinde oy kaybına yol açabilecek, “açılım” dönemindeki benzer adımlar atabileceğine dair herhangi bir işaret vermekten özellikle kaçındı. Erdoğan Diyarbakır mitingindeki konuşmasında da Kürt sorununu bir “sorun” haline getiren hiçbir temel meseleye değinmedi.
Belli ki AKP ve Erdoğan stratejisini şöyle kurmuştu: Yüzde 50’nin üzerine çıkabilmek için BDP’nin temsil ettiği Kürt oylarına değil, milliyetçi-muhafazakâr oylara “oynadı”. BDP’nin yüzde 6 civarındaki oyunu alamasa da olurdu. Boykota katılmayan Kürt seçmen nasıl olsa çok ağırlıklı olarak “Evet” diyecekti. İkincisi, memleketteki milliyetçi-muhafazakâr oylar, BDP’nin temsil ettiği oy oranına göre çok daha fazlaydı. Referanduma yaklaşık üç hafta kala PKK’nin aldığı eylemsizlik kararı şehit cenazeleri üzerinden yürütülecek milliyetçi söylemin altınının boşalmasına önemli bir katkıda bulunmuştu; ama doğal olarak hiç kimse bundan bahsetmedi.
Boykotun Başarısı
Buradan boykotun ne derecede başarılı olduğu tartışmasına geçebiliriz. Fakat öncelikle “başarılı” veya “başarısız” olduğuna neye göre karar vereceğiz? Eğer ölçütümüz BDP’nin oy oranını önemli ölçüde korumasıysa, hiç kuşkusuz boykotun başarılı olduğunu ve Türkiye kamuoyunda da hissedilir bir “Kürt etkisi”nin oluştuğunu söylemek gerekiyor.
Öte yandan, Kürt sorununun çözümüyle ilgili son gelişmeler, BDP’nin (ve dolaylı olarak PKK’nin) sistem tarafından muhatap alınıp alınmayacağını yeniden merkezi bir soruya dönüştürdü. Muhataplık meselesi, BDP’nin Kürtleri temsil gücüyle doğrudan bağlantılı. Dolayısıyla kalıcı bir barışın tesisi edilebilmesi için BDP’nin Kürdistan’da ve metropollerdeki Kürt halkı arasında tabanını genişletmesi gerekiyor. BDP’nin Kürt halkının taleplerini gündeme getiren yegane parti olduğu kuşkusuz doğru. Bu çerçevede BDP, gerek oy oranı gerekse Kürt halkının taleplerini gündeme taşıması bakımından önde gelen muhataptır. Ama sistemi belirli adımlar atmaya zorlayacak ölçüde bir temsil gücüne kavuştuğunu da söyleyemeyiz. Eğer BDP’nin yüzde 10’un üzerinde oyu olsaydı, Erdoğan Hükümeti referandum sürecinde Kürtlerin taleplerini mutlaka göz önüne almak zorunda kalırdı.
Bir Analiz Denemesi
Kürdistan’daki referandum sonuçlarının nesnel bir analizi, BDP’nin güçlü olduğu şehirlerde gücünü önemli ölçüde koruduğunu, bazı Kürt illerinde ise AKP kadar güçlü bir tabana sahip olmadığını gösteriyor. Dersim’deki sonucun ise ayrıca üzerinde durulması gerekiyor. Bu tartışmanın dar anlamda “boykotun başarısı”nın ötesinde, onca kan ve gözyaşının başlıca sebebi olan “BDP-PKK çizgisini muhatap almadan Kürt sorununu çözelim” stratejisine artık dur diyebilmek açısından önemi var.
İl genel meclisi seçimlerini esas alırsak, örneğin Diyarbakır’da 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde toplam seçmen sayısı yaklaşık 800.000 idi.[[dipnot1]] Seçime yaklaşık 657.000 kişi katılmış ve bunun biraz altında oy geçerli sayılmıştı. DTP bu oyların yaklaşık 377.500’ünü almıştı. AKP ise kabaca 195.000’ini. 12 Eylül’deki referandumda ise kayıtlı seçmen sayısı yak. 851.000’e yükseldi. Yerel seçimlerdeki yüzde 81 katılım oranını baz alıp basit bir orantı kurarsak, boykot kararı olmaması durumunda aşağı yukarı 690.000 kişinin oy kullanacağını kabul edebiliriz. Boykot kararı dolayısıyla sadece 296.000 kişi sandığa gitti ve 262.000 kişi “Evet” oyu verdi. Bu durumda, yeni seçmenlerin siyasi tercihlerinin kabaca aynı kaldığını kabul edersek, BDP’nin (yine bu varsayımlar altında) yaklaşık 390.000 kişiyi sandığa gitmemeyi ikna ettiğini söyleyebiliriz. Bu da toplam oyların yaklaşık yüzde 57’sidir; 29 Mart yerel seçimlerinde BDP’nin aldığı oy oranı ise yüzde 59’dur. Dolayısıyla boykot, BDP’nin oy oranını koruması bakımından Diyarbakır’da başarılı olmuştur.
Batman için aynı hesabı yaparsak, yerel seçimlerde yüzde 53,5 alan DTP’nin oy oranının, referandumda yaklaşık yüzde 50’lik bir boykot oranıyla korunduğunu söyleyebiliriz. Mardin, Van ve Siirt için de benzer şeyler söylenebilir. Benzer hesap kalıplarını uyguladığımızda Urfa da BDP’nin oy oranını koruduğu bir başka şehir olarak karşımıza çıkıyor.
Kürdistan’daki bazı illerde ise durum daha farklı bir görünüm arz ediyor. Örneğin Ağrı’da, yukarıdaki varsayımlar altında yapılabilecek bir hesapla BDP’nin oylarının 29 Mart yerel seçimlerine göre 73.000’den yaklaşık olarak 50.000’e gerilediği görülebilir. Bingöl’de ise –belki yerel dinamiklerin önemli bir rol oynamasıyla– daha önceki yerel seçimlerde 23.600 oyu olan DTP’nin oy oranı, (boykot kararı olmasaydı referandumda da aynı oranda, yani yüzde 80,5 katılım olacağı varsayımıyla) 5.400’e düşmüştür. Bingöl’de yerel tarikat ağlarının gücü bilinmektedir. Ama yine de düşüş çarpıcıdır. Bitlis’te de benzer bir sonuçla karşılaşıyoruz. BDP oyları önceki seçimlere göre 36.400’den 20.850’ye inmiş görünüyor. Elbette karşılaştırma yaptığımız en yakın seçimin bir yerel seçim olduğunu unutmayalım. İl genel meclisi oylarını baz alarak bir ölçüde bu durumu dengelemeye çalışsak da yerel seçimlerde yerel dinamikler, bir referandum atmosferine göre çok daha etkili oluyor. Yine de bu şehirlerde BDP’deki oy kaybı dikkate değer ölçüde fazla görünüyor.
Dersim ise Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına geçirilmesiyle farklı bir görüntü çizmeye başlıyor. Fakat Dersim’de önceki seçimlerde de son derece sorunlu bir tabloyla karşılaşıyoruz. 29 Mart yerel seçimlerinde DTP il genel meclisi oylarında AKP’ye ancak 250 oy civarında fark atabiliyor; Tunceli merkez belediye başkanlığını ise sadece 25 oy farkla kazanıyor. AKP, DTP’yi çok yakından izlemiş; biraz geriden ise CHP takip etmiş. Bölgede gücü olan EMEP’in tabanı ise 3.000 gibi yüksek bir oyla DTP’nin değil kendi adayına oy vermiş. 12 Eylül referandumunda BDP’nin boykot çağrısına uyanların 7.500 kişi olduğunu, geçen seçimlerde ise DTP’nin yaklaşık 9.000 oy aldığını söyleyebiliriz. Dersim’de durum son derece krtik görünüyor.
Hemen Kürdistan’ın yanı başındaki metropollere geçtiğimizde, Adana’da DTP’nin 29 Mart seçimlerinde 86.700 oy aldığını, oysa referandumda sadece 41.000 kişiyi boykota ikna edebildiğini görüyoruz. Mersin’de ise 29 Mart seçimlerine katılım oranı yüzde 86 gibi Türkiye’nin genelinin de üzerinde bir seviyede gerçekleştiği için referanduma dair sağlıklı sonuçlar çıkarmak pek mümkün olmuyor. Ama BDP’nin oy oranını koruduğunu bir tahmin olarak söyleyebiliriz.
Büyük metropellere, Kürt siyasi hareketinin görece yüksek oylar aldığı İstanbul’un Bağcılar, Eserler, Gaziosmanpaşa, Güngören gibi ilçelerine geldiğimizde ise doğrusunu söylemek gerekirse işin içinden çıkmak bir hayli güçleşiyor. Bu ilçelerin bazılarında 29 Mart 2009 yerel seçimlerine katılım yüzde 80’lerin üzerinde. Oysa referanduma katılım İstanbul genelinde daha düşük gerçekleşti. Dolayısıyla bir kıyaslama yapmak ve İstanbul’un seçmen sayısı yüz binlerle ifade edilen bazı ilçelerinde boykota katılım hakkında sağlıklı tahminler yürütebilmek pek mümkün görünmüyor. Böylesi tahminleri yerel parti örgütlerinin daha iyi yapabileceğini düşünüyorum.
Boykot Sonuçları, Temsiliyet Sorunu, Muhaliflere Düşen Sorumluluk
Toparlamak gerekirse, BDP’nin ilan ettiği boykotla Kürt siyasi hareketinin güçlü olduğu yerlerde çoğunlukla oy oranını koruduğunu, Hakkari ve Şırnak’ta ise daha da güçlendiğini söyleyebiliriz. Ağrı, Bingöl ve Bitlis gibi Kürdistan’ın bazı şehirlerinde ise oy kaybına uğramış. Son olarak Dersim’de 2011 seçimlerinde BDP’yi zorlu bir sınav bekliyor.
Fakat genel anlamda oy oranlarına bakıldığında Kürt siyasi hareketinin bölgede yaşayan Kürtlerin ezici çoğunluğunu temsil ettiğini ve tabanını farklı kesimlerden Kürtleri kapsayacak şekilde genişletebildiğini söyleyemiyoruz. Kürt siyasi partilerinin Türkiye genelinde yüzde 6 sınırını aşamadığı öteden beri bilinen bir gerçek.
Kürtlerin en az yarısının yaşadığı metropoller ve Batı’daki diğer şehirlerde BDP’nin temsil kabiliyeti çok daha zayıf. Yoğun göç alan Adana, Mersin, Antalya, İzmir ve İstanbul, bu şehirlerin arasında en önde gelenleri.
Belki hepimizin bildiği bir gerçeği bir kez daha söylemek olacak ama, Kürt siyasi hareketi bölgeye sıkıştığı, bölgede ve asıl önemlisi metropollerde tabanını daha da genişletemediği müddetçe devlet ve AKP, “Kürt halk hareketini muhatap almayalım, yapabilirsek tasfiye edelim ve kendi muhatabımızı yaratalım” stratejisi için geniş bir manevra alanı bulacaktır.
Kürt sorununda yeni ve önemli gelişmelerin olduğu bugünlerde metropollerde yaşayan Kürtlere, özellikle bir hayli geniş olan orta sınıflardan aydın Kürtlere büyük sorumluluk düştüğü görüşündeyim. Kürt hareketinin bölgedeki başarılarına sevinmekle yetinmek ve toplum tabanında örgütlenme zahmetine girmemek de bir seçenek olabilir; ama şimdiye kadar görüldüğü gibi bu seçenek, yaşanan acıların uzamasından ve çoğalmasından başka bir işe yaramıyor.
Batı’daki ve metropollerdeki Türkî kesimlere de benzer şekilde büyük sorumluluk düşüyor. Barış inisiyatiflerinden daha uzun vadeli ve kalıcı alan örgütlenmelerine kadar hepimizin ciddi bir çaba sarf etmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Yukarıda sözünü ettiğim gibi bir sonraki bölümde, Kürt sorununda yakınlarda meydana gelen gelişmeleri değerlendirmeye çalışacağım.