Alacakaranlıkta geçen onca zamandan sonra insanların gördüğü kabuslardan uyanıp bir anda birbirine gülümseyerek günaydın demesi mümkün mü? On yıllar boyunca ete kemiğe işlemiş illet bir hastalığın göz açıp kapayıncaya kadar bünyeyi terk edeceğini söylemek ne kadar gerçekçi? Gerçek bir barış, hali hazırda yürütülen PKK ve devlet görüşmelerinin sonucunda -bir ihtimal- atılacak imzalar kuruduğu an gerçekleşebilecek mi? Ya da başka bir ifade ile, ekonomik ve sosyal ihlallerin üstesinden gelecek kurumsal ve yapısal değişiklikler için harekete geçilmeden ve bu değişikliklere toplumun geneli el vermeden gerçek bir barış inşa edilebilir mi?
2011 yılında Behice Boran Sosyal Bilimler birincilik ödülü alan Cenk Saraçoğlu, Şehir Orta Sınıf ve Kürtler kitabında barışın nasıl gerçekleşebileceğini değilse de, ırkçılığın yeni biçimlerini araştırarak toplumsal barış için ekonomik ve sosyal mücadele alanlarının belirginleşmesine katkı sunuyor. İnkar’dan “Tanıyarak Dışlama”ya altbaşlığı ile yayımlanan kitapta, İzmir merkezli bir alan çalışmasından yola çıkılıyor ve yaşları 30 ile 70 arasında değişen, orta sınıftan 90 kişi ile yapılan görüşmelerin sonuçları değerlendiriliyor. Böylece, inkar söyleminin yerini almaya başlayan tanıyarak dışlama saptaması ile toplumsal dokuya yayılan Kürt karşıtı ırkçılığın boyutları araştırılıyor.
80’lerin ikinci yarısından itibaren devletin zorunlu göç politikası sonucu tehcir edilen ve çatışma bölgelerinin tüm yoksulluklarını sırtlarında taşıyarak kentlere savrulan Kürtler, önceki dönemlerden farklı olarak giderek azgınlaşan ve şehirleri yoksulların yaşayabileceği alanlar olmaktan çıkaran neo-liberal politikalarla yüz yüze kaldılar. Zorunlu göç mağdurları yoksulluklarını ve kente yabancılıklarını yan yana durarak aşmaya çabaladılar. Hemşehri yahut akrabalarının olduğu sektörlerde hayatlarını kazanmaya başladılar. Kentte yaşanan itilaflarda birbirlerini tutmaktan başka şansları olmadığını gördüler. Kürtlerin kent yaşamındaki bu yeni ve toplu varlığına, Kürtlerle karşılaşan ve ekonomik gidişattan negatif anlamda nasiplerini alan, resmi ideolojinin ve medyanın ırkçı söylemini pazarda, işporta tezgahında karşılaştığı Kürtler ile ilişkilendirebilecek orta sınıf da bir tepki üretmeye başladı.
Cenk Saraçoğlu, üst sınıflarda Kürtlere temas yoksunluğu nedeniyle gözlemleyemediği Kürt karşıtı ırkçı tepkinin orta sınıf söz konusu olunca ete kemiğe büründüğünü belirtiyor. Görüşme yapılan gruptaki insanların Kürt karşıtı hissiyatları belirli ortak söylem, sembol ve rasyoneller üzerinden şekilleniyor: Bu insanlar son dönem farklılaşsa da resmi ideolojiye yerleşmiş ve siyasi partilerde karşılığını bulan asimilasyoncu çizgiden farklı olarak Kürtleri ayrı bir halk olarak tanıyorlar. Tarihte bir çok yer ve zamanda göçmenlere atfedilen “kent hayatını mahveden”, “haksız kazanç elde eden”, “işgalci”, “cahil”, “bölücü” gibi sıfatları etnikleştirerek Kürtlere yöneltiyorlar, böylece dışlama eylemini gerçekleştiriyorlar. Tanıma ve dışlama eylemlerini gerçekleştirirken kuyruklu Kürtler gibi ipe sapa gelmez mitlere dayanmak yerine şehir hayatından derledikleri “ampirik” verilere yaslanıyorlar. Söz gelimi, okuyamamış, kent yaşamında nasıl davranacağını bilmeyen Kürtlerle karşılaşıyorlar; “cahil Kürtler!” Midyecilik, işportacılık gibi vergi ödemeksizin yapılan işlerle, ya da yer yer mafyöz işlerle geçinen Kürtleri görüyorlar; “haksız kazançla geçinen Kürtler!” Boyacılık yapan, selpak satan, gecekondularda yaşayan Kürtlerle karşılaşıyorlar; “işgalci Kürtler!” Kendi aralarında dayanışma, kollama ilişkisi geliştiren, kentli bir birey olmaktan çok bir odak olarak hareket etmeye meyilli, Kürt Siyasi Hareketi ile açıktan ilişkilenen Kürtleri görüyorlar; “bölücü Kürtler!” Yan kesicilik yapan, bıçak taşıyan, tiner çeken, hap kullanan, çöp toplayan, suça bulaşmaktan çekinmeyen Kürtlerle karşılaşıyorlar; “kent hayatını mahveden Kürtler!”
Şehre göçleri 80 öncesine rastlayan Kürtlerden farklı olarak zorunlu göçle şehre gelmek zorunda kalan Kürtler sosyo-ekonomik olarak bellirli işlerde çalışıyor ve mekansal olarak belli alanlarda yoğunlaşıyorlar. Böylece mekansal ve sosyo-ekomonik olarak ayrışmakla kalmıyorlar orta sınıflar nezdinde aynılaşmış, homojen bir toplam görüntüsü oluşturuyorlar. Burada bir noktayı vurgulamak gerekiyor: Orta sınıfın gözlemleri, dışarıdan bakmanın önyargılarını içeriyor. Sosyo-ekonomik olana anlık ve ekonomik temas ediyorlar, mekansal olana ise uzaktan bakıyorlar. İçerideki ilişkilerin farklılaşmasını, toplumsal hayatın işleyişini ve Kürtlerin kendi aralarındaki ayrımlarının farkına varmadan kanaat geliştiriyorlar. Orta sınıf, Kürtleri “kendilerinden farklı” olarak tanımanın yanı sıra, ki Kürtlerin kendilerinden farklı olduğu doğrudur, hepsinin de aynı olduğu fikrini taşıyor. Bu tanıma, toplumsal hayattaki karmaşıklığı fazla basitleştirdiği, Kürtlerin kendi içindeki farklılıkları ve ilişkilerini silip ortaya gerçeklikte karşılığı olmayan monolitik bir Kürt tipi yarattığı için çarpık ve yanıltıcı. Çarpıklık hızla genelleniyor. Kürtler bir kez homojen bir topluluk olarak tanınmaya başlanınca şehir hayatında herhangi bir biçimde karşılaşılan olumsuz bir izlenim ya da medyada dünyanın herhangi bir coğrafyasındaki Kürtlere ilişkin kullanılan olumsuz bir sıfatın faturası tüm Kürtlere kesiliyor. Kürtlerin şehre savrulmasını ve bu alanda tutunma yöntemlerinin altyapısını oluşturan zorunlu göç ve neo-liberal ekonomik dönüşüm, elbette göz ardı ediliyor. Böylece koşullar devreden çıkarılmış, edinilen “ampirik” veriler tüm Kürtlere ait özellikler olarak saptanmış oluyor.
Cenk Saraçoğlu kitabında İzmir’in Kadifekale semtini inceliyor. Madem artık sorun Kürt sorunu olmaktan çıktı ve Kürdistan sorunu olarak telaffuz edilmeye başladı, Kadifekale İzmir’in Kürdistanı olarak tarif edilebilir. 1950’lerde Kadifekale’yi Giritli göçmenler mesken tutuyor. Köyden kente göçün belirgin bir biçimde hızlandığı 60’lardan itirbaren ise Konyalılar. 78’de bölgede gerçekleşen heyelan Kadifekale’nin afete maruz bölge ilan edilmesine neden oluyor. Kadifekale 80’lerin ortalarından itibaren ve 90’lardan sonra hızlı bir biçimde Kürt göçüyle karşılaşıyor. 2000’lere gelindiğindeyse artık merkeze 10 dakika uzaklıkta olmasına rağmen şehirden uzaklaşmış, Kürtlere ait girilmez bir karantina bölgesi olarak beliriyor. Evlerde 10-15 kişi barınıyor, midye üretim atölyeleri bulunuyor. Orta sınıfın yaşadığı yerlerden yalnız mekansal olarak değil, yaşam ve geçim stratejileri açısından da ayrışıyor.
Görüşme yapılan insanlar, Kürtlerin Kadifekale'de oturarak haksız kazanç elde ettiğini ve imar aflarından faydalanma potansiyeli taşıyarak bu kazancı arttırabileceklerini düşünüyorlar. Öte yandan Kadifekale’deki gecekondulara imar affı çıkacak ve böylece oturanlar zengin olacak söylemi, kentsel dönüşüm ve gecekondu sahiplerinin kentin ücra alanlarındaki yerleşim birimlerine sürülmesi gerçeğiyle beraber düşünüldüğünde fantazi olarak kalıyor. Nitekim Kadifekale’deki gecekonduların bir bölümü de Uzundere’ye sürülme tehlikesi ile karşı karşıya. Ayrıca, Kadifekale’de oturan Kürtlerin neredeyse yarısı bu mahallede kiracı konumunda. Devletin gecekondulara göz yumduğu, bir süre sonra sahiplerinin de imar affından yararlandığı 60-80 döneminde üretilen “haksız kazanç” söylemi, son derece mesnedsiz bir biçimde 80 sonrasında kent alanlarının sermaye yağmasına açıldığı ve gecekondulara tahammülün yok olduğu neo-liberal dönemde Kürtlere ve günümüze uyarlanıyor. Oysa ki, 80 sonrası neo-liberal dönemin kentleri, 60-80 arası döneminden farklı olarak sanayisizleşmenin de etkisiyle emek gücünün değersizleştiği, vasıfsız işçiler için iş olanaklarının daraldığı, önceki dönem gecekondulara gösterilen örtük hoşgörünün azaldığı ve eşitsizliğin derinleştiği yerleşim yerleri olarak karşımıza çıkıyor.
Zorunlu Kürt göçünün önceki dönem göç pratiklerinden farklı olduğunu vurgulamak gerekiyor. Çünkü Kürtler gecekondulaşmanın mazur görülmediği bir dönemde, ya kentin iyice çeperindeki çöküntü alanlarına gecekondular inşa ederek ya da örneğin Bağcılar, Okmeydanı gibi eski gecekondu muhitlerinde evler kiralayarak kent hayatına tutunmaya çalışıyorlar. İzmir örneğine dönecek olursak, Kadifekale afetin de etkisiyle Kürtlerin zaptettikleri bir alan olmaktan çok, Kürtlere terk edilen bir mahalle görünümünde. Ve Kürtlerin göz ardı edilemeyecek bir kısmı bu mahallede kiracı. Yani yoksulların emeklerini satarak ve başını sokacak evler yaparak kente tutunmayı becerdiği dönem geçmişte kalmıştır. Kürtler, neoliberal dönüşüm stratejileri ile birlikte kentsel rantın yükseldiği, sanayisizleşme ile iş olanaklarının azaldığı bir dünyada, “varlığına göz yumma” kartından yoksun olarak kentle tanışmışlardır.
Kente tutunabilmenin tek koşulu mekansal olarak korunup dayanışma ilişkisi geliştirilebilecek mekanlarda yoğunlaşmak, ekonomik olarak ise genellikle kendilerinden önce gelenlerin girmedikleri ya da talip olmadıkları ağır işlerde sağlıklarını satarak, ömürlerini kısaltarak çalışmaktır. Peki Kürtler hiç mi zenginleşmediler? Kürtlerin küçük bir kısmı zenginleşerek enformel sektörlerden formel sektörlere kayıyorlar ve yerlerini sonradan gelen Kürtlere bırakıyor. İşporta pilav satan biri, diyelim ki artık küçük bir lokanta sahibi oluyor, işporta tezgahını kendinden sonra şehre gelen bir Kürt dolduruyor. “Nöbetleşe Yoksulluk” ve Kürtlerin yoğunlaştığı enformel sektörlerin etnikleşmesi süregidiyor. Bu da Kürt göçmenlerin sosyo-ekonomik ayrışmışlığına katkıda bulunuyor.
Mekansal ve sosyo-ekonomik ayrışmışlığın belki de tek faydası Kürtlerin asimilasyona direncini arttırmasıdır. Mekansal ayrışma Kürt kimliğinin dilsel ve kültürel farklılıklarını canlı tutmasına ve yeniden üretmesine vesile oluyor, Kürtlüğün şehir hayatı içerisinde erimesine müsade etmiyor. Mahalle düğünleri hali hazırda büyük kentlerde de yapılmaya devam ediyor. Sosyo-ekonomik ayrışma ise ekonomik ilişkilerin büyük oranda söze, karşılıklı güvene ve iş paylaşımına dayalı olduğu bir piyasada Kürtlere avantaj sağlıyor.
Cenk Saraçoğlu Şehir, Orta Sınıf ve Kürtler kitabında kentli orta sınıfların, kente ağırlıklı olarak 90’larda göç eden Kürtlere karşı tavrını analiz ediyor. Kitap ırkçılığın boyutlarını ve toplumsal hayattaki izlerini takip etmek açısından oldukça zihin açıcı bir çalışma. Üstelik bunu ekonomik politikalarla birlikte takip etmek toplumcu bakış açısını güçlendiriyor. Öte yandan çalışmanın belli kesimleri göz ardı ettiğini de belirtmek gerek. Örneğin şehre devletin uyguladığı tehcirden önce yerleşen, konumları ve ekonomik pozisyonları itibariyle zorunlu göçe tabi tutulan soydaşları kadar “eşitsizliğe” maruz kalmayan ve artık orta sınıf olarak tarif edilebilecek Kürtlerin ırkçılıkla karşılaşma biçimleri ve aldıkları tavırlar çalışmanın sath-ı mahalinin dışında. Kentlerde yaşayan Kürtlerin şehirlerdeki Kürdistanlılarla kurduğu ilişki de tartışmaya değer bir başlık olarak önümüzde duruyor. Ayrıca hiyerarşinin meşrulaştırılması olarak tanımlanabilecek ırkçılığın farklı veçheleri üzerinde düşünmeye ve yeni tartışmalar açmaya sadece Kürtlerin değil ırkçılıktan muzdarip tüm kesimlerin ihtiyacı var.
Sonuç olarak görünen o ki, yüksek siyaset alanında anlamlı ve onurlu gelişmeler olsa bile barış dolu günlere uyanmayacağız. Barışı inşa etmek için toplumsal alana yayılan eşitsizlikleri ortaya çıkaracak bir tavra sahip olmamız ve bu eşitsizliklerin üzerine gitmemiz gerekiyor.