Reyhanlı’da zayiatı artırmak için 15 dakika arayla art arda patlatılan bombalar 40’ın üzerinde Türkiye ve Suriye vatandaşı masum insanın ölümüne neden oldu. Yüze yakın yaralı var. Bazılarının durumu ağır… Sivil insanları hedefleyen bu açık terör saldırısı küçük bir ilçeye büyük bir bedel ödetti. Uluslararası siyasetin uğursuz aktörleri birbirleriyle işte böyle mesajlaşıyorlar. Ne kadar kan dökülürse mesaj da bir o kadar etkili oluyor. En azından öyle umuyorlar.
AK Parti, alelacele bir yayın yasağı getirdiğinde haber alma hakkımız da elimizden alınmış oldu. Gerçekten ne olup bittiğini öğrenemedik; bu saldırıyı kendi siyasi hedefleri için bir vesile olarak kullanan her iki tarafın bize pazarladığı fabrikasyon gerçeklerle yetinmek zorunda kaldık. Nitekim sosyal medya vb. alternatif kanallar hemen yalan, yanlış ve kışkırtıcı haberlerle doluverdi. Yabancı ajanslardan alındığı iddia edilen yüzlerce haber dolaşıma sokuldu. Teyit edilse her biri birer skandal niteliğindeki bu haberlerin elbette hiçbirisi doğru değildi. Güya Hatay mahreçli “HIV virüsü taşıyan Afrikalı kökenli El Kaide militanları, Antakya’da yasadışı oluşturulan hastanelerde tedavi ediliyor.” türlü akıl, mantık, izan yoksunu haberler geçilmeye başladı. Saldırı amacına ulaşmış olmalıydı.
Hedefte sadece Ak Parti yoktu. Suriye’den can korkusuyla Türkiye’ye sığınan mülteciler açıkça ırkçı, ayrımcı bir söylemle bu terör saldırısının sorumlusu ilan edildi. Her biri örnek birer nefret suçu niteliğinde haber ve yorumlar, muktedire ürkek, mağdura kabadayı orta sınıf hayatlarımıza egemen oldu. Sosyal medyada en az beş nefret yorumu paylaşmadan güne başlayamaz olduk. Saldırı sonrası Reyhanlı’ya sığınmış mültecilere karşı hisli ülkücüler ile gönül dostları ulusalcı solun linç girişimleri, araçlarının, mülklerinin tahrip edilmesi ve ilçeyi terke zorlanmaları ana medyada bir satırla bile yer almadı. Güzide medyamız, yayın yasağını bahane ederek kabuğuna çekildi. Böylece sistemin oluru olmadan yazı yazmayan, şiddet pornografisi olmasa argüman üretemeyen bir medyamız olduğunu da yeniden tespit etmiş olduk.
Saldırının faturası Ak Parti destekli El Kaide militanlarına, Özgür Suriye Ordusu’na ya da tam karşıtı Suriye gizli servisi El Muhaberat destekli unsurlara kesildi. Gerçekliği sorgulanmadı. Hangi tarafa gönlümüz meylediyorsa o senaryoya inanacaktık.
Saldırıdan hemen sonra çoğunluğu bir yandan yaşadığımız dehşeti ve kayıplarımızı vurgulayan, bir yandan da bu saldırının sorumluluğunu AK Parti’nin Suriye politikalarına bağlayan yorumlar yayınlanmaya başladı. Katılmamak elde değil elbette… AK Parti’nin Suriye krizine müdahil olma biçimi ve Suriye muhalefetinin belli odaklarına salt diplomatik yardımla sınırlı olmayan desteği memleketi Ortadoğu usulü bu tür saldırılara açık hale getirdi. Bunların hiçbirini yapmamış olsaydı bile AK Parti, hükümet etmenin gereği, bu saldırının esas sorumlusu olurdu. Burada beis yok.
Ne var ki bu durum, tüm bu yorum, beyan, makale enflasyonunda ciddi sorunların olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. İşin özü, bu yorumlar Suriye’de iç savaş raddesine ulaşmış isyanın nedenlerini, seyrini, taraflarını ve genel karakterini kavramamızı, Türkiye’nin Suriye politikasını gerçekten anlamamızı, müdahil olmamızı ve muhalefet ederek dönüştürmemizi, Türkiye ve Suriye halklarının kardeşliği temelinde birlikte barış içinde yaşama perspektifi geliştirmemizi sağlamıyor. Yüksek siyasetin inadına cahil, seviyesiz ve manipülatif türlü yöntemlerine fazlasıyla itibar edildiğinden ne olup bittiğini olgu düzeyinde bile can gözüyle görmemiz engelleniyor. Ezberlerden ezber beğenmemiz isteniyor. Oysa Reyhanlı’da ve daha önce Cilvegözü’nde yaşamlarını yitiren onca kardeşimize “üzerinizde filler tepindiği için ezildiniz” açıklamasından daha fazlasını borçluyuz. Onlar ne uluslararası siyasetin muharebe alanı, ne de AK Parti’ye muhalefet için birer vesile; kanlı canlı insandılar daha iki gün önce…
Bu yazı, Suriye konusundaki bilgisizliğimize, meseleyi kavramamızı engelleyen ideolojik engellerimize, kayıplarımıza iç ve dış siyasetin kaldıracı payesinden başka pay biçmeyen anlayışlara ve belki de en önemlisi her durumda ezber tutumlara tevessül etme tembelliğimize karşı kaleme alındı. Türkiye’nin Suriye politikasının gerçekte ne olduğunu, Suriye’de ne olup bittiğini, bu konuda Türkiyeli muhaliflerin neler yapabileceğini araştırmayı amaçlıyor. Bir girizgâh, bir tartışma başlatma girişimi ve bir paylaşarak öğrenme çabası olarak görülmeli.
AK Parti’nin uluslararası siyasetini anlamıyoruz. Birbirinden tamamen farklı ve birbirlerini dışlayan üç tezi bu siyaseti analiz etmek, deşifre etmek ve eleştirmek için eşzamanlı olarak kullanıyoruz.
1. Yeni-Osmanlıcı Siyaset:Esasen içi doldurulmamış bir Yeni-Osmanlıcılık kavramına sık sık manasız atıflarda bulunarak her şeyi anlaşılır kıldığımızı sanıyoruz. Neymiş, Türkiye’nin padişah kılıklı başbakanı, Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına dâhil olan Ortadoğu ülkelerinde yeni bir sultanlık ihdas etmek istiyormuş. Meğerse Suriye’deki iç savaşa da bu yüzden müdahil oluyormuş.
2. Sünni İttifakı:Aslen son derece pragmatist olan ve herhangi bir etnik, dinsel değerler kümesi ile sadece gerektiğinde ve olabildiğince yüzeysel ilişkilenen bir siyaset izleyen AK Partiyi Sünni ittifakın şampiyonu ilan etmekte çok aceleci davranıyoruz. Değil mi ki AK Parti Irak’ta Şii kökenli Maliki liderliğindeki hükümetle, Suriye’de Esed’le kavgalı, üstelik bu kavgada Mısır, Suudi Arabistan ve Katar’ın ilgisine ve takdirine mazhar oluyor demek ki uluslararası siyasette bir Sünni ittifakı arayışı vardır deyip çıkıveriyoruz.
3. Türkiye AB ve ABD’nin Maşası:Geleneksel solumuzun biricik uluslararası siyaset analiz birimi olan bu maşa meselesini temcit pilavı gibi olur olmaz sofraya sürmekte beis görmüyoruz. Suriye konusunda ABD ve Türkiye açıkça farklı siyasetler izlese de ezberimizden vazgeçemiyoruz.
Hülasa bu yorumlara bakılırsa AK Parti’nin siyasetini tanımlayan üç sıfat var: Sultan, Halife ve Taşeron… Temel olarak bu yaklaşımların tarih dışı olduğunu ifade ederek devam edelim.
Yeni-Osmanlıcılık, esasen ABD mahreçli lobiler tarafından özellikle de dokuz sivilin yaşamına mal olan filo krizi akabinde Türkiye ve İsrail devletlerinin arasının bozulduğu dönemde icat edilmiş bir kavram. Türkiye’de gerçekte rejimle değil ama AK Parti ile davalı olan sağ ve sol kesimlerce hemen ithal edilerek kullanılmaya başlandı. Hiçbir tarihi, siyasi referansı yok. Tarihte Osmanlıcılık olarak adlandırılabilecek, doktriner olarak tutarlı bir ideolojinin egemen olduğu bir dönem yok ki yenisi olsun. Osmanlıcılık bu toprakların resmi ideolojisi de değildi. Tanzimat dönemi sonrasında Kolonyal Batı tarafından dayatılan bir resmi ideoloji taslağıydı. Batı ne yapacağına tam olarak karar verene kadar İmparatorluğu ayakta tutmak için gayrimüslimlere daha geniş haklar tanınmasını öngören bir yeni devlet tasarımını, Osmanlı üst kimliği harcıyla tebaayı bir arada tutma çabasını temsil ediyordu. Zaten, uzun ömürlü de olmadı. Milliyetçilik çağına direnemedi. Osmanlı Devletinin hayatta kalma stratejisi de nihai olarak soy kıran İttihat Terakki’nin millileşme-Türkleşme yaklaşımı oldu. Başka bir deyişle emperyal bir devlet olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi ideolojisi Osmanlıcılık değildi.
Ak Partinin izlediği uluslararası siyasette Osmanlıya, ecdada yapılan referanslar bu siyasetin kendisi ile çoğu kez ilgisiz. Yeni-Osmanlıcılık diye adlandırılan uluslararası siyasetin uygulamada tek bir örneği bile yok. Moğolistan’da Tonyukuk anıtlarına giden yolu asfaltlamak, Açeh’e yardım konvoyu göndermek, Mağrip’te bayrak göstermekle Osmanlıcı da, Yeni-Osmanlıcı da olmuyorsunuz. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” adlı çok referans verilen ama anlaşılan o ki hiç okunmayan kitabında da bu siyasete dair bir imaya rastlayamıyorsunuz. Bu kitap ve bu kitaptan esinlendiği iddia edilen siyaset olsa olsa bölgesel bir güç olma potansiyeli barındıran orta ölçekli bir ulus devletin, yeri geldiğinde tarihsel referanslara da dayanarak etkinliğini artırmasına yönelik dış siyaset ipuçları içeriyor.
AK Parti’nin tasavvur ettiği Osmanlı devleti ve ecdadın da gerçekle ilgisi tartışmalı elbette… Osmanlı Devletini, İslami Rönesans’ın merkezi, tebaanın barış içinde birlikte yaşadığı, aralarında ayrı gayrının olmadığı, zekat verilecek kimsenin bulunamadığı ölçüde müreffeh, ‘barış ihraç eden’ bir devlet olarak yeniden inşa eden bu tasavvurun gerçekle hiçbir ilgisi yok. Tam tersine, Ak Parti dış siyasetinin, Atlantik ittifakının değerler sistemiyle uyumlu bir Osmanlı tasavvuru icat etmeye çalıştığını görmemiz gerekiyor. Bu değerlerin yerelleştirilmesinden, coğrafyaya ve Türkiye’nin kendi çıkarlarına uyarlanmasından söz ediyoruz. Nitekim Ortadoğu, Mağrip, Kafkaslar, Balkanlar’da yer alan eski İmparatorluk topraklarındaki yeni devletler ile bu siyaseti karakterize eden “Sıfır Sorun Politikası” üzerinden canlandırılan ilişkilerde, ortak ekonomik çıkarlara yapılan vurgunun yanında ortak tarihin esamisi bile okunmuyordu. Türkiye, orta ölçekli bir ulus devlet olarak münhasır ekonomik çıkar alanını tarif etmek için o da yeri geldiğinde ve hiç abartmaksızın yeniden icat ettiği bir Osmanlı tasavvuruna yaslanıyor o kadar.
Türkiye’nin Ortadoğu’da Osmanlıcı hayalleri kurduğunu öngören yanılsamalı siyaset analizi şu tesadüfe bakınız ki esas olarak Atlantik ittifakı ile görüş ayrılığına düştüğü dönemlerde gündeme getiriliyor. Sağcısı da solcusu da Türkiye Batı’dan uzaklaşıyor gibi mesnetsiz bir önerme ile kendi siyaset dünyalarından bu süreci aynı terimlerle eleştiriyor. Atlantik ittifakı ile görüş ayrılıkları giderilir giderilmez de bu kez Yeni Osmanlıcılık gidiyor yerini Taşeron siyaset analizleri alıyor. Ne tutarlı bir yaklaşım!
Sünni ittifakı meselesi de öyle… Meselenin bir iç bir de dış boyutu var elbette. Ak Parti’nin Sünni İslam konusundaki takıntısının, kurulduğu günden bu yana Sünni olmayan cemaatlere, gayrimüslimlere hiçbir yaşam hakkı tanımayan cumhuriyetin resmi ideolojisinden ne farkı var? Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin hangi döneminde Sünni olmayan cemaatlere biat etme zorunluluğundan, asimilasyondan, katliamdan başka bir ikbal tanıdı? Suriye meselesinde özellikle Alevi yurttaşların hassasiyetlerini Cumhuriyet ideolojisini tahkim için kullananların hasıraltı ettiği gerçek budur. Hangi Cumhuriyet hükümeti, sözgelimi Cemevlerini bir ibadet mekânı olarak tanıdı; Diyanet İşleri Başkanlığını Sünni sultasından kurtardı? AK Parti, iş bu Cumhuriyetin resmi ideolojisini sadık bir biçimde takip etmekten ve bu zulme ortak olmaktan başka ne yapıyor?
Dış siyasetteki Sünni ittifakı meselesine gelince durumun vahameti daha da belirgin bir hale geliyor. Irak’ta yönetimi Sünni azınlığa, Suriye’de Şii/Alevi azınlığa bırakan, çoğunlukları mağdur eden Batı tasarımlarının uzun ömürlü olmaması eşyanın tabiatı gereğiydi. Esasen her iki ülkede de toplumsal dinamikleri bu mezhepsel faktörlerin biçimlendirmesi bu nedenle şaşırtıcı olmasa gerek. Ne var ki bu kaba analiz yetmez. Türkiye’nin Irak ve Suriye’de Sünni temelli politikalar izlediğini, başka bir deyişle Suriye’de Sünni çoğunluğu, Irak’ta Sünni azınlığı desteklediğini ileri sürebilmek için sağlam veriler ortaya konulmalıdır. Sünni temelli siyaset analizleri yapanların Türkiye Cumhuriyeti ile Irak’taki en büyük Şii hareketlerinden birisi olan Mukteda El Sadr liderliğindeki cemaat arasındaki kalbi muhabbete hiç değinmemeleri gerçekten şaşırtıcı. Şiiliğin iki büyük merkezi Kum ve Necef arasındaki derin doktriner, kültürel ve siyasal ayrılıktan habersiz olunca Maliki’nin iktidarını İran’a yakınlaşarak tahkim etmesine Sadr ve genel olarak Necef mahreçli Irak Şiiliğinin neden muhalefet ettiklerini de göremiyorlar. Türkiye’nin Maliki ile temel çelişkisinin de Şiiliği değil, İran ile kurduğu özsel ilişki olduğunu kavrayamıyorlar. Üstelik daha yeni Güney Kürdistan’da 25 Milyar Dolarlık hidrokarbon imtiyazını garantiye almış bir Türkiye’nin, Maliki ile bu mezhep didişmesi dışında daha temel çelişkileri olduğunu da es geçiyorlar.
Suriye için de benzer bir durum söz konusu değil mi? Aslen Türkiye Batı’nın kendisinden istediğini Suriye’den bekleyen bir devlet. Esed’in son dönemde izlediği neoliberal politikalar sonucu geniş Sünni yığınların mağduriyetinin arttığı bilinen bir gerçek. Mezhepsel ayrım, sınıfsal ayrım ile çakışınca patlayıcı bir etkisi oluyor. Suriye isyanında başkaldıranlar kendilerini ifade ederken Sünni kimliklerine referans veriyor olabilirler, ancak bu mücadelenin doğasını tek başına açıklamıyor. Türkiye’nin başlangıçta bir rol modeli olarak koçluk yaparken sürekli dile getirdiği reform önerileri de Sünnilere ekstra haklar tanınmasını değil, sınıfsallaşma ve yaygınlaşma eğilimi gösteren isyanın önlenmesi ve Batı yanlısı bu diktatörlük rejiminin tahkimi için Suriye elitinin yeni zenginliklerden yığınlara daha fazla pay vermesini öngörüyordu. Sünnilere iktidarın verilmesi gibi bir talep asla olmamıştı. Dolayısıyla Sünni temelli dış siyaset yorumları da desteksiz hayal kurma çabasından ibaret. Bu yorumlar, Kemalizm’in nevi şahsına münhasır (sözde laik – antiemperyalist) bir yorumundan feyz alan radikal modernist, ulusalcı Türkiye solunun dünyayı algılama, anlama ve dönüştürme kapasitesinin de sınırlarını gösteriyor.
Türkiye’nin Ortadoğu’da, AB ve ABD’nin maşası olarak hizmet ettiği yorumu ise artık gerçekten çok sıkıcı olmaya başlayan bir genel ezber müsveddesi. Türkiye’nin uzun yıllar AB ve ABD’nin emperyal politikalarının sadık bir uygulayıcısı olduğuna hiç şüphe yok. Kürecik radar kompleksine verdiği iznin de gösterdiği gibi şartlar elverdiğinde her daim Atlantik ittifakı ile birlikte davranacağını da biliyoruz. Bu memleketin çocukları Atlantik ittifakının hazır kıtası olarak hemen her kıtada savaştılar. Ekonomik, siyasal, kültürel emperyalizmin türlü eziyetlerine mazhar olduk. Burası tamam. Ne var ki bu memlekette başat siyasal, etnik, dinsel aidiyet sistemine dâhil olmayanlara sorduğumuzda Türkiye’nin ağababalarının hiç de bir eksiğinin olmadığı yanıtı alınacaktır. Milyon Ermeni’yi AB ve ABD kestirmediği gibi, milyonlarca Kürdü ezin diye de kimse başımızın etini yemedi. NATO’nun alt şubesi olarak çalıştığı dönemlerde bile bu ülke kendi resmi ideolojisi ve beka stratejisi uğruna içeride ve dışarıda emperyal zulüm uygulamakta beis görmedi.
Soğuk savaş döneminden sonra Atlantik ittifakı yeniden yapılanırken, Türkiye eski kanat ülkesi konumundan hızla sıyrıldı. Başlarda bağımsızlıklarını kazanan ülkelere Atlantik ittifakı koçluğu ve askeri eğitimle başlayan bu ittifak içi yükseliş trendi, şimdi ekonomik ve askeri olarak önceki dönemlerle kıyas kabul etmez bir ‘kudret’e ulaşan Türkiye’nin ‘ulusal çıkarları’ için müstakil adımlar atabilmesinin de yolunu açtı. Türkiye artık Atlantik ittifakının düz neferi değil, bu ittifakın temel unsurlarından birisi… İttifak içinde verdiği iktidar mücadelesi şuursuz analizcilerimizin ve uzmanlarımızın “Türkiye Batıdan uzaklaşıyor!” yorumları yapmasına çanak tuttuysa da gelişmeler bu tezi hiç doğrulamadı. Hatta çoğu durumda Batı Türkiye’ye yaklaştı. Sözgelimi milli düşman PKK, AB ve ABD tarafından terör örgütü olarak ilan edildi. Irak’ta Sünniler ve Şiiler Türkiye’nin arabuluculuğuyla bir araya geldiler. Oysa ABD, malum kriz nedeniyle başlarda Türkiye’nin Irak’ta herhangi bir mevcudiyetine gerektiğinde ‘çuvalla’ aşağılama yoluna giderek direniyordu.
Türkiye kendi çıkarlarını doğrudan ilgilendiren her alanda, eğer bir görüş ayrılığı varsa gerekirse AB ve ABD ile didişmekte, karşıt ittifaklar kurmakta hiç beis görmedi. İran nükleer krizi konusunda benzer bir profil çizdiği Brezilya ile birlikte hareket ederken, ABD’yi BM’de fena halde ortada bırakmıştı. İsrail ile köprüleri atarken AB ve ABD’nin maşası değildi. Doğu Akdeniz’de hükümranlık mücadelesini gerekirse tek başına verebileceğini el âleme ilan ediyordu.
Suriye meselesinde de böyle oldu, oluyor. Türkiye’nin, Suriye’nin neoliberalleşmesi, başka deyişle dünya kapitalist sisteme entegrasyonu yolunda çok çaba harcadığı aşikâr. İsrail ile arabuluculuk görüşmeleri de dâhil olmak üzere bu siyasetin iddia edildiği gibi Sultanın kim olduğunu herkeslere göstermek, Halife adaleti uygulamak ya da Taşeronluk yapmakla ilgisi yoktu. Suriye’nin kabul edilebilir ölçüde bir demokratikleşme paketi ile dünya sistemin bir parçası haline gelmesi en çok Türkiye’nin işine yarayacaktı. Nitekim Suriye ekonomik ‘reformları’ hayata geçirir geçirmez, karşılıklı olarak vizelerin kalkması da dâhil olmak üzere iş gücü, sermaye ve malların serbest dolaşımına hemen yol verilmişti. Siyasal olmasa bile ekonomik ve kültürel ortaklık konuşulmaya başlanmıştı. Hatta bölge ülkeleri kendi aralarında ve elbette büyük ağabey Türkiye liderliğinde bir serbest ticaret anlaşmasına gideceklerdi.
Esed rejiminin kötürüm de olsa kabul edilebilir bir demokrasi paketine bile tahammül göstermeyip tamamen barışçı sivil gösterilerle başlayan protestolara babası Hafız Esed’den kalma yöntemlerle mukabele etmesi bu ortaklığı bitiren, Türkiye’nin saldırgan dış politikasını tetikleyen isyanın fitilini ateşledi. Tam da bu nedenle Türkiye, dünyadaki diğer tüm emperyal heves sahibi ulus devletlerden daha fazla olmak üzere bu isyana taraf oldu; çünkü Esed Türkiye’nin giderek küresel ayak izi büyüyen burjuvazisinin Ortadoğu’ya açılmasına engel olmuştu.
Suriye konusunda AB ve ABD perspektifinin Türkiye’nin yaklaşımlarından farklı olmasını doğal karşılamak gerekiyor. Batı dünyasının ekonomik krizi nedeniyle dünyanın türlü bölgelerinde trilyon dolar mertebesinde yıllık harcama yükü oluşturan Atlantik askeri mevcudiyeti artık sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Nitekim ABD, tam gaz Irak ve Afganistan’ı terk etmeye başlamış, birden bire çatışma çözümünde diplomasiye artan bir vurgu yapmaya başlamıştır. Bu konjonktürde AB ve ABD’nin Kosova, Irak ve Afganistan’da olduğu gibi yüksek demokrasi standartları talep eden yığınları bahane ederek, kitle imha silahları yaygarası kopararak, Esed’e karşı bir ‘insani’ askeri müdahalede bulunma olasılığı yoktur. Başka bir deyişle, ittifak Türkiye’yi Suriye konusunda yalnız bırakmıştır.
Suriye meselesinde bu üç analiz birimine aynı anda başvurunca ya da işimize geldiği gibi herhangi bir tutarlılık kaygısı gütmeden olgu bazında keyfi bir biçimde kullanınca Türkiye’nin siyasetini anlama olanağımızı daha baştan ortadan kaldırmış oluyoruz. O zaman da Reyhanlı’da kaybettiğimiz onlarca cana çimen muamelesi yapmış oluyoruz. Bir kez de biz öldürüyoruz.
Peki bombayı kim koydu? Katil uşak mı? Bu saatten sonra ne fark eder? Yine de söyleyelim… Bombayı koyan, Reyhanlı’da kardeşlerimizi ölüme gönderen bizleriz. Reyhanlı’da bombaları Suriye’de Esed diktatörlüğüne karşı direnen yığınları kafamız basmadığı ya da meseleyi bilmek istemediğimiz için tektipleştirip hepsine El Kaide militanı muamelesi yapan, Esed zulmünden kaçıp memleketimize sığınan, tedaviye gelen yüzbinlerce mülteciye açıkça ırkçı ve ayrımcı tavır geliştiren, lince kalkışan, barışçılığı başkalarının gördüğü zulme gözlerini kapamak, devrimciliği başkasının isyanına dudak bükmek sanan bizler koyduk. Biz dirensek ne AK Parti emperyal hevesleriyle kan politikası güdebilir, ne el âlem gelip yurttaşlarımızın hayatına kast edebilirdi.