Beklendiği gibi, referandum sonrasında Kürt sorunu bütün ağırlığıyla Türkiye’nin gündemine oturdu. Geçtiğimiz iki buçuk ay pek çok gelişmeye sahne oldu ve çelişik eğilimler bir arada varlığını sürdürdü.

Kısaca hafızamızı tazelemek gerekirse, Kürt Dil ve Eğitim Hareketi, referandumdan hemen sonra bir sivil itaatsizlik kampanyası örgütledi ve Kürtlere bir hafta boyunca çocuklarını ilk ve orta öğrenim okullarına göndermeme çağrısı yaptı. Özellikle bölgede BDP’nin güçlü olduğu şehirlerde boykota hissedilir bir katılım oldu. Böylece uzun süredir gündemde olan, fakat bir türlü hayata geçirilmeyen, bazı Kürt şehirlerinde epeyce etkili olduğu söylenebilecek bir sivil itaatsizlik kampanyasına tanık olduk.

“KCK operasyonları” adı verilen tutuklamalara rağmen referandum boykotunda BDP’nin siyasi gücünü büyük ölçüde koruduğunun ortaya çıkması, ana dilde eğitim boykotunun etkili olması, PKK’nin Ağustos ayında ilan ettiği ateşkese kadar sürdürdüğü ve TSK’nın bütün teknolojik olanaklarını seferber etmesine rağmen etkili olan silahlı mücadeleyi tekrar başlatma olasılığı, devleti, istihbarat ve güvenlik birimleri vasıtasıyla Öcalan’la görüşmeye zorladı. Her ne kadar hükümet “biz görüşmüyoruz, güvenlik birimleri görüşüyor” dese de, sonuçta Öcalan’la yapılan görüşmeler sonraki gelişmeleri tayin edecek kadar önemli bir hal aldı. Görüşmelerin başlaması, referandumdan sonra KCK’nin ilk önce ateşkesi Eylül sonuna kadar bir hafta uzatmasına, ardından 31 Ekim’e kadar bir kez daha uzatmasına ve 1 Kasım’da da genel seçimlere kadar uzattığını açıklamasına yol açtı.

Elbette ilk kez inkâr edilmeyen bu görüşmelerin başlamasında, ABD’nin Irak’tan çekilme takviminin yaklaşmasının, dolayısıyla Türkiye’ye Kürt Bölgesel Yönetimi’nin (KBY) bir tür “hamisi/koruyucusu” rolü verilmek istenmesinin de önemli bir payı olduğunu söyleyebiliriz. Muhtemelen ABD bir süredir Türkiye’den, KBY’nin hamisi rolünü inandırıcı ve işlevsel şekilde üstlenebilmesi için kendi içindeki Kürt sorununu hal yoluna koymasını talep ediyor. ABD’nin Irak’tan büyük ölçüde çekilmesiyle birlikte, Sünni ve Şii Arapların Kürt Yönetimi’ni ezmeye kalkışacakları bir sır değil.

Geride bıraktığımız aylarda ilk kez ciddiye alınması gereken uluslararası bir inisiyatifin devreye girdiğine de tanık olduk. Bu inisiyatif, başlatılan görüşmeleri desteklediğini ve referandumdan önce PKK’nin ilan ettiği ateşkesi uzatmasını sağlamaya çalıştığını açıkladı. Referandumdan hemen sonra, Avrupa Birliği (AB) bünyesinde yer alan Bağımsız Türkiye Komisyonu heyeti Türkiye’ye geldi ve hem BDP’liler hem de hükümet ve cumhurbaşkanıyla görüşmeler yaptı. Eski Yugoslavya, Kosova, Endonezya gibi ülkelerdeki ihtilaflarda arabuluculuk misyonu üstlenen Finlandiya eski Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari başkanlığındaki heyet, görüşmelerin müzakereye dönüşmesi durumunda Kürt sorununa ilişkin olarak da arabuluculuk yapabileceği sinyalini verdi.

Bunun devamı olarak kabul edebileceğimiz ikinci bir gelişme de MHP’nin diplomatik bir gelişmeyi basına sızdırmasıyla ortaya çıktı. 27 Ekim’de medyadan, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) üyesi 28 parlamenterin şu talepleri içeren bir karar önergesi verdiklerini öğrendik: Genel seçimlere kadar PKK ile TSK arasında ateşkes sağlanması, olası ateşkes ihlallerini tespit edecek uluslarararası bir araştırma komitesi kurulması, hapishanede olan veya yargılanan Kürt siyasetçilerin siyasi faaliyetlere katılmasını sağlayacak adımların atılması, yüzde 10 barajının düşürülmesi ve okullarda Kürtçe öğretilmesine başlanması. Karar önergesinde ayrıca Türkiye’nin, Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi’ni ve Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı’nı imzalayıp uygulaması isteniyordu. Hükümetten “Türkiye nüfusunun çoklu yapısını göz önüne alarak yerel ve bölgesel yönetimlerde reform” yapılması ve Yerel Yönetimler Avrupa Şartı çerçevesinde adem-i merkeziyetçiliği hayata geçirmesi” de talep ediliyordu [[dipnot1]]

Aynı günlerde, başlayan görüşmeleri sabote etme amaçlı olduğu açık seçik belli olan Hakkari’nin Geçitli köyü yakınlarında bir katliam gerçekleşti. Bir minibüsün geçişi sırasında mayın patlatıldı ve dokuz sivil Kürt yaşamını yitirdi.

Bu provokasyon eylemi, Hükümet ile BDP arasında yapılması planlanan görüşmenin ertelenmesine yol açtıysa da, kısa süre sonra bu görüşme gerçekleşti. İmralı’da Öcalan’la yapılan görüşmeler ise bazı kesintilere karşın devam etti. Görüşmeler sürerken Öcalan, Meclis’te iki konuda komisyonlar kurulmasını ve bu komisyonların hazırlayacağı raporları seçimlerden sonra Meclis’e sunması çağrısı yaptı. Bu iki konunun birisi yeni bir anayasanın hazırlanması, vatandaşlık tanımının değiştirilmesi ve temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesiydi. Diğeri ise kalıcı bir barış tesis edebilmek için faili meçhul cinayetlerin ve diğer insan hakları ihlallerinin araştırılmasıyla ilgiliydi. Öcalan, bu son konuyla ilgili olarak bir Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulmasını önerdi.

Kasım’da avukatlarıyla yaptığı görüşmelerde ise Öcalan, Hakikatleri Araştırma Komisyonu’na daha da merkezi bir rol atfetti. Böyle bir komisyonun çalışmaya başlaması için seçimi beklemeye gerek olmadığı ve inandırıcı bir şekilde çalışması halinde, komisyonun yapacağı ateşkes ve silahların bırakılması çağrılarına uyacaklarını söyledi. Öcalan’ın, iç çatışma ortamında yaygın insan hakları ihlallerinin kimler tarafından (devlet mi, PKK mi?) yapıldığını araştırmakla görevlendirilecek bir komisyonun aynı zamanda bir barış komisyonu gibi çalışması çağrısı son derece ilginçtir ve ayrıca üzerinde durulmalıdır. Hükümetin aktif desteğiyle Meclis bünyesinde kurulacak bir komisyon etrafında bir barış iradesinin şekillenmesi çağrısı yapmaktadır.

Fakat bana kalırsa devletin Öcalan’la görüşmeye başlamasının asıl nedeni, Türkiye’nin artık bir yol ağzına gelmiş olmasıdır. 2009 yazında başlatılan ve büyük oranda başarısızlığa uğrayan ilk “açılım” döneminden sonra şimdi gelinen aşamayı “ikinci açılım dönemi” olarak nitelendirebiliriz. 26 yıllık savaş ortamının Kürt ve Türk halkları üzerinde yarattığı derin etkileri ciddiye alan herkes, bu ikinci “açılım” çabasının da çıkmaza girmesi ve bunu birkaç başarısız denemenin daha izlemesi halinde, Türkiye’deki etnik gerilimlerin bir iç savaşa dönüşmesinin yüksek bir olasılık olduğunu biliyor.

AB çevrelerini nihayet bir ölçüde harekete geçirenin de ufuktaki bu son derece ciddi tehlike olduğu görülüyor. Bu nedenle son zamanlarda AB içindeki çeşitli organlar, kalıcı bir ateşkesin sağlanmasına, Kürtlerin parlamentoda hakkaniyetli bir şekilde temsil edilmesine, demokratik alanda siyaset yapabilmelerine ve kültürel kimliklerini kamusal alanda hayata geçirmelerine özel bir önem veriyor. Benzer gözlem ve talepler, AB’nin açıkladığı Türkiye ilerleme raporunda da dile getirilmiş, eğitim, siyaset ve kamu hizmetlerinde Türkçe dışındaki dillerin kullanılması istenmiş ve birinci “açılım” sürecinin tıkanması eleştirilmişti.

Türkiye’de hükümetin “açılım” çabalarının başarısızlığa uğraması, PKK’nin silahlı mücadelesinin şiddetlenmesine, Kürt Hareketi’nin güçlü olduğu bazı illerde radikal kitle hareketlerine ve etnik çatışma provalarının daha önce İnegöl’de ve Dörtyol’dakilerin ötesine geçmesine yol açabilir. Çünkü artık geldiğimiz aşamada PKK uzun süreli bir ateşkese ve giderek silahları bırakmaya ikna edilmeden ve Kürt halkının temel taleplerinin önemli bir bölümü karşılanmadan, kalıcı bir çatışmasızlık ortamı sağlamak neredeyse imkânsız görünüyor. 26 yıllık savaşın üzerine devletin ve hükümetin hâlâ somut adımlar atmamakta direnmesinin, şiddetli çatışmaların ve ateşkeslerin birbirini izlediği kısır bir döngüye yol açabileceğini öngörmek zor değil. Bu şiddet ortamı ise bir yandan Kürtler üzerindeki devlet terörünü arttıracak, Kürtler ile Türkler arasında halihazırda başlamış olan “zihinsel kopuşu” hızlandıracak, diğer yandan da Türk tarafında bir türlü çözülemeyen “evlat acısı”nın ırkçı-şoven kanallara akmasını kolaylaştıracaktır.

Kuşkusuz böyle bir yol ayrımına gelmiş olmamızın bazı temel nedenleri var. Öncelikle ABD’nin istihbarat paylaşımına ve Türkiye’ye yüksek teknolojili silahlar sağlamasına karşın, istenen askeri sonuç elde edilemedi ve Kandil’deki PKK üslenmesi sökülüp atılamadı. İkincisi, Türkiye uluslararası alanda PKK’yi ve Kürt kurumlarını etkisizleştirmek, Kürt Hareketi’ne maddi kaynak sağlayan Avrupa’daki Kürt ekonomisini çökertmek için elinden geleni yaptı, fakat gayesine ulaşamadı. Barzani’nin ve KBY’nin PKK’ye karşı yaptırımlar içeren tehditkâr bir tavır takınması sağlanamadı. Irak’ta ve Afganistan’da büyük sorunlar yaşayan ABD’nin, PKK’ye karşı operasyonlar düzenlemesi sağlanamadı. Wikileaks’te yayımlanan son belgelerde yazıldığı gibi, Türkiye’nin eski Danimarka Başbakanı Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliği’ni desteklemesi karşılığında Danimarka’nın da Roj TV’yi kapatması manevrası ise sonuca ulaşamayacakmış gibi görünüyor. Türkiye şimdilik sadece, Kürt muhalefetini susturmayı hedefleyen yoğun yargılama-hapsetme kampanyasına dönük –fakat son zamanlarda sorgulanmaya başlayan– uluslararası bir mutabakat sağlamış görünüyor. Ancak görebildiğimiz kadarıyla bu baskı kampanyası, yasal alandaki Kürt siyasi hareketine büyük bir darbe indirebilmiş değil. Hatta bu baskı kampanyası, KCK davasındaki Kürtçe savunma ısrarı gibi kapsamlı sivil itaatsizlik eylemlerine zemin hazırlıyor.

Öte yandan, Kürt Hareketi de bölgenin dışına çıkıp Türkiyelileşme hedefini gerçekleştiremiyor. Kalıcı bir barışın tesisi için Türk halkının bir bölümünün desteğini kazanabilecek kuşatıcı bir örgütlenme oluşturamıyor. Batı’daki kültür sanat, basın yayın kurumları kendi içlerine kapalı yapılar olmaktan kurtulamazken, zorunlu göçe tabi tutulanların metropollerde karşılaştıkları sorunların çözümü için ciddi inisiyatifler oluşturulamıyor. Metropollerde siyasi alandaki çalışmalar, mahalle-semt meclisleri oluşturmak noktasında çok güçsüz kalıyor. İnsan hakları, sivil anayasa ve demokratikleşme alanında yapılması gerekenler, sınırlı sayıda aydın ve aktivistin üstüne kalıyor ve geniş bir katılımın, sürekli bir çalışmanın konusu olamıyor. En son KESK’te gündeme gelen taciz iddiası karşısında Yurtsever Emekçilerin önde gelenlerinin olayı “siyasi komplo” olarak nitelendirmesi ve gerçek anlamda adil bir soruşturma yürütmemesi ise, yasalcı yozlaşmanın ulaştığı boyutları gözler önüne seriyor. Sivil alandaki kurumlar kuşatıcı olamayıp giderek iktidar kavgalarının gündemi belirlediği, tabandan kopuk yapılara dönüştükçe, Kürt Hareketi’nin elinde etkin bir mücadele aracı olarak hemen yalnızca silahlı mücadele kalıyor. Böylece Kürt Hareketi silahlı eylemlerini tırmandırıp ardından ateşkesler ilan ederek devleti ve hükümeti sorunun kalıcı çözümüne yönelik adımlar atmaya zorluyor.

Hükümet ise son derece pragmatik ve popülist bir çizgide ilerleyerek hiç oralı değilmiş gibi davranıyor. T. Erdoğan’ın geçtiğimiz Ekim’de Almanya’daki Türklerin asimilasyonuna karşı çıkar ve asimilasyonu bir insanlık suçu olarak nitelendirirken, Eylül’de “kimse bizden ana dilde eğitim beklemesin” çıkışı hâlâ hafızalarda. Daha yakınlarda ise Başbakan seçimler ve referandumda BDP’nin aldığı oyları, ”zorla ve tehditle” alındığı için gayrimeşru ilan etti. Hükümetin başı olarak T. Erdoğan, Öcalan’la yapılan görüşmeleri reddetmiyor, “devlet herkesle görüşür” diyor ve “durup dururken operasyon yapılmaz” diyerek ateşkes sürecini dolaylı da destekliyor gibi görünüyor. Fakat bu söylemlerin daha çok yüksek siyaset endeksli olduğunu, PKK’nin uzun süreli ateşkes ilanının seçimlere kadar AKP’ye büyük bir manevra alanı kazandırmasından kaynaklandığını görmek zor değil. Çünkü ne zaman Kürtlerin temel hak ve özgürlükleri söz konusu olsa, AKP hükümetinin bu yönde hiçbir planlamasının olmadığı açıkça görülüyor.

Ben AKP’nin ne kadar “demokrat” veya “liberal” olduğunu, Kürt sorununu çözmeye ne kadar “niyetli” olduğunu soyut bir çerçevede ele almaktansa, somut olgularla analiz etmenin daha verimli olacağı kanısındayım. Merkez-çevre paradigmasının terimleriyle konuşursak, AKP merkezdeki asıl iktidar odağına ne kadar yerleşmiştir? Bu iktidar yapılanmasını daha liberal bir çerçeveye kavuşturmaya yönelik küçük adımlar atmakla birlikte, asıl uğraşı kendi hegemonyasını mı pekiştirmektir?

Türkiye’de siyasi merkezi asıl zenginliğin ve rantın dağıtıldığı mevki olarak görürsek ve bunun da demokratikleşmeyi nasıl kösteklediğini aklımızda tutarsak, AKP hükümetinin seleflerini pek aratmayan bir çizgi izlemesinin siyasi sonuçlarını tahmin edebiliriz. Belki AKP açıktan büyük yolsuzluklara bulaşmıyor; ama bir zamanlar “Anadolu kaplanları” olan şirketleri “İstanbul holdingleri” haline getirmek için elinden geleni yapıyor. Doğan grubu medyasında, enerji, inşaat sektörü, belediyecilik hizmetleri gibi büyük ihalelerde AKP’ye yakın grupların kayrıldığı, onlara “yürü ya kulum!” dendiği haberleri sık sık yer alıyor. AKP, muhafazakâr toplum kesimleri içinden bazı “girişimcileri” zengin ederken, geriye kalanların yoksulluğunu ve güvencesiz yaşamasını pek umursamıyor. Sınıfsal açıdan baktığımızda, AKP statükoyla bütünleşen bir çizgi takip ediyor.

Devlet aygıtını ele geçirme ve güçlü bir hegemonya tesis etme çabaları açısından baktığımızda ise daha ürkütücü sonuçlarla karşılaşıyoruz. A. Öcalan bir süredir “AKP kendi derin devletini kuruyor” diyordu. Yakınlarda bir TV programında Mehmet Bekaroğlu’nun da aynı tespiti yapması ilgimi çekti. Gerek Kürt siyasetçilerine düzenlenen KCK operasyonlarında gerekse Hanefi Avcı ve bazı Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) üyelerine düzenlenen “Devrimci Karargâh” operasyonuna baktığımızda, şunu görebiliyoruz: AKP hükümeti, elindeki polis ve yargı gücünü Terörle Mücadele Yasası’nın (TMY) hizmetine koşuyor; üstelik bunu, askeri vesayet sisteminin yürütücülerinden çok da farklı olmayan bir şekilde yapıyor. Muhalifler, ortam ve telefon dinlemelerinden elde edilen sözüm ona “kanıtlarla” tutuklanıyor ve aylarca neyle suçlandıklarını bile bilmeden hapishanelere tıkılıyor. Çünkü işlev olarak eski Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nden (DGM) hiçbir farklı olmayan Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri, telefon konuşmalarını “örgüt bağlantısı” için yeteri sayıyor ve avukatların savunma işlevlerini kısıtlamak için tutuklanan sanıkların dosyalarına erişme yasağı koyuyor. Gerekçe ise, soruşturmanın selameti.

Eğer Türkiye füze kalkanı gibi ABD/NATO için stratejik önemdeki meselelerde kendi jeopolitik konumunu pazarlamasaydı ve Ortadoğu gibi bir bölgenin hemen yanı başında Batı’nın çıkarları için “caydırıcılık” işlevi gören büyük bir orduya sahip olmasaydı, tek başına Terörle Mücadele Yasası’nın uygulanması bile Avrupa Konseyi (AK) üyeliğinin askıya alınması için yeterli olurdu.

Öcalan, temel hak ve özgürlüklerin sürekli ihlal edilmesinin, muhalifleri tutuklama ve hapse tıkmanın Ergenekon-sonrası dönemin belirgin baskı biçimi olduğunu söyledi. Buna katılıyorum. Artık 90’larda olduğu gibi faili meçhuller, ağır işkenceler, gözaltında kaybetmeler çok öne çıkmıyor. Bunun yerine günümüzde AKP hükümeti eliyle Kürt siyasetçilere, kadın hareketine, yerel işçi eylemlerine ve öğrenci muhalefetine gözaltı, tutuklama ve hapis cezası terörü uygulanıyor.

Söz konusu yeni baskı politikası ve AKP’nin kendi hegemonyasını güçlendirme çabası bununla da kalmıyor. Artık pek az istisna dışında, kendini AKP politikalarını ve söylemini meşrulaştırmakla görevlendirmiş koskoca bir “yandaş medya” var. Örneğin Kürt Hareketi başta Zaman gazetesi olmak üzere bu medyanın kirli propagandasıyla sürekli kriminalize ediliyor. Sürekli PKK ve Kürt karşıtlığını kışkırtan, Samanyolu TV’deki “Tek Türkiye” gibi dizileri de unutmayalım.

Yandaş medyanın büyük bir propaganda ve karalama gücüne ulaştığı, Hanefi Avcı olayında herkesin görebileceği bir hal aldı. Hanefi Avcı’nın yazdığı kitap yüzünden değil, “Devrimci Karargâh” örgütüyle bağlantısı nedeniyle tutuklandığını kanıtlamaya çalışan çok güçlü bir karşı-propaganda başlatıldı, ona yakın kitap yazıldı ve TV’lerde pek çok açık oturum düzenlendi.

Wikileaks, AKP hükümetinin ve Davutoğlu’nun, İran’ı kollar görünen görece bağımsız “bir bölge gücü haline geliyoruz” söylemini yalanlayan belgeler yayımladı. Yandaş medyanın bu kadar gürültü koparmasının asıl nedeni elbette T. Erdoğan’ın İsviçre bankalarında hesabı olduğu iddiası değildi. Esas mesele, ABD büyükelçileriyle yapılan görüşmelerde Türkiye tarafının, “bizim yöntemlerimiz İran’ı yalnızlaştırmak konusunda daha etkili” tezini işlediğinin kamuoyuna yansımasıydı. Bu belgelerde Türkiye’nin Suriye’yi İran etkisinden uzaklaştırıp Batı yörüngesine sokmak için nasıl çaba gösterdiği, Irak’taki seçimlere ve iktidar mücadelesine nasıl müdahale ettiği, İran’ın desteklediği Şii koalisyonundan nasıl hazzetmediği yazıyordu.

Yandaş medya ise, Wikileaks’le ilgili yaptığı programlarda eleştirellik konusundaki çapını ortaya koydu. Gazeteci Şamil Tayyar, Wikileaks’i “global Ergenekon” olarak tanımlarken, TV programlarına çıkan “uzmanlar” Wikileaks hakkında komplo teorileri ürettiler; belgelerin tarafsız şekilde yayımlanmadığını ve özelikle İsrail’in işin içine girerek yayımlama sürecini manipüle ettiğini ileri sürdüler. Elbette bu şer odaklarının asıl amacı, AKP hükümetinin neo-Osmanlıcı politikasını karalamak ve Türkiye’nin bölge gücü olmasını engellemekti. Başka ne olabilirdi ki?

* * *

Sonuç olarak Türkiye’nin bir yol ağzına geldiği ve çelişik birçok eğilimin bir arada bulunduğu bir dönemden geçiyoruz. Eğer ne olup bittiğini daha iyi anlamak ve buna göre muhalif politikalar üretmek istiyorsak, işin kolayına kaçıp yüksek siyaset düzlemindeki pazarlıklara takılmak yerine, sürecin arka planını kavramaya, ekonomik gelişmelerden baskı politikalarına ve dış politikaya kadar iktidardaki aktörlerin çizgisini belirleyen dinamikler üzerine kafa yormaya çalışmak daha verimli bir iş olacaktır.

 

[1]http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=1025942&Date=27.10.2010&CategoryID=78