15 Temmuz gecesi devlet iktidarını ele geçirmek isteyen isyancı subaylar yayınladıkları bildiride laiklik ve Atatürk vurgusuna da yer vermişlerdi. Dikkat çekici bir gelişme, aniden AKP’nin Atatürk’ü yeniden keşfetmesi, sahiplenme ihtiyacı duyması ve posterlerini parti binalarına asmaya başlamasıydı. Oysa sokaktaki AKP ezan, sala ve tekbir sesleriyle hareket ediyor, ebedi önder olarak Erdoğan’ın izinden gidiyordu. Buna karşılık resmi AKP, darbe girişimi başarısızlığa uğrayan isyancı subayların uyarısına kulak verip gereğini yerine getiriyordu.
Bir bakış açısıyla, bildirideki laiklik ve Atatürk vurgusu Erdoğan’ın fiili başkanlığını hedef tahtasına oturtan gayet pragmatik ve takiye içeren bir siyasi duruşun sonucu olarak okunabilir – ki bu okumanın yüzeysel ve sorunlu olduğunu düşünenlerdenim. Buna karşılık Erdoğan’ın TC’nin yeni kurucu lideri olma iddiasına ve laikliğin tasfiyesine itiraz etmek, seküler Türk toplumu için hem hayati hem de sahicidir. Sokaklarda, miting meydanlarında ve yandaş medyada estirilen havanın aksine, bu itirazın silahlı bir güç tarafından kullanılabileceği gerçeği Erdoğan ve AKP hükümetini dehşete düşürmüştür. Nitekim çok geçmeden laiklik ve Atatürk vurgusu devlet iktidarını kuşatan bir söyleme dönüşmüş ve Erdoğan’ı daha kapsayıcı ve uzlaşmacı bir cumhurbaşkanı portresi çizmesi yönünde baskı altına almıştır.
Siyaset arenasında yenilgi ve yengiler, basit ve kurgusal bir çatışmacı oyunun sonuçlarına indirgenemez. 15 Temmuz isyanı kısa sürede bastırıldı, ama Erdoğan’ı ve AKP hükümetini zor durumda bırakarak toplumsal muhalefet için geniş bir manevra alanı yarattı. Çünkü 15-16 Temmuz’da MGK’nin askeri kanadı çökmüş ve fiilen AKP hükümeti düşmüştü. MGK’nin toparlanması ve AKP’nin yeniden hükümet olabilmesi için isyana katılmayan ya da karşı tavır geliştiren subayların, meclisteki diğer partilerin ve seküler ana akım medyanın desteği, sonrasında milli mutabakat ilanları gerekti.
Türkiye siyasetine yabancı birisi, yasa tanımaz bir şekilde demokrasiden uzaklaşan ve askeri bir darbeye zemin hazırlayan, zemin hazırlamakla kalmayıp 15 Temmuz gecesi alelacele kotarılmaya çalışılan bir askeri darbe girişiminin bile önüne geçemeyen bir iktidar karşısında muhalefetin hızla yandaş bir çizgiye yerleşmesi karşısında şaşırabilir. Buna karşılık Türkiye siyasetini tanıyan ve takip eden birisi için bu şaşırtıcı değildir. MGK’nin uzantısı olmayı sürdürdükleri ölçüde, CHP ve MHP’nin yandaş muhalefetin unsurları haline gelmeleri kaçınılmazdı. Çünkü 15 Temmuz’dan sonra, borsa terimleriyle ifade edilecek olursa, MGK’deki Genelkurmay hissesi taban yapmaya, AKP hissesi ise tavan yapmaya başlamıştı. Gülen Cemaati’ni bitirmeye yeminli Atatürk etiketli ulusalcı koalisyonun TSK içindeki gücünün bir balondan ibaret olduğu ortaya çıktı. 15 Temmuz isyanı bastırıldıktan sonra Cemaat mağdurlarını oynamanın ve isyancı subaylardan boşalan mevkileri dilenmenin ötesinde bir performansın sahibi olamadılar. Atatürkçülük ve laikliğin kalesi kabul edilen TSK camiası AK Emniyet ve AK Parti güçleri tarafından kuşatılıp esir alındığında bile, yalvar yakar bu aşağılamaya son verilmesini rica etmenin ötesine geçemediler. Bu durumda, MGK düzeyinde inisiyatifin çok büyük ölçüde Erdoğan ve AKP’ye geçmesi gayet normaldi.
Ulusalcı balon patlayınca, OHAL şartlarında AK devleti inşa etme programını hayata geçirmek dünyanın en kolay işi haline geldi. İlk adım, Atatürk’ün Çankaya Köşkü’ne meydan okuyan Beştepe Külliyesi’nin meşruiyetini ve Erdoğan’ın fiili başkanlığını başta CHP olmak üzere toplumsal muhalefeti temsil etme iddiasındaki tüm meclis partilerine kabul ettirmek oldu. 24 Temmuz’da, İstanbul Taksim mitinginde seküler sol muhalefetin tartışmasız lideri olarak devleştirilen Kılıçdaroğlu, ertesi gün Erdoğan’ın davetine uygun olarak Saray’ın yolunu tutmuştu.
Erdoğan ve AKP’nin daha büyük ve devrim niteliğinde attığı ikinci adım, TSK’nin AK Ordu haline gelmesini sağlayacak OHAL kararnamesinin bir gece ansızın yayınlanması oldu. Kararname darbesi ulusalcı koalisyonda büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Örneğin CHP lideri Kılıçdaroğlu hükümetin TSK’yi bir oldubitti kararnamesiyle yeniden yapılandırmaya yeltenmesini, Doğan Grubu’nun özel kalemi Ahmet Hakan’a, daha doğrusu temsilciliğini üstlendiği seküler Türk sermayesine şikâyet etti. Daha önce Erdoğan’ı Gülencilere karşı mücadele azmi nedeniyle öven ve filli başkanlığına onay veren eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, CNN Türk’te Ahmet Hakan’la yaptığı söyleşide, yayınlanan kararnamenin çok yanlış olduğunu uzun uzadıya anlattı. Yaygaracılıklarıyla ünlü Vatan Partisi ve İstanbul Barosu’nun TSK’yi askeri itaatsizlik ve direnişe çağıran sert bildirileri yayınlandı. CHP’nin İzmir’de 4 Ağustos’ta düzenleyeceği mitingin havasının değişik olması gerektiğini, kararname darbesine karşı koyulması gerektiğini söyleyenler çıktı.
Bu tartışma CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun 7 Ağustos’ta İstanbul Yenikapı’da düzenlenen “Demokrasi ve Şehitler Mitingine” katılma kararı almasıyla nihayete erdi. İnisiyatif Erdoğan ve AKP’ye geçmiş olsa bile, MGK’ye itaat esastı. CHP yönetimi İstanbul ve sonrasında İzmir mitinglerinde seküler sol muhalefeti kontrol altına alarak “milli mutabakat” çizgisinden sapma tehlikesini ortadan kaldırmıştı. Valiliğin sunumunu yaptığı şekliyle “Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın himayelerinde” gerçekleşen İstanbul Yenikapı mitinginde ise, seküler sol muhalefet “Artık dağılabilirsiniz!” aşamasına geçmiş oldu.
Gerçi CHP yönetimi İstanbul Yenikapı mitingine sembolik katılım göstererek vaziyeti idare etmek istemedi değil. “Ne Darbe Ne Dikta!” yalan ve demagojisiyle CHP’nin eteklerine yapışıp iktidarın hışmından sıyrılmaya çalışan, sıyrılamadığında “Hani sadece Cemaat düşmandı?” diyerek insan hakları dersinden sınıfta kalan CHP dışı Türk solunun da isteği bu yöndeydi. Fakat Genelkurmay ve seküler Türk sermayesinin direktifleri her şeyin üzerindeydi. Doğan Grubu’nun özel kalemi Ahmet Hakan’ın “Kemal Bey’i ikna etmek için son bir deneme” başlığı taşıyan tatlı sert uyarı yazısının ardından, milli mutabakat korosunda tamamen görünür hale gelmek kaçınılmaz hale geldi.
Bir kısım ulusalcı ve AKP’li akademisyenin el ele verip bir devlet ve toplum ideolojisi olarak Atatürk-İslam sentezi üzerine kafa yormaları absürt görünebilir. Ulusalcı akademisyen Ahmet Kasım Han’ın üç kurucu temel değer olarak Atatürk, Kur’an ve bayraktan söz etmesi, tabii ki Atatürk ve laiklik siyasetiyle uzaktan yakından alakası olmayan bir yalandan ibaret. Fakat pratik ve güncel bir karşılığı var: 15 Temmuz isyanı vesilesiyle aşamalı tasfiyeden topyekûn tasfiyeye geçişin nesnesi haline gelen Gülencilerin sahip olduğu servetin ve irili ufaklı mevkilerin nasıl yağmalanacağına, milli mutabakatın bir gereği olarak yeniden karar veriliyor. Bu arada, seküler Türk sermayesi düzenli olarak Erdoğan tarafından itilip kakılmaktan kurtulmayı ve AKP’nin ülke çapındaki klientalist rant ağına kalıcı bir şekilde eklemlenmeyi ümit ediyor.
CHP yönetimi, gerçekte neo İttihatçılığın kurgusal bir çeşitlemesi olan ve 12 Eylül ideolojini güncelleme iddiasına sahip Atatürk-İslam sentezine uygun olarak miting alanlarına topladığı yüzbinlere muhalefet yapmanın yeni yolunu gösterip onay aldı: Sivil itaatkârlık. Orta ve uzun vadeye yayılabilecek bir muhalefet yapma biçimi değil elbette, ama bir salgın haline geldiği ortada.