2014 yerel seçimlerinde oylananın yerel yönetimler olmadığı genel seçimleri belirleyecek sonuçların bir provası olduğu geniş bir kesim tarafından söyleniyor. AKP gücünü korumak için yaşam tarzı üzerindeki baskıları artırırken Cemaat destekli CHP-MHP çizgisi kendini baskılara karşı özgürlükleri savunan kanat ilan edip halktan destek bekliyor. Seçim rekabeti başladığından beri dillendirilen AKP’ye karşı CHP’de birleşme çağrısı seçimlere kısa bir süre kala daha da şiddetlenerek arttı. Kimilerinin tutkuyla kimilerinin tereddüt ve çekinceyle desteklediği bu çağrının özellikle İstanbul’daki hedefinde ağırlıklı olarak Kürtlerin oylarıyla bir potansiyeli açığa çıkaracak olan HDP var. Çeşitli kesimler, hatta Kürt dostu çevreler twitter’a erişimin engellenmesiyle de birlikte “bıçak kemiğe dayandı” diyerek İstanbul’da CHP’nin önü açılması için HDP’ye seçimlerden çekilme çağrısında bulunuyor. Çünkü İstanbul Büyükşehir Belediyesi için iki rakip var. Onlara göre AKP-CHP / Topbaş-Sarıgül kavgasında diğer odaklar oy oranları nedeniyle bir teferruattır. Kürt düşmanı kesimlere göre, Kürtler Türkiye Cumhuriyeti tarihinin kendilerine biçtiği bölücü rolü her daim oynamaktadır. İstanbul’da da CHP’nin önünü keserek oyları bölmektedir. Kimilerinin ırkçı bir öfkeyle HDP’ye karşı pek çok şehirde linç girişimlerinde bulunarak kimilerinin dostane bir şekilde “haklısınız ama köprüyü geçene kadar, lütfen” diyerek Kürtlerden istediği ya sonsuza kadar ya da sadece bu seferlik kendilerinden vazgeçmeleridir.
Açıkçası bu iki büyük rakibin, birbirinin karşıtından çok birbirinin tamamlayıcısı olduğunu düşünüyorum. Düzenin devamı için biri olmadan diğeri var olamıyor ve ikisinin karşıtlık içindeki birliği, insanları farklı bir düşünce/yaşam/siyaset/eylemden uzaklaştırma işlevi görüyor. Bu seçim dönemi sadece yerel seçimlerden ibaret değil. Özgürlüklerin ve demokrasinin; demokrasi ve özgürlükler yerle bir edilerek oylanmaya çalışıldığı da bir seçim dönemi.
Şu bir gerçek ki Türkiye’yi hiçbir zaman hükümetler yönetmedi. Son 30 yılda iktidara gelen hükümetlere bakalım. Özellikle savaşın en yoğun olduğu dönemde Türkiye’ye hükümet dayanmıyordu. Anap, DYP, Refah, DSP, MHP, RefahYol, AnasolD… Kürt sorununu çözemeyen çözülüyor; Türkiye, Özel Harp Dairesi’nce bir savaş rejimi tarafından yönetiliyordu. Türkiye’deki içsavaşın sonuçlarının bir kısmını biliyoruz: 40 binin üzerinde asker ve gerilla ölümü, 20 bine yakın faili meçhul cinayet, kadınlara sistematik bir biçimde uygulanan taciz ve tecavüzler, cezaevlerindeki işkenceler, ölülere yapılan işkenceler, köy/orman yakmalar, göçe zorlanmalar, dilini kültürünü bilmediğin bir şehirde dışlanarak hayatta kalmaya çalışma, bombalanan gazeteler, evler, işyerleri, zorla askere alınan erkekler, can kayıpları, organ kayıpları… İhlal edilen yaşam hakkı, ifade, örgütlenme özgürlükleri… Bugün ihlal edildiği söylenen hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı Türkiye’de asla hele ki 90lı yıllarda bir ilke olmadı.
AKP’nin iktidara geldiği dönemde ise savaşın bu yoğunluğu bitmişti. Çatışmaların 90’lı yıllara göre az olduğu bu dönem AKP’nin şansına geldi ve iktidarını uzun süre korumasını sağladı. Bu dönemde de savaş suçlarıyla yüzleşilmedi. Şemdinli olayları, 2006 Newroz olayları, kadın çocuk demeden müdahaleler, Zirve Katliamı, Hrant Dink'in katli, yüzlerce kadın cinayeti, Roboski katliamı AKP döneminde yaşandı. Bu dönemde insanlar topluca faili meçhule gitmedi ama özellikle 2009 sonrası topluca cezaevine gitti. TMK Mağduru çocuklar, KCK, Balyoz, Devrimci Karargah, Ergenekon, Gezi davaları… her cenahtan davamız ve cezaevlerinde binlerce tutuklumuz oldu. Askeri vesayet geriledi ama polis vesayeti yükseldi. Terörle mücadele yeni teröristler yaratılarak devam etti. Eski derin devlet restore edildi yeni bir derin, paralel devlet yaratıldı. Yaşam tarzlarımıza müdahale edilip kaç çocuk doğuracağımız, onu nasıl doğuracağımız, nasıl yetiştireceğimiz, saat kaçta içki içeceğimiz, hangi diziyi nasıl izleyeceğimiz, bir tiyatro oyununu hangi ahlaki kuralara göre sahneleyeceğimiz dikte edildi.
Şimdi mevcut iktidarın ve yerine ikame edilmeye çalışılan yeni iktidar bloğunun oylandığı 2014 seçimlerinde karşımıza çıkarılan iki seçenek şu: Bir yanda AKP’nin despotik/otoriter, dini araçsallaştıran neoliberal politikaları, son yıllarda gittikçe şiddetlenen yaşam tarzlarımıza dönük baskıcı uygulamaları yani Türk-İslam faşizmi… Diğer yanda seçimler sonrası daha da güçlenmesi muhtemel CHP-MHP ittifakının Türkiye tarihinin ruhuna sızan ırkçılığı, milliyetçiliği ve her daim orduyu göreve çağıran Türk-İslam faşizmi... Bu tercihe ekonomik yönden bakacak olursak İslami burjuvazinin çıkarlarına karşı, Kemalist burjuvazinin çıkarları… AKP - CHP/MHP arasında bırakılarak bizlere sorulan soru şu: Faşizminizi nasıl alırsınız? Ataerkil Sünni/dini dozu yüksek olanını mı yoksa eril, milliyetçi tonu yüksek seküler olanını mı? Yönetme hakkını kendinde gören bu iki odağın uzlaştığı nokta her zaman Türk her zaman İslam… Tek din, tek dil, tek millet, tek vatan, tek adam…
Özgürlük ve demokrasi söylemleri araçsallaştırılarak bizlerden Sünni faşizmi ya da seküler faşizmi tercih etmemiz bekleniyor. Bu sorunun Kürtlere yönelmesi, ağırlıklı olarak Kürtlerin oylarıyla ciddi bir potansiyel taşıyan HDP’nin seçimlerden çekilmesinin ya da bu seferlik taviz vermesinin istenmesi açık ya da örtük bir milliyetçilikten başka bir şey değil. Kürt düşmanı çevreler için İstanbul’da CHP’nin seçimleri kaybetme olasılığının faturası çoktan Kürtlere kesilmiş durumda. Üzerine düşünülmesi gereken Kürt ‘dostu’ çevrelerin bu rüzgara kapılarak Kürtlere “benim için kendinden vazgeç” demesi. Bir Türk olarak, bu çağrının derinlerinde yatan çocukluğumuzdan beri zihnimize işlenen egemen milliyetçi söylemin sesini duyabiliyorum. Bu nedenle bu dostane çağrının en hafif tabiriyle ırkçılığın maşası olduğunu ve Kürtlere bu teklifi yapabilme gücünü milliyetçilikten ve kendini egemen görme pozisyonundan aldığını düşünüyorum. Kendini Kürtlerden ve diğer halklardan üstün gören milliyetçi duygularla bilinçaltımıza doğduğumuz andan beri işlenen egemen Türklük bu sefer Kürtlere ‘dostane’ bir şekilde sesleniyor. Peki savaş karşıtlığı, barış iradesi bu söylemin neresinde?
Son bir yılın yaşam hakkı ve özgürlüklerden yana en önemli gelişmeleri Kürt sorununun çözümünde diyalog sürecinin başlamasıyla beraber asker ve gerilla ölümlerinin durması ve bu çatışmasızlık sürecinde AKP’nin baskıcı ve otoriter politikalarına karşı daha fazla özgürlük ve demokrasi talep eden halk isyanlarıydı. Gezi eylemleriyle yükselen katılımcı demokrasi ve halk eylemlerine AKP’nin cevabı devlet şiddetini yükseltmek oldu. Şehirlerin gaz bulutuna boğulduğu sokak eylemlerinde polisin uyguladığı şiddet sonunda pek çok insan öldü pek çok kişi organlarını kaybetti. CHP ise ne geçmişinde ne de son bir yıllık dönemde barışa destek verdi. Gezi’nin baskılara karşı özgürlükçü çıkışını AKP karşıtlığına indirgeyerek kendi iktidarını güçlendirmek için manipüle etmeye çalıştı ve büyük oranda başarılı da oldu. Son seçim ittifakı ise CHP’nin geleceği noktanın barış ve demokrasi değil bozkurt işareti olduğunu bir kez daha gösterdi.
Bu seçim döneminde “AKP bir gitsin de sonrasına bakarız” yaklaşımı oldukça güçlendi. Bir dönem iktidarı paylaştığı Amerika destekli Gülen Cemaatiyle kavgası AKP’nin sonunun başladığını gösteriyor. Hükümet kendisini iktidara taşıyan Amerika’nın eliyle bir süre sonra iktidardan alınacak. Şu anda ise AKP sonrası dönem şekillendirilmeye çalışılıyor. AKP koalisyon hükümetinin en karanlık kanatlarından cemaat, Erdoğan’ı daha hızlı devirmek için CHP ve MHP ile ittifak yapıyor ve bizden bu seçimlerde bu ittifaka destek sunmamız isteniyor.
Pek çok kesim seçimler sonrasına dair kehanette bulunuyor. Ben de bundan eksik kalmayayım: ABD-cemaat destekli CHP-MHP koalisyonu iktidara gelse 6 ayda içlerindeki liberal sesleri tasfiye ederek yine kanlı bir savaş dönemine tutuklamalar furyasını devam ettirerek girerler. Bu nedenle AKP’ye karşı savaş yanlısı güçlerden medet ummak bir çözüm değil. Çözüm barışa, demokrasiye, özgürlüklere, yaşam hakkına ve farklı yaşam tarzlarına sahip çıkacak bir toplumsal hareket yaratabilmekte, yeni bir gelecek kurabilmek için geçmişin savaş suçlarıyla hesaplaşacak, hakikatleri açığa çıkaracak bir barış hareketi inşa edebilmekte. Seçim döneminde barış söylemi sahiplenen odak tek BDP ve HDP. O nedenle seçimlerde BDP ve HDP’nin oyları da barış ve demokrasi talebinin göstergesi olacak ki bu kesimin seçimlerden güçlü bir şekilde çıkması gerekiyor.
Bunun yanında CHP’nin manipüle ettiği kesim için HDP’nin neden bir alternatife dönüşmediği önemli bir tartışma konusu. HDP’nin öncelikle seçimlere dönük bir parti olduğu, sol siyaset tabelalarını bir araya topladığı ve partileşme sorunlarını halletmekle uğraştığı görülüyor. Şimdilik Türkiye toplumu açısından kapsayıcı bir barış ve demokrasi hareketine dönüşmesi mümkün değil. Ama oturduğun yerden HDP’yi eleştirmekle de iş bitmiyor. AKP sonrası yeni iktidar bloğuna razı olmak yerine özgürlüklerden yana olanlara düşen sorumluluk, seçimler sonrasında da devam edecek demokratik ve barışçıl inisiyatifler inşa etmek, barış ve demokrasi talebinin geniş kesimlere yayılmasını sağlamak. Barışın toplumsallaşmasında özellikle Türki kesime büyük bir sorumluluk düştüğü fikrindeyim. Çünkü Türkiye’de barışın kalıcı olabilmesi için öncelikle egemen Türklükle ve milliyetçilikle mücadele etmek, Kürt meselesini ilkel halkların yarattığı terör olarak görenlere birbirinin kültürüne ve özgürlük taleplerine sahip çıkarak bir arada yaşamanın önemini anlatabilmek gerekiyor. Kürtlere “benim için kendinden vazgeç” demek yerine kardeşlik ve demokrasi için “kendi egemenliğimden vazgeçiyorum” dediğimiz zaman barışa yaklaşmaya başlayacağız.