2010 yılına, hayırlı (!) haberlerle başladık hamdü senalar olsun! Manisa Selendi’den gelen haberler, umutla girdiğimiz 2010 yılının pek de umduğumuz gibi geçmeyeceği sinyallerini verdi hepimize. Fena mı, daha düne kadar birçoğumuzun haritada nerede olduğunu bile bilemediği Selendi’yi de bu sayede öğrenmiş, epey bir tanımış olduk...
Haberleri dinledik: Yılbaşı gecesi bir kahvehanede sigara içilmesi nedeniyle çıkan tartışma birkaç gün sonra alevlenmiş ve büyümüştü, Selendi'de yaşayan Romanlar ile ilçede yaşayanlar arasında kavga çıkmıştı. Olayların büyümesi üzerine Manisa Valisi de ilçeye gelmiş ve öfkeli halkı sakinleştirerek, güvenlik açısından Roman ailelerin Selendi’yi terk edip Gördes'e gitmelerini sağlamıştı. Olaylarda Romanların evleri ve arabaları ciddi zarar görmüştü.
Selendi’de yaşanan gerilim, orada yaşayan Romanların topluca sürülmesiyle yatışmış göründü, yani eski bir sözde olduğu gibi, “kar ile pislik örtüldü” ve bir “belâ” da böyle savrulmuş oldu. Peki savruldu mu gerçekten?
Çingenelerin tarihi, Manisa’da yaşananlara benzeyen “küçük olay”larla doludur. Hatta bu “küçük olay”lar, Çingene halkının konu edildiği filmlerde de çoğunlukla ana temalar arasında yer alır. Örneğin Fransız yönetmen Tony Gatlif’in genellikle Çingeneleri konu edindiği filmlerindeki hikâyelerin ana eksenini bu “küçük olay”ların neden olduğu katliamlar ve zorunlu göçler oluşturur ki yönetmenin filmlerinden “Gadjo Dilo”da da bu konu işlenir.
Filmlere de konu olan bu hikâyelerden biri, 90’lı yılların başında, Romanya’da, Başkent Bükreş’te meydana gelmişti. Bükreş’e 30 km. uzaklıkta, Romanların yaşadığı Bolintin kasabasının Ogrezeni köyünde bir grup saldırgan, Romanların evlerini kundaklayarak yaktığında yerel halk, bu olaya tepki göstermek yerine haklı nedenler yaratmaya girişmişti ve bölgedeki hırsızlık ve şiddetin sorumlusu olarak Romanlar gösterilerek bu saldırılar, meşrulaştırılmıştı.
Bir başka örnek de geçen yıl İtalya’da yaşanmıştı. İtalya’da, Çingenelere yönelik saldırılar geçtiğimiz kış aylarında yaşandığı varsayılıp kulaktan kulağa yayılan bazı olaydan sonra tırmandırıldı. Kimine göre, Roma’nın kenar mahallelerinden birinde bir İtalyan kadın saldırıya uğramış ve birkaç gün sonra yaşamını yitirmişti. Kadının katil zanlısı olarak Romanyalı bir Çingene tutuklanmıştı. Kimine göre, Napoli’de bir kız bebek, bir Çingene kadın tarafından kaçırılmıştı. Aşırı sağcı ve ırkçı gruplar bu olayları bahane ederek Napoli yakınlarındaki Çingene kamplarına saldırdı. Kamplar ve Çingenelere ait işyerleri ateşe verildi, çok sayıda Çingene kadına tecavüz edildi. Olay, İtalya’da sayıları 1 milyon civarında olan Çingenelere karşı uygulanan ayrımcılığın boyutlarını ortaya koydu ve ciddi tartışmalar başlattı.
Bu olayların ardından, İtalya’daki Romanların Romanya’ya dönmeleri yönündeki baskılar artmıştı ve İtalya Başbakanı Berlusconi, “Çingene” kimlikli herkesin fişlenip parmak izinin alınmasını önermişti. İtalyan yönetimi ülkedeki yaklaşık 150 bin Çingene’nin tamamına yönelik, İtalya doğumlu ya da göçmen olup olmadıklarını tespit amacıyla parmak izlerini alarak “ulusal kayıt altına alma” işlemi uygulanacağını duyurdu. İtalya İçişleri Bakanı, çocuklar dahil tüm Romanların parmak izlerinin alınmasının “suçu ve dilenciliği önlemek” için gerekli olduğunda ısrarlıydı. Etnik temele göre parmak izi alma uygulaması, utanç verici bir ırkçılıktır, ayrımcılıktır; fakat İtalyan yönetimi histerik bir laf ebeliği içinden bu uygulamalara haklı gerekçeler arayıp durdu. Uygar ve demokratik (!) Avrupa’nın bir üyesi olan İtalyan hükümetine göre bütün Çingeneler potansiyel olarak “suçlu”ydu ve “dilenci”ydi. Bu nasıl demokrasi, bu ne lahana turşusu!.
Geçtiğimiz yıl Romanlara yönelik saldırı haberlerinin bazıları İrlanda’dan bazıları da Macaristan’dan geldi. Paramiliter Macar Muhafızları hareketi, Macaristan’da Romanları evlerinin içinde yakmak gibi bir dizi saldırıyla suçlandı.
Son saldırı Çek Cumhuriyeti’nden gelmişti. Vitkov kentinde 8 kişilik bir Roman ailenin yaşadığı bir eve molotof kokteyli atılmıştı. Biri 2 yaşındaki çocuk, diğeri annesi 3 kişi yaralandı. Çek yetkililer, 2 yaşındaki çocuğun vücudunun yüzde 80`inin yandığını, durumunun kritik olduğunu belirtirlerken, nüfusun onda birini Romanların oluşturduğu Vitkov’da lokanta ve kafeler, Roman vatandaşlara hizmet vermeyi, ev sahipleri de evlerini kiralamayı reddediyordu...
Bunlar Avrupa’nın utancı olurken bizler için de bir uyarı olabilirdi, olamadı. Bugün Türkiye’de de bu olaylar, ‘sık karşılaşılanlar’ kategorisindedir. Daha dün Sulukule’de yaşanan olumsuz gelişmelerin ağırlığını giderek daha çok hissetmeye başladığımız bugünlerde, daha bu konuda yazılıp çizilenlerin mürekkebi kurumamışken, karşımıza bir de Manisa Selendi’de yaşananlar çıktı. Hatırlayacak olursak, Başbakan Erdoğan da, Sulukule’de Romanlara mağduriyetler yaşatan kentsel dönüşüm projesini savunurken, “Sulukuleyi ucubelikten kurtaracağız!” demişti. Sulukule’de sefalet ve “ucubelik”, burada yaşayanların değil, mahalle ile tek ilgileri orayı yıkıp yok etmek olan yönetimlerin ayıbıydı elbette. Bu ayıbın sorumluluğunda önemli bir pay sahibi olan Başbakan, bu sorumluluğunu unutmuş olmalıydı ki cümlelerini bu şekilde kurabiliyordu ve Sulukule’deki kentsel dönüşüm masalı, Selendi’de tam bir kabusa dönüştü...
Selendi’de yaşanan bu ayıbı, bazı devlet bakanlarının ya da ilçedeki idarecilerin yaptığı gibi “küçük bir mesele”den, “münferit bir vaka”dan sayıp “kişisel çekişmeler”den ibaretmiş gibi göstermemek, üstünü örtmemek gerekiyor.
Bu ülkede doğan ve yaşayan vatandaşlar olarak, “Özgürlükler ve demokrasi, kimsenin kötüye kullanamayacakları kadar yüce ve evrensel değerlerdir.” diye diye iktidara gelen insanların, özgürlük ve demokrasinin gereğine ve değerine gerçekten vakıf olduklarına inanmak istiyoruz. O nedenle, 21. yüzyılda zorunlu tehcire maruz bırakılan Romanların ardından konuşmalar yapan siyasetçilerimiz ve de mülkî amirlerimize kulak veriyoruz sonra. Romantik, turistik ya da nostaljik olarak niteleyebileceğimiz teessüflerini paylaşıyorlar çoğunlukla. Bu “romantik teessüf” korosuna bazı gazeteciler de ‘detone’ sesleriyle katkı sunuyorlar eksik olmasınlar! Mesela senelerdir gazete köşelerinde millet meselelerine getirdiği derinlikli (!) yorumlarıyla kalem oynatan bir gazeteci, bu koroda terennüm ettiği şarkısında eski mahallelerindeki komşu Romanlardan bahsederken “Yıllardır birlikte yaşadığımız bu ‘mutlu insanlar’a aniden ne oldu?” diye hayretle soruyor. Bu refah ülkesi(!)nde yaşayan Romanların da, bütün “hâkim unsurlar” gibi, refah içinde mesut ve bahtiyar yaşadığını sanıyor ve sözlerine “En tehlikelisi de, bir toplumun hâkim unsurunun, kendini ezilmiş hissettirecek duygulara kapılmasıdır.” diye son veriyor. Allah, hâkim devletimize ve hâkim milletimize zeval vermesin!.. Altta kalan mı? Onun canı çıksın, o önemli değil…
Peki, güç bende diyen bu “hâkim unsurlar bugün ne yapıyor? Onlar bu aralar epey meşgul, malum ülkede iş çok: Yasal partiler kapatılacak, halkın oylarıyla seçilmiş üyeleri ellerinde çağın yeni mucizesi plastik kelepçelerle gözaltı yollarında teşhir edilecek, savaş istemiyoruz diyen antimilitaristler, silaha el sürmek istemeyen vicdanî retçiler canından bezdirilecek, Ermeniler, Rumlar korku ve tedirginlik içinde yaşatılacak…
“Demokrasiden önce güvenlik gelir, bizim demokrasiye değil, güvenliğe ihtiyacımız var.” deyip kendi halkına güvenmeyenler… Dün Kürtleri, bugün Çingeneleri linç etmeye çalışanların bu girişimlerini “vatandaş tepkisi” olarak tanımlayanlar… Bir gerçek var ki bu ülke ne çektiyse bu tür zihniyet ve uygulamalardan çekti.
Yine, “Basiretsiz idareciler yüzünden, alt tarafı bir sigara meselesi nedeniyle göç ettirilen Romanlara yazık oldu” diye özetlenebilecek ve aslında “iyi niyetle” kaleme alındığı söylenebilecek bir başka yazıya göz atıyoruz. Biz de aynı iyi niyetle okumaya çalışıyoruz. Fakat satır aralarından sırıtan çirkin yaftalamalar ister istemez dikkatimizi çekiyor. Gazeteci-yazar, komşu mahallede yaşayan Romanları, “2 saniyede kapışıp 1 saniyede barışanlar” olarak anlatırken aslında ne denli “ciddiyetsiz insanlar” olarak gösterdiğinin; “müşteri kerizse, Johnnie Walker diye, güzel güzel şişelenmiş çaylar satan ‘ithalatçı’lar” olarak anlatırken aslında pek bir sahtekâr millet olduklarının; beygirini 4. kat balkonuna bağlayan faytoncudan dem vururken ne denli görgüsüz ve uygar dünyadan uzak insanlar olduklarının altını çizdiğinin farkında değil. Bu klişeler sistemin her gün kafamıza vura vura bize bellettiği kalıplar zaten: Çingenelerin boynuna asılan “gayriciddi, yılışık-arsız, dolandırıcı-hırsız ve görgüsüz.” yaftası, bütün bu önyargıların sonucu hazırlanmamış mıdır? Dolandırıcılık, hırsızlık elbette bir suçtur ve suçlu olan cezasını çekmelidir; fakat bir halkı hırsızlıkla yaftalamak çok daha büyük bir suçtur, ayıptır. Elbette bu gazetecimiz de, çok romantik ve sempatik bir yazı yazdığını düşünüyordur; ama tuzaklara düşmeyelim artık, lütfen. Koskoca bir halka çok büyük bir ayıp ve haksızlık oluyor.
Televizyonda akşam haberlerini izliyoruz: MHP milletvekilleri, Selendi’de olayların çıktığı kahveyi ziyaret etmişler ve ardından Selendi’nin MHP’li Belediye Başkanı ile birlikte, Çingenelerin sürgüne gönderildiği Gördes’e geçilmiş. Çingeneler tarafından güllerle karşılanan MHP’liler Çingenelere çağrı yapmışlar: “Selendililer sizleri bekliyor.” Korku filmi gibi bir çağrı... Selendililer sizi bekliyor! Onlar hem döver, hem sever! MHP usulü sevgi… “Aman eksik olsun böyle sevgi.” deyip eski mahallelerine dönmek istemeyen Çingeneleri anlamak hiç de zor değil!
Bu arada, Gördes’e sığınan Romanların yanına ellerinde oyuncaklar ve baklavalarla giden MHP’li Belediye Başkanı, bir yandan bölgeyi “gönüllü olarak” terk ettiklerine dair Romanlara belge imzalatırken bir yandan da türlü iltifatlarla Romanların gönlünü almaya çalışan Manisa Valisi, bu kışta kıyamette Romanlara bu eziyeti yaşatanların kimler olduğuna, yakalanıp yakalanmadığına, nasıl cezalandırılacaklarına dair hiçbir açıklama yapmıyor.
Yaşadığımız çağda dost olmak zor; ama düşman olmak çok kolay. Öfke ve nefret, bulaşıcı bir hastalık gibi insandan insana hızla yayılıyor. İnsanlar olarak öfke ve nefreti öğrenebilme ve yaşatabilme kapasitemizin ne kadar güçlü olduğunun farkına varıyor ve dehşete kapılıyoruz bugünlerde. Ancak bir yandan da, aklımıza geldiğinde içimizi ferahlatan bir nokta var: İnsan gerçekten çok yetenekli bir varlık ve savaşmayı, öfkeyi ve nefreti bu kadar rahat öğrenebiliyorsa, barış içinde yaşamayı, sevgi ve kardeşliği de aynı şekilde öğrenebilir. Yani sorun genetik ve çözümsüz bir sorun değil...
Yani elbette mücadeleye devam; umutsuzluğa kapılmak yok! Bu topraklarda, bir arada ve barış içinde yaşayabilmemiz için bu topraklardaki çokkültürlülüğü görünür kılmak yetmez; aynı zamanda yaşatmak gerekir. Misal, Romanların konuştuğu bir dil var, Romanca ya da Romanes dili; ancak bu dil bugün yok sayılmaktan yok olmaya yüz tutmuş bir dil. Romanca üzerine yürütülmüş kapsamlı bir çalışma söz konusu değil. Sonra Türkiye’nin müzik arenası çok sayıda ve çok yetenekli Çingene müzisyenlerle dolu ve bu müzisyenler kendilerine özgü icra üsluplarıyla son derece özgün yorumlara sahip. Ancak ülkede, bu kültürün ve müziğin izini süren tek bir Çingene müziği enstitüsü ya da kürsüsü yok.Yani aslında yapacak o kadar çok iş var ki!