Cici demokrasi” kavramı, 1960’lı yıllarda YÖN dergisi ve Milli Demokratik Devrim (MDD) çevresi tarafından kullanılan bir terimdi. “Cici demokrasi”yle kast edilen, o zamanlar Süleyman Demirel’in Adalet Partisi’nin (AP) yüksek oy oranlarıyla seçimleri kazanmasının, halkın çıkarları ve tercihleriyle bir ilgisi olmadığı, çünkü Türkiye’deki sadece biçimsel bir demokrasi olduğu idi. Gerçi MDD çevresi bu tanımı, Üçüncü Dünyacı, “solcu” bir darbe girişimini meşrulaştırmak için de kullanıyordu; fakat terim devrimci gençlik hareketleri tarafından benimsenmişti.
Sanıyorum hepimiz seçimlerde AKP’nin yüzde 50 oy almasıyla birlike riskli bir sürece girdiğimizin farkındayız. Ülkemizde faşist akımlarla da zaman zaman flört eden sağ-muhafazakâr partiler, temsili demokrasinin kısıtlamalarla dolu otoriteryan bir yorumunu yeterli görürler ve temsil ettikleri halk kesimlerine de bu düşünceyi empoze ederler. Seçimler olmuş, AKP çok yüksek bir oy oranıyla “milli irade”nin tercihi olarak 3. kez iktidar olmuştur. Üstelik geçerli oyların yüzde 95’i Meclis’te temsil edildiğine göre, bu Meclis’in temsil gücü de oldukça yüksektir. Diğer yandan, BDP de bağımsızlar taktiğiyle yüzde 10 barajını anlamsız hale getirdiğine göre, demokrasimiz iyiye gidiyor demektir. Vatandaş “sandık başına gitme” görevini yerine getirmiş, yeni ve “sivil” bir Anayasa yapma işini de “iradesini devrettiği” Meclis’e bırakmıştır. Halkımıza “milli iradelerini” tecelli ettirdikleri için teşekkür ederiz. Ama şimdi evlerine dönebilirler.
“Cici demokrasi” işte budur. Bu açıdan, Türkiye’de 1950’lerden bu yana fazla bir dönüşüm yaşandığını söyleyemeyiz. Bu iktidar pratiğinde, katılımcı demokrasi düşüncesi kesinlikle reddedilir. Meclis’in en fazla sınırlı bir temsil ve yasama işlevi yerine getirdiği, halkın her kesiminin ifade ve örgütlenme haklarını kullanarak Meclis üzerinde baskı kurmasının asıl belirleyici olduğu katılımcılığa dayalı bir işleyiş, devlet ve sağ-otoriteryan partiler tarafından daha filizlenme halindeyken şiddetle bastırılır.
Günümüz Türkiye’sinde olan budur. Halkın temel hak ve özgürlüklerini kullanarak örgütlenme, kendi özeylemliliği içinde bir özbilinç oluşturup politik çıkarlarını keşfetme imkânından yoksun olduğu; her şeye karşın örgütlenerek, örneğin hükümetin çay politikasını protesto edenlerin ise Hopa örneğindeki gibi yaptığına bin pişman edildiği bu otoriteryan “demokrasi” versiyonunda, “milli iradenin kendisinde tecelli ettiği” hükümet gerekirse halka karşı politikalar izleyebilir ve farklı kesimleri baskı altına alabilir. Halkın katılamadığı bu oyun, bize “gerçek demokrasi” olarak yutturulmaktadır.
Meclis’in Temsil Gücü ve Yüzde 10 Barajının Anlamsızlaştığı İddiası
Önümüzdeki dönem başta yeni Anayasa olmak üzere Meclis çoğunluğunun bütün tasarrufları, gerçekte Meclis 12 Eylül ürünü siyasi partiler ve seçim sistemine göre oluşmuş olsa da, “yüksek temsil gücü”ne dayanılarak meşrulaştırılmaya çalışılacak. Gelin bu “temsil gücü” sorununa biraz daha yakından bakalım.
Bir kere yüzde 10 barajının, Saadet Partisi, Has Parti, Demokrat Parti gibi birçok küçük partinin sandıkta silinmesine yol açtığını biliyoruz. Gerçekte farklı tercihleri olan seçmenler, oyların “ziyan” olmaması adına AKP’ye oy vermeye zorlandılar. Tam olarak ölçememekle birlikte, benzer bir durumun bağımsızlar/BDP için de geçerli olduğu söylenebilir. Acaba kaç seçmen, yüzde 10 barajını delebilmek için BDP’nin desteklediği bağımsızların seçilmesinin taşıdığı belirsizlikler yüzünden CHP veya AKP’ye oy verdi? Eğer BDP parti olarak seçimlere katılabilseydi oy oranı, dolayısıyla milletvekili sayısı daha yüksek olmayacak mıydı?
İkincisi, siyasi parti başkanlarını birer diktatör haline getiren siyasi partiler kanunu yürürlükteyken, Meclis’i oluşturan siyasi partilerin hangi temsil gücünden bahsedebiliriz? Mevcut siyasi partiler yasasında, milletvekili adaylarının ön seçim gibi daha demokratik yöntemlerle belirlenmesi türünden hiçbir zorunluluk bulunmuyor. Milletvekili adaylığının tamamen genel başkanın tercihine bağlı olduğu bu sistemde, partilerde farklı kanatların oluşmasına, parti içi demokrasinin ve dolayısıyla muhalefetin gelişmesine neredeyse imkân yok. Yüzde 10 barajı yüzünden de muhalif grupların statükocu büyük partilerden koparak yeni partiler kurma girişimleri büyük çoğunlukla başarısızlığa mahkûm oluyor. Halbuki 1980 öncesinde, örneğin Anadolu orta burjuvazisini temsil eden Necmettin Erbakan 1969’da büyük burjuvazinin temsilcisi AP’den koparak Meclis’e girebilmiş ve ilk İslamcı parti olan Milli Nizam Partisi (MNP) 1970’de Meclis’te temsil edilebilmişti.
Unutmamamız gerekiyor: Mevcut iki partili bu garabet sistem, 12 Eylül’ü yapan askeri cuntanın gözeteminde hazırlanan yasalar aracılığıyla yerleştirildi. Söz konusu sistem, halkın kendi sorunları konusunda örgütlenip inisiyatif alma ve Parlemanto üzerinde baskı oluşturma kanallarını tümüyle kapatırken, birisi yıpranınca diğerinin onun yerini alacağı, sözüm ona bir “merkez-sağ”, bir de merkez-sol” hükümetleriyle ülkenin yönetilmesini öngörmüştü. Her iki partinin 12 Eylül paradigmasını dışına çıkmasının önlenmesi içinse son derece anti-demokratik bir siyasi partiler yasası hazırlandı. Şu anda geçerli olan sistem hâlâ 12 Eylül’ün bu “cici demokrasi” sistemidir. Her ikisi de devletin temel ilkeleriyle barışık olacak bu iki partili sistemin kurulmasının nedeni, 1980 öncesi yaşanan temsil kaosunun önüne geçmekti. 1980 öncesi, geniş halk kitleleri olmasa bile, burjuvazinin çeşitli fraksiyonları çıkarlarını farklı partiler aracılığıyla temsil edebiliyor, böylece sistem içi önemli çatlaklar oluşabiliyordu. Şimdiki durumda iktidardaki sağ-muhafazakâr partiler (örneğin ANAP ve AKP), ciddi bir temsil sorunu yaşamadan emegen sınıflar bloğu içinde sadece dar bir kesimin çıkarlarına hizmet edebiliyorlar.
Son olarak, 12 Haziran seçimlerinden sonra oluşan Meclis’in temsil gücünün yüksek olduğu iddiasına karşı birkaç önemli noktanın hatırlatılması gerekiyor. İlk olarak seçimde, ertesi günü bazı büyük ana-akım gazetelere bile yansıyan ihlaller yaşandı. Çoğunkla Kürt bölgesinde seçimleri izleyen uluslararası gözlemciler bazı yerlerde okullara alınmadı; birkaç yerde sandığın başına askerlerin oturduğunu, başka yerlerde ise sandık başkanlarının vatandaşları AKP’ye oy vermeye zorladıklarını rapor ettiler.[[dipnot1]] İzmir’de Blok adayları ve Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP) İl Başkanı bir basın toplantısı düzenleyerek, “AKP orijinal oy pusulası bastırarak, AKP’ye oy verilmiş gibi mühürlemiş ve seçmene verdiği bu pusulayı zarfa koyarak atmasını istemiş, boş pusulanın ise kendisine getirilmesi karşılığında iş veya para verileceği sözleriyle seçimi kirletmiştir” iddiasında bulundular. Bu hileler sonucunda, 1. ve 2. bölgelerde birer milletvekili çıkarmalarının engellendiğini öne sürdüler. [[dipnot2]]
Hatırlatılması gereken en önemli husus ise, seçim çalışmalarının başladığı günden itibaren yaklaşık 2.000 BDP çalışanı ve yöneticisinin gözaltına alındığıdır. Eğer herhangi bir sistem partisinde seçim çalışmalarına katılan bu kadar insan gözaltına alınsaydı, muhtemelen o parti seçimlerde çok başarısız olurdu.
George Orwell’in 1984 romanını hatırlatan bu “demokratik” düzende, sisteme muhalif partilerin aktivistlerinin çalışmalardan alıkonulması normal karşılanır ve böylece oluşan Meclis’in yüksek bir temsil gücüne ulaştığı peşinen kabul edilir.
Anayasa Çalışmaları
Ekim’de açılacak TBMM’de partiler arasında sağlanacağı varsayılan bir uzlaşmayla yeni anayasanın yapılacağı söyleniyor. Kısıtlı bir temsile dayanan ve katılımcılığı dışlayan bu sistem böyle devam ettiği sürece, 12 Eylül Anayasası’da en iyi ihtimalle küçük ölçekli değişiklilerin yapılacağı bu süreç karşısında muhaliflerin tutumu ne olmalı?
Pazar günü katıldığım “Demokratik Anayasa Girişimi” toplantısında Turgut Tarhanlı katılımcıların da genel anlamda kabul ettiği bir yol haritası önerdi. Bu öneriye temel teşkil eden tartışmalar ise şöyleydi: STK’ların ve farklı kesimleri temsil eden örgütlerin Anayasa yapımı sürecine katılması tam olarak ne demekti? Birinci yol, mevcut kısıtlı parlamenter sistemin bir yansımasıydı ve hepimizin bildiği gibi “Kürt açılımı” ve benzeri süreçlerde şöyle şekillenmişti: Başbakan, İçişleri Bakanı veya hükümet temsilcileri, çeşitli STK’ların ve bireylerin görüşlerini dinlediler ve bunları “not aldılar”. Böylece STK’lar güya sürece “dahil edilmiş” oldular. Sonunda ise hükümet yine bildiğini okudu. Halbuki gerçek anlamda katılımcı bir model işletilecekse, Ayhan Bilgen’in vurguladığı gibi, iradenin toplumsal kesimlerde olması gerekecektir. Farklı kesimler, mitinglerle, eylemlerle veya başka yollarla Anayasaya ilişkin görüşlerini dile getirirler. Meclis de bu görüşler ışığında bir Anayasa yapma işine girişir. Yani belirleyici olan farklı toplumsal kesimlerin talepleridir. Hatta belki Meclis İç Tüzüğü bile değiştirilir ve bu kesimlerin temsilcisi konumundaki örgütler Meclis’teki Anayasa Komisyonu’na doğrudan katılırlar. Buna benzer bir öneri, avukatlarıyla son görüşmesinde A. Öcalan tarafından da dile getirildi. Öcalan, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu bileşenlerinin, bir kısmı parlamento dışı olsa da, Anayasa Komisyonu’na katılması çağrısında bulundu.
Turgut Tarhanlı, işte bu konsept çevrevesinde aşamalı bir yol haritası önerdi. Hem gerçekten katılımcı bir modelin maddi zeminini oluşturmak hem de doğrudan Anayasa tartışmalarına (özellikle de ilk 3 maddenin tartışılmasına) girerek marjinalize edilme riskinin önüne geçmek için, öncelikle toplumsal katılımın önündeki engellerin kaldırıması yönünde bir kampanya yürütelim dedi.
Gerçekten de daha katılımcı bir Anayasa sürecinin işleyebilmesi için Anayasadan önce değiştirilmesi gereken yasa maddeleri var. Bu maddelerin birçoğundaki kısıtlayıcı hükümler, doğrudan Anayasada yer almıyor. Terörle Mücadele Yasası, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü kısıtlayan diğer yasa maddeleri, Siyasi Partiler Kanunu’nda yer alan yüzde 10 barajı, partilerin iç işleyişine dönük hükümler, emekçilerin toplumsal taleplerini etkin şekilde dillendirmeleri önleyen sendika ve çalışma yasaları bunların en önemlileri.
Turgut Tarhanlı’nın önerdiği ve toplantıda genel kabul gören böyle bir kampanyanın doğru olacağını düşünüyorum. Eğer katılımcı bir Anayasa sürecinden söz ediliyorsa, Kürtlerin binlerce siyasi temsilcisi ve parti çalışanı hapishanedeyken bu nasıl olacak? Hopa’daki polis baskısını ve bir vatandaşın öldürülmesi protesto eden Ankara’daki gençler “örgüt üyeliği”, “toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasasına muhalefet” suçlamalarıyla gözaltına alınıp tutuklanıyorsa, Anayasa sürecinde nasıl katılımcı bir aktör olabilecekler? Ancak tüm farklı kesimler özgürce bir araya gelebilir ve taleplerini duyurabilirlerse, bütün bir toplumu kapsayan yeni ve sivil bir Anayasadan söz edilebilir.
Bu nedenle, muhalif kesimlerin hiç vakit kaybetmeden, “temsil gücü yüksek, milli iradenin tecelli ettiği bir Meclis” manipülasyonuyla 12 Eylül Anayasası’ndan çok da farklı olmayan bir Anayasanın önümüze konmasına karşı bir söylem ve eylem planı geliştirmesinde fayda var. Özellikle de, sağ-muhafazakâr partilerin ve Kemalist iktidar odaklarının mutabık kaldıkları, liberallerin de pragmatizm belasına eleştirmekten kaçındıkları bu “cici demokrasi”nin gerçek demokrasiyle bir ilgisinin bulunmadığını, gücümüz ölçüsünde geniş kesimlere anlatmak için çaba göstermemiz gerekiyor. Gerek Anayasa yapım sürecinde gerekse Türkiye’nin bütün temel sorunlarında mevcut “cici demokrasiyle” fazla ileri gitmemizin mümkün olmadığını anlatmaya çalışmamız gerekiyor.