Referanduma yaklaşık iki hafta kala muhalif kesimler arasındaki tartışmaların sertleştiğine ve zaman zaman karşılıklı suçlamalara dönüşerek pusulasını şaşırdığına tanık oluyorum.
Bu yazıda sistematik bir “hayır” kampanyası yürüterek ulusalcı cepheyi güçlendirmekten başka bir sonuca yol açmayacak olan TKP, ÖDP, EMEP gibi “hayırcı” sol partileri bir kenara bırakıyorum. Solcuların, sol liberallerin ve Kürt Hareketi’ni destekleyenlerin kafalarının bu denli karışık olmasına yol açan sanırım iki neden var. Birincisi, referanduma sunulan anayasa değişikliği paketinin içeriği; ikincisi ise Kürt Hareketi’nin aldığı “boykot” kararı ve son haftalarda referandumu Kürtler lehine bir pazarlık aracına dönüştürmesi.
Anayasa Paketinin İçeriği
Diğer maddeleri bir kenara bırakırsak, 12 Eylül’de referanduma sunulacak olan Anayasa değişikliği paketinin merkezi hamlesi, Anayasa Mahkemesi (AYM) ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısında önemli sayılabilecek değişikliklerden oluşuyor. Bunları kısaca gözden geçirmeden önce, “bu pakette ezilenler yok”, “bu pakette Kürtler yok” veya “kadınlar, farklı cinsel yönelimlere sahip olanlar yok” gibi itirazların çok da geçerli olmadığını göstermek için yüksek yargının Türkiye’de temel hak ve özgürlükler konusunda oynadığı rolü hatırlamakta fayda var.
Türkiye’de yargı, “yargı bağımsızlığı” ve “siyaset üstülük” gerekçelerinin ardına sığınarak gerçekte askeri vesayet sisteminin gayet önemli bir tamamlayıcısı oldu. Bu sistemin temelleri, Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can’ın belirttiği gibi* , 27 Mayıs darbesiyle atıldı ve 12 Eylül’de iyice güçlendirildi. Birinci derece mahkemeler dediğimiz davaların ilk olarak görüldüğü yerel mahkemelerden Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay’a kadar yargı sistemi büyük çoğunlukla anayasalarda yazılı olan özgürlükleri dahi kısıtlayıcı içtihatlar üretti. Son dönemde ifade, toplantı ve örgütlenme özgürlüğüyle ilgili davalardan parti kapatma davalarına; cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesini sağlayan Meclis kararının ve başörtüsü yasağını kaldıran Anayasa değişikliğinin iptal edilmesine kadar pek çok yargı kararını göz önüne getirelim: Yargı sistemi Türkiye’de herkesi ilgilendiren pek çok konuda şaşmaz bir şekilde baskıcı kararların altına imza attı. Hakkında açılan son kapatma davasında AKP, “irticai faaliyetlerin odağı” ilan edilerek uyarıldı; sistem tarafından tamamen teslim alınmaya çalışıldı. Kürtleri temsil eden partilerin kapatılması ise otomatiğe bağlandı. Fakat bununla da kalınmadı, birçok Kürt siyasetçiye siyaset yasağı getirildi.
Peki nasıl oldu da yargı sistemi bu kadar homojen bir şekilde çalıştı? Sanıyorum muhalifler olarak bu soru üzerinde düşünmek zorundayız; zira hâkim ve savcıların kafalarına tabanca dayayıp hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı bu kararlar zorla aldırılmadığına göre ortada tıkır tıkır işleyen bir sistemin olması gerekir.
Yargı sisteminin toplumsal taleplerin fersah fersah gerisine düşerek bizi hiç şaşırtmayan anti-demokratik kararlar üretmesi, bilindiği gibi, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay/Danıştay ve HSYK’nın döngüsel biçimde birbirini seçmesiyle mümkün oluyor. HSYK üyeleri, Yargıtay ve Danıştay üyelerini seçiyorlar; Yargıtay ve Danıştay üyeleri ise Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçiminde belirleyici bir rol oynuyorlar. Son olarak HSYK üyeleri, Yargıtay ve Danıştay üyeleri arasından seçiliyor. Herkes rolünü gerektiği gibi oynarsa, cumhurbaşkanı farklı bir politik eğilimde de olsa, AYM ve HSYK’da boşalan her üyelik için kendisine gösterilen, salt çoğunlukla seçilmiş üç üyeden birisini seçmek zorunda kalıyor; dolayısıyla sistemde önemli bir gedik açması pek mümkün olmuyor. Son zamanlarda revaçta olan terimi kullanırsak, “yargı oligarşisi” böyle oluşuyor.
HSYK bu yapılanmada ve genel olarak yargı sisteminin bütününde kilit bir role sahip. Hâkim ve savcıların terfi ettirilmesi, meslekten çıkarılması, (yüksek mahkeme üyesi seçilebilmek için gerekli koşul olan) birinci sınıfa ayrılması gibi bütün önemli kararları HSYK veriyor. HSKY aynı zamanda hâkim ve savcıların tayinlerini yapıyor; görev yapacakları mahkemeleri belirliyor. Örneğin son günlerde tanık olduğumuz gibi, Ergenekon ve benzeri davalara bakan savcıları başka mahkemelere atamaya kalkışabiliyor. Son olayda Adalet Bakanı direnmeseydi, Ergenekon, Balyoz vs. davalara HSYK’nın askeri vesayetçi ideolojik yönelimine uygun savcılarımız bakacaklardı. Hâkim ve savcıların her anlamda kendilerini yöneten bir organı seçme haklarının bulunmaması, onları eskiden beri yerleşmiş Yargıtay ve Danıştay içtihatlarına uygun kararlar vermeye itiyor. Zira hâkim ve savcıların tayin ve terfi işlerini yürüten HSKY üyeleri, zamanında bu içtihatları üretmiş olan Yargıtay ve Danıştay üyelerinden oluşuyor. Bu durumda, gerçek bir güvenceden yoksun olan hâkim ve savcıların risk alarak kökleşmiş, özgürlük karşıtı yüksek yargı kararlarından farklı kararlar vermeleri, örneğin ifade özgürlüğü davalarında “sanıkların söylediklerinin ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerekir” gibi demokratik yönelimli içtihatlar üretmeleri beklenemez. Bu nedenle mahkemeler –Anayasa’da uluslararası anlaşmaların daha üst bir norm olduğu belirtilmesine karşın– sistematik olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) aykırı kararlar veriyor.
Avrupa Birliği (AB) üyelik sürecinde 2001-2004’de Anayasa’da temel hak ve özgürlükler bakımından iyileştirici değişiklikler yapılmış olmasına karşın yargı uygulamalarının pek değişmemiş olmasını bu sisteme bakarak açıklayabiliriz.
Şimdi AKP’nin Meclis’ten geçirdiği, Anayasa’da yargı sistemiyle ilgili öngörülen değişikliklere bakalım.
Anayasa Mahkemesi: AYM’nin üye sayısı 15’den (11 asil, 4 yedek üye), 17 asil üyeye çıkartılıyor. Eskisinden farklı olarak 3 üye, TBMM tarafından seçilecek. TBMM bu üyeleri doğrudan değil, Barolar ve Sayıştay’ın göstereceği 3’er üye arasından seçecek. Parti kapatma kararlarına imza atan AYM üyelerinin çok sınırlı da olsa bazılarının parlamento tarafından seçilmesi, yetersiz ama olumlu bir adım. İkinci olarak, cumhurbaşkanı daha önce AYM üyelerinin büyük çoğunluğunu yüksek mahkemelerin gösterdiği adaylar arasından seçerken şimdi yüksek mahkemelerin AYM’nin belirlenmesindeki ağırlığı azalıyor. Geriye kalan 14 üyenin sadece yarısı Yargıtay/Danıştay’ın (ve yüksek askeri mahkemelerin) göstereceği adaylar arasından seçilecek. Kalan 7 üyeden 3’ü, YÖK’ün göstereceği adaylar arasından seçilecek. Dört AYM üyesi ise cumhurbaşkanı tarafından doğrudan yüksek bürokratlar, Yargıtay/Danıştay üyesi olmayan birinci derece mahkeme hâkim ve savcıları ve avukatlar arasından seçilecek.
Şimdi AYM’nin yapısının belirlenmesinde cumhurbaşkanının –bir başka deyişle yürütmenin– bu kadar ağırlıklı bir role sahip olması, Meclis’in sadece 3 üye seçebilmesi yeterli ölçüde demokratik mi? Elbette değil. Fakat dikkatlice bakarsak, dengenin yüksek yargı oligarşisinin aleyhine bozulduğunu ve AYM’nin yapısında bir çeşitlilik sağlanmaya çalışıldığını söyleyebiliriz. Bu şekilde oluşacak olan AYM, BDP ve benzeri partiler hakkında kapatma kararları almayacak mı? Büyük olasılıkla alacak. Fakat en azından AKP gibi partiler artık kapatılma tehlikesi yaşamayacak. Türkiye gibi devleti ve muhalefet partileriyle faşizan bir yönelime sahip bir ülkede sistemle belirli çelişkiler yaşayan yarı-liberal partilerin hareket alanının genişlemesi, Kürtler, ezilenler ve kadınlar açısından çok mu önemsiz bir gelişme?
HSYK: Daha ciddi bir değişiklik ise HSYK’nın yapısında öngörülüyor. Halihazırda kurul, 5 üyesi Yargıtay ve Danıştay’dan, birisi Adalet Bakanı, diğeri de Adalet Bakanlığı Müsteşarı olmak üzere 7 kişiden oluşuyor. Anayasa değişikliğinde üye sayısı 22’ye çıkartılıyor. Yüksek yargı ve hükümet temsilcileri yine 7’de kalıyor. Bir üye Adalet Akademisi tarafından, 4 üye ise hukukçu öğretim üyeleri arasından Cumhurbaşkanı tarafından seçiliyor. Geriye kalan 10 üye ise, doğrudan birinci derece mahkemelerde görev yapan hâkim ve savcılar tarafından seçiliyor. Yukarıda bahsedilen yargı oligarşisinin oluşumunda HSYK’nın rolü ve bu organın hâkim/savcıların kararları üzerindeki belirleyici gücü dikkate alındığında, anayasa değişikliğinin en radikal maddesinin bu olduğu ve desteklenmemesi için ortada hiçbir sebep bulunmadığı ileri sürülebilir.
“Boykot” Taktiği Üzerine
Böyle bakınca, odak noktası anayasa değişikliği paketinin içeriğinden, referandumda hangi tavır takınılırsa Kürtler, ezilenler ve kadınlar adına demokratik gelişmelerin önünün açılacağı tartışmasına kayıyor. Bir başka deyişle anayasa değişiklikleri yetersiz olmakla birlikte olumlu olarak değerlendiriliyor. Sorun taktik düzeyde ortaya çıkıyor: Acaba “boykot” politikasını benimsersek referandum sonrasında AKP’yi daha ileri adımlar atmaya zorlayabilir miyiz?
Şu anda toplumsal muhalefet alanında kitlesel anlamda tek örgütlü güç Kürt Hareketi olduğundan tartışmaya onun üzerinden devam etmek daha anlamlı görünüyor. “Boykot” tutumu, Kürt halkının acılarının dinmesine ve temel haklarına kavuşmasına ne ölçüde yardımcı olabilir?
Türkiye’deki barışı ve demokrasiyi arzulayan her aklı başında insan, Kürt Hareketi’nin bölgeye sıkışıp kalmasının ve Türkiye’nin demokratikleşmesinde inisiyatifi elinde tutan, kapsayıcı bir odak haline gelememesinin faşizan devlet yapısının işine geldiğini teslim edecektir. Bu nedenle “boykot” kararını değerlendirirken bence mihenk taşımız AKP’nin karşısında pazarlık gücünü arttırmak değil, Türkiye’de daha fazla özgürlük ve demokrasi isteyen geniş kesimlerle diyalog kurma yeteneği kazanabilmek olmalı. AKP’nin ve devletin hak ve özgürlükler alanında daha ileri adımlar atmasının ancak Türkiye tarafında bu yönde taleplerin güçlenmesiyle mümkün olacağı açığa çıkmış olsa gerek. Ne zaman ki AKP’nin tabanının önemli bir bölümü oluşturan ve Türkiye’de geri dönüşsüz bir değişim isteyen kesimler Kürt halkının taleplerini desteklemeye başlar, o zaman Kürt sorununun çözümü için AKP ve devlet üzerinde gerçek bir baskı oluşuyor demektir.
Bu minvalden bakıldığında, sınırlı da olsa olumlu değişiklikler barındıran ve AKP tabanının kesin olarak –hatta beklentilerini biraz fazla yükselterek– sahip çıktığı anayasa paketini “boykot” etmenin, Kürt Hareketi’nin taleplerinin değişim özlemi içindeki Türkiyeli kitlelere ulaşmasını zora sokacağı neredeyse muhakkak. Açılım sürecinin büyük oranda devletin ve faşizan muhalefetin el ele vermesi ve Türk şovenizmini kışkırtmasıyla başarısızlığa sürüklendiği bir konjonktürde, “boykot” tutumunun akıllıca bir taktik olduğu söylenemez. Çünkü açılımın başarısız olduğu, PKK’nin ateşkesi bozarak Haziran-Ağustos aylarında askeri eylemliliğini yükselttiği ve AKP dahil bütün sistemin Kürt Hareketi’ni “terör” retoriğiyle tecrit etmeye yöneldiği bir konjonktürde, “boykot” tavrı herhalde bu tecridi kırmaya hizmet etmeyecektir. Tersine, AKP’nin ve medyanın da desteğiyle Kürt Hareketi demokratik değişimden yana değilmiş ya da sadece pazarlık peşindeymiş gibi gösterilecek ve bu manipülasyon büyük ölçüde başarılı olacaktır. Nitekim oluyor da. Tayyip Erdoğan miting meydanlarında BDP’yi MHP-CHP ile aynı kefeye koyan bir söylemle kitlelere seslenirken bu son derece yanlış taktikten yararlanıyor.
Geçtiğimiz Cumartesi günü İstiklal Caddesi’nde “Yetmez, Ama Evet Platformu”nun büyük bir gösterisi vardı. Daha çok muhafazakâr tabanının katıldığını gözlemlediğim yürüyüş, son yıllarda İstiklal Caddesi’nde gördüğüm en kitlesel gösterilerden birisiydi.
Eğer Kürt Hareketi biraz daha incelikli davransa ve AKP’yi “pazarlıkla” taviz vermeye zorlamak yerine değişim talebini yükselten tabanla diyaloğa yönelseydi, o yürüyüşte “operasyonlar durdurulsun”, “ana dilde eğitim”, “anayasada Kürt kimliği tanınsın” talepleriyle BDP’yi destekleyen Kürtler de yer alırdı. İşte o zaman Türkiye’de demokratikleşmeye dönük her adımın Kürtleri ve Kürt sorununu da içermek zorunda olduğu daha iyi ortaya çıkabilirdi. Bunun için BDP’nin anayasa değişikliklerine şartlı ve seçici bir destek vermesi ve kendi anayasa vizyonunu ortaya koyması yeterliydi. Bana göre “boykot” taktiği BDP’yi dönemsel olarak bu tartışmaların dışına itmiş ve Kürt Hareketi etrafındaki tecridi güçlendirmiş oldu.
Bkz. Darbe Yargısının Sonu: Karargâh Yargısından Halkın Yargısına, Timaş Yayınları, 2010.