Son dönemde Türkiye’de uygulanan baskılar, ülkenin seçici bir faşizm dönemine girdiğini gösteriyor. “Seçici” terimini kullanmamın nedeni, 12 Eylül’ün tersine görünürde demokratik bir ortam olduğu yanılsaması yaratılır ve “sokaktaki adam”a fazla ilişilmezken, muhalif kesimlerin çok yoğun bir baskı altına alınması. Diğer yandan, bu baskılar “hukuk”a uygun şekilde uygulanıyor; kitlesel katliamlar, faili meçhul cinayetler, köy boşaltmalar yaygın şekilde gözlenmiyor. Daha çok kadrolar ve onlarla farklı çerçevelerde bir araya gelen aydınlar, gazeteciler, yayıncılar tutuklanıyor.

Seçici faşizm öyle bir hal aldı ki öğrenci protestolarına bile tahammül edilemiyor. Şu anda cezaevlerinde yaklaşık 500 öğrenci var. Halkevleri gibi taban çalışması yapan ve normalde rejim açısından bir tehdit teşkil etmeyen kurumlar bile kapatılmaya çalışılıyor.

Tutuklamalar, sözde KCK operasyonu çerçevesinde KESK’li yöneticilere kadar uzandı. Diğer yandan Kürtlerin her bağımsız girişimi baskı altına alınıyor ve engelleniyor. Örneğin geçtiğimiz günlerde Batman’da öğrencileri SBS ve üniversite sınavlarına hazırlayan Orhan Doğan Eğitim Destek Evi, Valilik kararıyla kapatıldı.

Kürt Hareketi’nin sivil alandaki hemen bütün sektörleri, her düzeyde BDP parti örgütü, hukukçular, siyaset akademisi, gazeteciler, belediye başkanlarından il-ilçe belediye meclis üyelerine kadar belediye kadroları… birçok kurum çalışamaz hale getiriliyor. Kürt Hareketi’nin sivil alanı çökertilmeye çalışılıyor. Böylece devlet, PKK ile silahlı çatışma çerçevesinde baş başa kalma hesapları yapıyor gibi görünüyor.

Kürt Hareketi’nin Krizi

Bütün bunlar olurken insanın moralini en çok bozan sivil alanda bir direniş ve karşı-eylemlilik sergilenemeyişi. Türkiye’de yaşayan muhalifler olarak devletin nasıl bir baskı kapasitesine sahip olduğunu biliyoruz; dolayısıyla KCK operasyonları kapsamında 4.000 civarında insanın tutuklanmış olmasına tepki duysak da, çok büyük bir şaşkınlık yaşadığımız söylenemez: Ne de olsa “burası Türkiye” ve biz de 12 Eylül’ü görmüş bir toplumuz. İnsanı asıl demoralize eden, kitlesel bir taban desteğine sahip bir siyasi hareketin 4.000 üyesi ve sempatizanı aşama aşama tutuklanırken hiçbir ciddi tepki üretememiş olması. Halbuki sivil alanda, uluslararası demokratik kamuoyuna da seslenebilen son derece meşru ve kitlesel tepkiler örgütlenebilir.

Kişisel olarak şunu anlamakta zorluk çekiyorum: Kürt Hareketi’nin bir krizde olduğu aşikâr; üstelik bu kriz kaç yıldır geliyorum diyordu. Muhalif kimliğe sahip, aklı başında insanlarla konuştuğumda hemen herkes benzer formülasyonlar yapıyor: Kürt Hareketi’nde Leninist öncü-kitle paradigmasının aşılamadığı, söylenenin aksine 2000’lerin başından bu yana sivil alanda paradigma dönüşümünün gerçekleşmediği, mahalle meclisleri gibi halkın öz-örgütlenmesi olarak lanse edilen yapıların halkı eylemlere katmak dışında bir misyona sahip olmadığı söyleniyor. Kürt Hareketi’nin kitle hareketini devletle fiili veya muhtemel müzakere süreçlerinde bir pazarlık kozu olarak kullanmanın ötesine geçmediği, sonuçta demokratik özerklik, kongre örgütlenmesi gibi yenilikçi-özgürlükçü kavramların içinin boşaldığı dile getiriliyor. Fakat her ne hikmetse, pek az istisna dışında, bu makul eleştirilerin yazıya geçirildiğini, muhalif medyada ifade edildiğini göremiyorum. Kürt Hareketi’nde ve onu destekleyenler arasında en fazla tartışma yaşanması gereken bir dönemde, eleştirilerini kamusal alana yansıtmaktan kaçınanların başta Kürt Hareketi olmak üzere toplumsal muhalefete iyilik yaptığını sanmıyorum. Yıllardır sivil alanda geliyorum krizi görüp de ciddi bir çözümleme içine girmeyenler de iyilik yapmadılar.

Evet, doğru; 2000’li yılların başından bu yana Kürt Hareketi sivil alanı talileştiren tutumunu aşamadı: Hak ve özgürlükler mücadelesi alanı taliydi, dolayısıyla insan hakları örgütleri araçsallaştırılabilirdi. Sendikal mücadelede “ana dilde eğitim talebi” gibi talepler, Türk Solu’yla pazarlık nesnesine dönüştürülebilirdi. Basın-yayın alanı, propagandatif bir işlev görmenin ötesine geçmese de olurdu. Sivil alanda ancak uzun vadede gerçekleşebilecek olan kadrolaşma (iyi bir muhalif gazeteci, iyi bir muhalif yayıncı, iyi bir muhalif hukukçu vs.) ve toplum tabanıyla buluşma, üretimden ziyade denetim işlevi gören bir komiserler bürokrasisinin ayakta tutulmasına feda edilebilirdi. Öylesine yüksek siyasete endeksli bir yol izlenebilirdi ki Kürt halkının birinci gündem maddesi olan yoksulluk ve ayrımcılık sitemli bir çalışmanın konusu yapılmayabilirdi.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Fakat gelinen aşamada Kürt Hareketi’nin gerçekten ciddi bir kriz içine girildiğini düşünüyorum. AKP’nin 2009’da başlattığı “Kürt açılımı”ndan bu yana kitle mücadelesi ve genel olarak sivil alan devleti çözüme zorlamanın bir aracına indirgendi ve böylelikle pasifize edilmiş oldu. Şimdi BDP çevrelerinde “ben de KCK’liyim, kendimi ihbar ediyorum” kampanyalarına katılımın cılız geçtiğinden yakınılıyor. Biraz geç kalınmadı mı? 2009’dan bu yana dalga dalga kaç operasyon yapıldı? Kamuoyuna yansıyan PKK-Devlet görüşmelerinde KCK tutuklularının serbest bırakılmasının pazarlık konularından biri olduğunu gördük. Peki şimdi “pazarlık yürümedi, devlet Kürt hareketini tasfiye etmeye çalışıyor, biraz da hak ve özgürlük mücadelesi verelim” denebilir mi? İnsan hakları ve özgürlükleri mücadelesi, Terörle Mücadele Yasası’na (TMY) karşı mücadele, katılımcı yeni anayasa  tartışmaları, “devleti çözüme zorlama”nın unsurları gibi ele alınabilir mi?

Toplumsal Muhalefet Potansiyeli

Bence her şeye rağmen aktif bir toplumsal muhalefet potansiyeli oluşuyor. O kadar çok baskı var ki ve bu baskılara karşı direnmek o kadar meşru ki, aydınların, akademisyenlerin öğrencilerin dağınık ve küçük ölçekli de olsa karşı çıkışlar geliştirdiğini görebiliyoruz. Diğer yandan, devlet-AKP belki sivil alandaki Kürt siyasi örgütlenmelerine ciddi bir darbe indirdi; fakat halkın direncinin üstesinden gelebildiğine dair bir veri yok.

Sorun, “toplumsal muhalefetin ekseni ne olmalı?” ve “kalıcı inisiyatifler nasıl geliştirebiliriz?” sorularına berrak yanıtlar verememekten kaynaklanıyor gibi görünüyor.

İlk soruya dair önerim, zaten içinde bulunduğumuz durumla doğrudan ilişkili. TMY’nin ve Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) ifade ve örgütlenme özgürlüğünü kısıtlayan hükümlerinin kaldırılması, Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’nin lağvedilmesi ve bu mahkemelere özgü yargılama usüllerinin yürürlükten kaldırılması, siyasi bir genel af ilan edilmesi ve siyasi faaliyetlerinden dolayı tutuklu-hükümlü bulunan herkesin koşulsuz serbest bırakılması talepleri etrafında yürütülecek kampanyalar, demokratikleşmeyi ve “terörle hukuk içinde mücadele etmeyi” dilinden düşürmeyen AKP’ye karşı etkili olabilir; toplumsal destek sağlayabilir. Böylece toplumsal muhalefet rahat nefes alabilecek bir alan açabilir, neyin “terör” neyin çoğulcu bir toplum için vazgeçilmez haklar olduğunu toplumun dikkatine sunabilir ve AKP’nin demokrat maskeli faşizan gündemini deşifre edebilir. Yeter ki haklar ve özgürlükler mücadelesini araçsallaştırmayalım, yüksek siyaset arenasında masaya sürülen bir koz gibi ele almayalım.

Yeni Anayasa ve “Yol Temizliği”

Son günlerde Meclis Başkanı Cemil Çiçek anayasayla ilgili ilginç demeçler veriyor. “Yeni bir anayasa için 2012’yi kaçırmayalım, ardından 2013, 2014’te seçimler geliyor” diyor. Bütün toplumun katılacağı bir anayasa yapma sürecinden bahsediyor. Nitekim TBMM’de kurulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu (AUK), bir liste yaparak çeşitli STK’lar, sendikalar, işveren örgütleri vs.’den görüş istemeye başladı bile. Hükümet, gerçekten halkın görüşleri alınarak işletilecek katılımcı ve demokratik bir anayasa sürecinin propagandasını yapmaya başladı.

Aslında bir süredir bu süreç işliyor. Yaklaşık iki hafta önce, AUK bünyesinde kurulan ve içinde BDP’den Altan Tan ve Sırrı Süreyya Önder’in de bulunduğu alt-komisyon, 500. Yıl Vakfı, Basın Konseyi, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV), –Gülen cemaatine yakınlığıyla bilinen– Türk İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKON) ile Türkiye ve Türk Dünyası İktisadi ve Sosyal Araştırmalar Vakfı (TİSAV) temsilcilerini dinledi. Alt-komisyon geçen hafta da TEMA, Umut Vakfı, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, Türk Eğitim Derneği (TED), Türk Eğitim Vakfı (TEV) ve Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nı çağırarak görüşlerini dinleyecekti.

Öte yandan, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) “katılımcı anayasa süreci”nin işletilmesinde özellikle etkin bir işlev üstleneceği görülüyor. Başkan Rifat Hisarcıklıoğlu geçen gün, TOBB’un en az 10 şehirde spor salonlarında 1.000’er kişilik toplantılar organize edeceğini, her toplantıda 10 kişinin bir moderatör eşliğinde görüşlerini sunacağı 100 masa kurulacağını açıkladı. Böylece “halk”a sorulacak soruların yanıtları toplanacak ve Meclis’teki AUK’ya iletilecek.
Oynanmaya başlanan oyun ortada. AKP’nin demokrasi ve katılımcılık kavramlarının içini boşaltmakta ne kadar mahir olduğunu biliyoruz. Genel olarak örgütsüz bir toplumda iktidara yakın veya tabanını temsil etmekten uzak kırk yıllık koordinatörlerin denetimindeki sözde STK’ların görüşüne başvurmak, spor salonlarında anket yapar gibi anayasa tartışmaları düzenlemek çocuk oyuncağı.

Toplumun görece daha örgütlü kesimini oluşturan BDP ve Kürt kurumları ise sürecin dışında tutulacak. KCK operasyonlarının amaçlarından birisinin de bu olduğu rahatlıkla söylenebilir: Türkiye’nin anayasa yapma geleneğine uygun olarak, tıpkı 1961, 1971 ve 1980 anayasa süreçlerinde olduğu gibi, bir kez daha ötekileştirilenler, örgütlü Kürt toplumu, muhalif kadın örgütleri, sendikalar, öğrenci inisiyatifleri, insan hakları örgütleri dışlanarak yeni bir anayasa yapılacak. Bir farkla ki bu sefer sürecin gayet katılımcı olduğu yönünde güçlü AKP ve cemaat medyası tarafından yoğun bir halkla ilişkiler kampanyası düzenlenecek.

Toplumsal muhalefet, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün bu denli kısıtlandığı bir ortamda yapılacak anayasanın 12 Eylül Anayasa’sından çok farklı olmayacağını dile getirebilir. “Ana dilde eğitim”, “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve özerklik”, “vatandaşlığın etnik tanımlamalardan arındırılması”, “temel hak ve özgürlüklerin ‘amasız ve fakatsız’ güvenceye alınması”, “sendikal örgütlenme hakkının önünün açılması” gibi taleplerin KCK ve benzeri operasyonlarla duyulmaz hale getirilmeye ve en önemlisi kriminalize edilmeye çalışıldığını  geniş toplum kesimlerine anlatabilir. Böylece oynanmak istenen “sivil toplum konuşuyor” oyununa çomak sokabilir.

Yanıtlamamız gereken ikinci soruya, “kalıcı inisiyatifler nasıl geliştirebiliriz?” sorusuna gelince, sanıyorum bunun yanıtını bilmiyoruz. 2000-2005 dönemini Avrupa Birliği’nden (AB) demokrasi geleceği beklentisiyle, müteakip yılları ise AKP’nin bazı reformlar yapacağı ve Kürt Hareketi’nin eninde sonunda devleti masaya oturtacağı (bu, sadece bir zaman sorunu değil miydi?) beklentisiyle geçirdikten sonra, umarım ataletimizden sıyrılmayı başarır ve pratikte bazı yanıtlar bulmaya başlayabiliriz.