AKP, kendi ülkesindeki Kürt hareketini boyunduruk altına alma çabasını yakın zamanda sınır ötesine taşıdı. Suriye Kürtlerinin hak arama mücadelesi meyve vermeye başladıkça, devlet kendi ırkçı tahakküm anlayışını Suriye'ye ihraç etmeye kalkıştı. Devletin Suriyeli Kürtlerin kazanımlarına gözünü dikmesi ve efelenmesinin Temmuz ayında başlayan ve Şemdinli mecrasında kilitlenen savaşı kışkırttığını söylemek abartılı olmaz. Zaten hali hazırda savaş şartlarının tohumları çoktan devlet tarafından pek çok şekilde serpilmişti. Binleri bulan KCK tutuklamaları ve Abdullah Öcalan tecridi ile AKP'nin açılım politikası iflas etmiş, devlet zihniyeti "Kürt sorunu yoktur Kürtlerin sorunu vardır"'a kadar gerilemişti.
Şemdinli'de yaşananlar ise tek başına önemli bir dönemece işaret ediyordu; Şemdinli'de totaliter cumhuriyetteki uygulamaları hiç aratmayacak bir aşamaya geçilmiş oldu. Medyada 90'ları aratmayacak öylesine büyük bir sansür ve dezenformasyon ortamı yaratıldı ki memleketimizin bu köşesinden kamuoyu neler olup bittiği hakkında sınırlı sayıda veriye ulaşabildi. Ne yazık ki şu ana kadar kaç insanın hayatını kaybettiği hakkındaki bilgiler ciddi anlamda kuşkulu. Pek çok köylü ise yerinden edilmiş vaziyette.
Devlet operasyonların başarıyla bittiğini, "teröristlere" büyük kayıp verdirdiğini iddia ederken, PKK ise aksine ordunun büyük zayiat verdiğini söylüyor. Son gelinen noktada, PKK'nin devrimci halk savaşı hedefli olduğunu iddia ettiği bu girişime devletin verdiği yanıtı hastalığı daha fazla yayılmadan hem medya ayağı ile hem de askeri anlamda karantinaya almak gibi okumak mümkün.
Bu arada Şemdinli savaşı hakkında bölge halkından bilgi alan İrfan Aktan'ın yazısına bakılması yaşananlara dair bilgi açlığını bir nebze olsun karşılayabilir. Yazıda geçen "sözleşmeli şehitlik" konusundaki iddia ise ayrıca önemli... Kısaca şöyle: Sözleşmeli erlerin sözleşmesinde ölüm durumunda ailenin tazminatını alabilmesi için ölüm haberini medyaya yansıtmaması şartı koşuluyor. Bu konu mecliste BDP milletvekili Adil Kurt tarafından soru önergesi verilerek Savunma Bakanına taşınıyor. Ancak herhangi bir cevap alınamıyor. Bu tablo Şemdinli'deki can kaybı konusundaki verilerin gerçekliğine ise gölge düşürüyor.
Halkın bilgi alma hürriyeti her şekilde gasp ediledursun, bu karantina sürecinde iki önemli olay gerçekleşti. İlki Foça'da askeri araca yönelik "cüretkâr" saldırıydı. Korunaklı bir askeri bölgede yapılan bu saldırıda iki asker canından oldu, sekizi ise yaralandı. Bu saldırıdan sonra ise Dersim milletvekili Hüseyin Aygün'ün kaçırılması skandalı patlak verdi. Bir milletvekili PKK tarafından kaçırıldı. BDP de dâhil olmak üzere pek çok kesim olayı kınayan açıklamalarda bulundu. Kaçırma eyleminin özellikle sol Alevi kesim ile Kürt özgürlük mücadelesi arasındaki makası açacağından endişe duyuldu. Ne var ki kaçırılma hadisesi ile bir anda devletin Şemdinli'de ezdiğini iddia ettiği örgüt, Dersim'de kamuoyunun ilgisini yine üzerine toplayabilmişti...
Allahtan korkulan olmadı ve Hüseyin Aygün kılına bile zarar gelmeden serbest bırakıldı. Radikal gazetesi bu olayı "Sivil İrade Geri Adım Attırdı" diyerek manşetine taşıdı. Fakat Hüseyin Aygün'ün serbest bırakıldıktan sonra yaptığı açıklamalar ortada böyle bir durumun olmadığını gösteriyordu. Bu konuda Hüseyin Aygün'ün dikkatli ve samimi bir şekilde yaptığı açıklamaya bakmak yeterli:
"Bunun biraz propaganda amaçlı bir eylem olduğunu tahmin ediyordum. Fakat PKK'nın elinde başta Kaymakamımız olmak üzere, askerler sivil bazı insanların olduğunu biliyoruz. Bu insanların da sorunlarının gündeme gelmesi ve onların da hürriyetlerinin sağlanması talebinin, kamuoyunda daha güçlü şekilde dile getirilmesi için böyle bir kötü olayın iyi bir başlangıç olmasını temenni ediyorum. Onların deyimi ile bunun bir misafirlik olduğunu söylediler. Benden özellikle bağımsız siyaset alanında siyaset yapmamı istediklerini söylediler. Kürt sorunun çözümü, akan kanın durması, dağlarda bulunan binlerce gencin ailelerine kavuşması için, siyaset kurumunun, parlamentonun daha fazla rol üstlenmesi dileklerini dile getirdiler. Benden de özel olarak bölgede yakıcı bir çatışma ortamına son verilmesi için daha çok çaba harcamamı talep ettiler."
Böylelikle ırkçı ve baskıcı devlet yapısı gereği savaşmaktan başka çaresi olmadığını ancak kendisinin de savaştan bıktığını söyleyen bir gerilla imgesi Hüseyin Aygün'ün zora dayalı elçiliği ile kamuoyuna ulaşmış oldu. Bu "barışçıl imge", özellikle son süreçte Şemdinli'de yaşanan savaş koşulları nedeniyle kamuoyu gözünde oluşmuş baskın "savaşçı imgeyle" pek örtüşmüyordu elbet... Ama her ne olursa olsun daha fazla insanın canından olmaması açısından böyle bir açıklama önemli bir yerde duruyordu.
Ne var ki Hüseyin Aygün'ün bu demeci pek çok siyasetçi tarafından hedef alındı ve hedef gösterildi. Bunlardan özellikle AKP milletvekili Şamil Tayyar'ınki kaçırılma olayının danışıklı dövüş olduğunu iddia ettiği için en çirkin olanıydı. Alevi haklarını gasp etmenin öncüsü olan AKP'nin genel başkan yardımcısı Ömer Çelik'inki ise en pişkince olanıydı. Ömer Çelik, PKK'nin Alevileri baskı altına aldığı gibi bir söylemle partisinin yaptığı hak gasplarının üstünü kapayarak bir taşta iki kuş vurmaya çalışmıştı.
Neticede, Hüseyin Aygün CHP genel başkanı tarafından Ankara'ya çağrıldıktan sonra işin rengi değişti. Radikal'de verdiği mülakatta salıverilmesinin nedenini kaçırılma hadisesi karşısında gerçekleşen sivil baskı olduğunu söyledi. Ve dağdaki gençler dediği insanlardan da şikâyetçi oldu. Böylece H. Aygün'ün "zorunlu" elçiliği de doğal olarak pek fazla sürmeyerek rafa kaldırıldı.
PKK-BDP Kucaklaşması
Şemdinli savaşına yönelik medya ambargosunu vekil kaçırma sansasyonu takip etmişse, H. Aygün'ün pek uzun sürmeyen zorunlu elçiliğini ise PKK ve BDP vekillerinin kucaklaşması hadisesi takip etti. Şemdinli'de vekillerin önünü kesen gerillalar ile vekillerin karşı karşıya gelip kucaklaşması siyaset gündemini bir süre işgal etti. BDP'ye oy verenlerin çok büyük bir kısmı sanki PKK'ye oy vermiyormuş gibi davranarak şaşırma ve kınama pozlarındaki siyasetçilerimiz haber bültenlerinde boy göstermeye başlamıştı. Özellikle Bahçeli'nin çağrısı en nostaljik olan tepkiyi gözler önüne serdi; vekillerin dokunulmazlığının kaldırılmasını teklif etti. Bir anda kendimizi 94'ün vekil tutuklamalarının olduğu iç savaş koşulları içerisinde bulduk. Bunlar olup biterken birileri başka hadiseler peşindeydi. Arsız ve hayasız bakan İdris Naim Şahin Hakkari'de şov peşinde koşmaktaydı. Etrafındaki ağır silahlı koruma grubuyla Şemdinli konseptine nokta koymak ve şehirde gövde gösterisi yapmak istiyordu. Ancak nefret söylemleri ile Türkiye'de büyük bir kesimin tepkisini üzerinde toplamış bu savaş bakanı Hakkâri’de halkın toplu protestosu ile karşı karşıya kaldı.
Öte yandan bu siyasi gündem ve prestij savaşları büyük bir terör saldırısının gölgesinde kaldı. Gaziantep'te gerçekleşen bombalı saldırıda dördü çocuk dokuz insan hayatından oldu. Çok sayıda insan yaralandı. Devlet faturayı bir anda PKK'ye kesmekte herhangi bir beis görmedi. Fakat PKK olayın hemen ardından bu saldırıyı net bir dille reddetti. Medyada bazı sağduyulu köşe yazarlarımız da dâhil olmak üzere pek çok isim PKK'nin bu reddiyesi ve kınamasına eski sabıkaları gözetilerek şüpheyle baktılar. Diğer yandan pek çok AKP'li vekil ve bakan tarafından PKK açık bir şekilde hedef gösterildiğinden olay ilk olduğu andan itibaren çok sayıda BDP binasına linç girişimleri gerçekleşti. Altı BDP binası tahrip edildi.
Halen Gaziantep terör saldırısının failleri netleşmiş değil. Bir takım gözaltılar var, o kadar. Devletin geliştirdiği söylemden anladığımız şundan ibaret denebilir: bu terör saldırısının failleri PKK ve Esad yanlısı istihbarat güçleri olsa eli kulağında savaş süreci için tadından yenmeyecek bir bahane olacak... Örneğin daha ilk günden itibaren komplocu vekil Şamil Tayyar'ın bu yöndeki beyanatlarıyla savaş kışkırtıcılığı yapmaktan çekinmemesine bakmak yeterli. Ancak savaş şartları konusunda uluslararası bir mutabakatın olmamasının da etkisiyle böylesi bahanelerin üretilmesi konusunda da ciddi bir kararsızlığın olduğunu da görmek gerekli...
Öte yandan Gaziantep terör saldırısını Suriye iç savaşından bağımsız düşünmek de mümkün değil. Bunu anlamak için ulusalcı ve Kürt medyasında yer bulabilen şu minvaldeki haberlere bakmak yeterli. Suriye sınırı kevgire dönmüş vaziyette; at izi it izine karışmış; AKP Libya'dan Suriye'ye terörist taşıyor... Kamuoyundan ısrarla saklanan gerçekleri ifşa etmeye dönük bu haber ve yorumlar bölge illerinin devletlerarası güç savaşlarına açık hale gelmesine ve bu bölgelerin katillerin cirit attığı bir sahaya dönüştüğünü ima ediyor.
PKK'nin açık bir şekilde siyasi istikrarsızlıklardan da istifade ederek AKP'nin karşısında siyasi bir karizma edindiği medyada dillendirilmeye başlandı. Kılıçdaroğlu, "Şemdinli kucaklaşması" hadisesinde "orada herkes var ama devlet nerede" diye sorarken işte bu tabloyu ifşa ediyordu. Peki, PKK'nin bu siyasi itibar kazanımı, Kürt sorununun halli konusunda bir fayda sağlayacak mı? Ya da ne ölçüde fayda sağlayacak? Bu soruların cevabı pek çok değişkene bağlı şüphesiz: Bunlardan ilki hiç şüphesiz hep belirli bir enerjide tutulan ve yakın zamanda gerçekleşen saldırılar ile sürekli alevlendirilen tabana yayılmış ırkçılığın mahiyetinde saklı... Diğer değişken iktidarın kısa vadede yapacağı siyasi tercihler... Üçüncüsü ve en önemlisi barış koşullarının tesisi için barış savunucularının ortaya koyacağı enerji...