Seçimler yaklaşırken siyasilerin söyleminde pek yeni birşey yok. Can sıkıcı atışmalar arasında önemli konular basmakalıp cümlelerle geçiştiriliyor. Ama, sözü bile edilmeyen bir konu var ki, belki de en hayati olanı.
Yerli yersiz sıkça kullanılmaya başlanan sürdürülebilirlik kavramı, bazılarının sandığı gibi küresel sorunları çözecek bir sihirli değnek değil ama, doğal kaynak bütçemizi aşmadan yaşam kalitemizi artırmanın formüllerini arayan uygarlık, artık bu kavram etrafında şekilleniyor. Doğal kaynakları talan ederek, hiç de gereksinim olmayan malları üretip, tüketip, çöpe atarak, koskoca atmosferin kimyasını değiştiren, dev okyanusları plastikle doldurmayı başaran ekonomik büyümenin sürdürülebilir olmadığı çok açık.
Aynen bütçesini aşan şirketler gibi, doğal kaynakları bütçesinin üzerinde harcayarak ve doğanın bize bedavadan sağladığı (hava ve su temizleme, gıda üretme, polenleme, sel ve erozyon önleme gibi) servislerin kapasitesini aşarak yürüttüğümüz yaşam tarzının iflas etmesi kaçınılmaz. Bunun küresel belirtileri de ortada: iklim, enerji, ekoloji, gıda, su krizleri, hatta, kimilerine göre ekonomik kriz. Sır vermesine pek alışkın olmadığımız Çin'in çevre bakanı bile, böylesi bir kaynak tüketimi ve doğa yıkımının, ülkesinin ekonomik ve sosyal büyümesine engel olacak boyuta ulaştığını itiraf ediyor. Ülkemiz de artık bu (doğasının kapasitesini aşmış) ekolojik-borçlu ülkeler arasında sayılıyor ama, dengeleri kurabilmek için henüz çok geç değil.
Çözüm arayışındaki medeniyetimiz, (maddi büyüme yerine) yenilenebilir enerji yatırımları, verim artışı ve ekosistem iyileştirme projeleri... ile de ekonomileri büyütüp, istihdam yaratmayı başarırken, yepyeni bir paradigma ortaya çıkarıyor. Bu yeni vizyonu kavrayan (ve fosil yakıtlara bağımlılıktan da kurtulup, bir taşla iki kuş vurmak isteyen) toplumlar bir dönüşüm seferberliği başlatmış durumda. En başta Avrupa, ABD ve Çin olmak üzere temiz teknolojilerde yarış kızışıyor. Enerji politikalarını neredeyse alt-üst eden devletler kadar, başarıları öncü olmalarına bağlı olan şirketler de bu yarışın içinde. Gecikenler, uluslararası rekabette de geri kalmaya mahkum ve bunun ticaretteki bedelini kotalar, yeşil sertifikalar, karbon vergileri vasıtasıyla ödeyecekler.
İki deniz arasına kanal açarak, zaten sürdürülemez ölçüde kalabalıklaşmış bölgeleri daha da yapılaşmaya açacak projeler, 1990 öncesinin vizyonunda kaldı. Bunların en şaşaalısı, bir sürdürülemezlik abidesi sayılan Dubai bile, şehrin yeni bölümlerini bu yeni vizyona uydurma peşinde. Çılgın projeler artık çok farklı: sıfır-atık hedefleyen şehir yönetimleri, çölde güneş santralleri kurup Akdeniz'in altından Avrupa'ya iletme projeleri, koskoca Amerika'yı hızlı trenlerle bağlama planları... Kendi enerjisini üreten binalar tasarlayarak, çöplerden yakıt üreterek, elektrikli araçlar için planlar yaparak... şehirler ve yaşam tarzları da hızla adapte oluyor.
Ülkemiz de, 1992de Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansına katıldığından beri sürdürülebilir kalkınma kavramına aşina. Hatta, kendi (yirmibirinci yüzyıl sürdürülebilir gelişme aksiyon planı) Gündem 21'ini bile hazırlıyor. Ama, o toplantılara katılıp imza atanların bu vizyona ne kadar inandıkları çok süpheli. Sürdürülebilir enerji kabul edilen nehir HES yatırımlarını bile doğa katliamına çevirmeyi başaran, her türlü koruma mevzuatını ekonomik büyümeye engel görüp zayıflatmak için çabalayan, yenilenebilir enerji zengini ülkesinde güneş santrallerine engel olup nükleer santral kurmakta direnen, orman arazilerini satmaya çalışan, çevre bakanı (koruduklarıyla değil) döşediği borularla övünen bir yönetimin, fazla söz söylemesine gerek de olmayabilir. Ama, bu acil konu muhalefetin söyleminde de yok. Ana muhalefet partisinin seçim bildirgesindeki birkaç cümle, ortaya yeni bir vizyon koymaktan çok uzak.
Oysa, siyasilerimiz sürdürülebilirlik açısından bakacak bir irade ortaya koyabilse, sifonlarımızdan çektiğimiz içme suyundan iletim hatlarında kaybettiğimiz elektriğe, çöpe attığımız ambalaj malzemesinden taşımacılıkta yaktığımız ithal petrole... kaynaklarımızı tutumlu kullanmayı öğreneceğiz; fabrikalarımızda hammadde ve enerjiyi ziyan etmeden, kirletmeden üretmenin yöntemlerini geliştirirken üstelik kar ettiğimizi farkedeceğiz; kalabalık nüfuslar dünya pazarındaki tahılı silip süpürürken kendini doyurabilir olmanın ne büyük bir şans olduğunu hatırlayıp, tarım alanlarımızı gözümüz gibi korumanın, tarım ilaçlarıyla sularımızı zehirlemeden, aşırı kullanım yüzünden topraklarımızı verimsizleştirmeden hasadı artırmanın yollarını keşfedeceğiz.
Bu süreçte yenilebilir enerjiye, teknoloji geliştirmeye, toplu taşıma sistemlerine, sürdürülebilir tarıma, ekosistemlerin rehabilitasyonuna ve geliştirilmesine, geri-dönüşüme, eğitime... yapılacak yatırımlarla yeni bir ekonomi yaratarak, yeni iş kolları ortaya çıkararak, sonsuza kadar değil elbette ama, daha nesiller boyunca yaşam düzeyimizi yükseltmeyi de başarabileceğiz.
Nükhet Barlas: Çevre Danışmanı, Endüstri Mühendisi