Soma faciası Türkiye’nin 10 yılı aşkın bir süredir içine girmiş olduğu büyüme patikasının ne kadar sürdürülemez olduğunun acı bir kanıtı olarak karşımızda duruyor. Olayın çok çeşitli yönleri var; ekonomik politikaların akılsızlığı ve vizyonsuzluğu bir yana, varolan tüm düzenleme ve kurumsal yapıları bir engel olarak gören hükümet yaklaşımı var. Fiyatlardan emeğin ve doğanın haklarının dışlanması var. Kurumsal yapının bir türlü kapsayıcı olamaması, giderek dışlayıcı olması var. Hizmet almak, işe girmek için TC Kimlik Kartı’nın yanında bir de AKP Üyelik Kartı’nın zorunlu hale gelmiş olması var. Türkiye buradan daha yaşanabilir, daha sürdürülebilir bir yöne evrilecekse bütüncül bir bakış açısıyla değerlendirmeleri yapmak gerekiyor.
Akılsız Büyüme
Soma faciası sonrası medyada bir “merhametsiz büyüme” lafıdır dolanır gidiyor. Sanki büyüme merhametli olsa sorunlarımıza çare olabilecek gibi! AKP dönemi ekonomik büyüme politikaları eğer tek bir sıfatla tanımlancaksa “akılsız” bana daha doğru geliyor. Akılsız çünkü işin kolayına kaçıyor, akılsız çünkü ne ekonomik ne ekolojik ne de toplumsal anlamda sürdürülebilir değil.
Sondan başlayalım ve AKP’nin açıkladığı Vizyon 2023 “stratejik” hedeflerine bakalım. 2023 itibariyle dünyanın en büyük 10. Ekonomisi olarak (şu an 17.), 500 milyar dolarlık ihracat (şu an 163 milyar dolar) ve kişi başına 25 bin dolar gelir (şu an 11 bin dolar civarında) hedeflerine hangi sektörler eliyle ulaşmayı düşünüyor, ona bakalım.
Ekonomiyi büyütmek sanıldığı kadar zor bir iş değildir. Hele hele kurumsal yapının ve düzenlemelerin büyüme uğruna istendiği gibi kolayca eğilip bükülebildiği bir ülkede hiç de zor değil. Bugün dünya krizdeyken ekonomiyi hızlı bir şekilde büyütebiliyor diye AKP’ye methiyeler düzenlerin anlaması gereken birinci nokta bu. Evet Avrupa’nın birçok ülkesinde ekonomi büyüyemiyor, çünkü orada kimsenin aklına yol açmak için son kalan ormanları kesmek, işveren maliyetlerini düşürmek için taşeron sistemini getirmek gelmiyor, daha doğrusu gelemiyor. İnsanları madenlerde, tersanelerde ölüme gönderen, doğayı katleden bir yapı içinde büyümek bir marifet değil. Zira sürdürülebilir değil.
Neyin Vizyonu?
2003-2011 yıllarına ait Girdi-Çıktı tablolarından derlediğim verilerle yaptığım araştırmada bu dönemde Türkiye’de büyümeye en fazla katkı yapan 12 sektör olduğunu gördüm. Geleneksel olarak büyümeye katkı sunan tarım, tekstil gibi sektörleri bir kenara koyarsak, bu dönemde büyümeyi sırtlayan sektörler İnşaat ve inşaat-fosil enerji bağlantılı sektörler. Demir-çelik, Elektrik-Gaz-Su, Gayrimenkul hizmetleri, Karayolu taşımacılığı vs.
Tüp geçitler, duble yollar, rezidans-AVM, köprüler, kanallar, kentsel dönüşüm için canlanan inşaat sektörünü beslemek için demir-çelik, çimento, madencilik ve enerji üretiminin de artması gerekiyor. AVM’ler, rezidanslar dikildikten sonra bunları satma kiralama faaliyeti, yani Gayrimenkul hizmetleri canlanıyor. Duble yollar, köprülerle karayolu taşımacılığı daha karlı hale geliyor ve canlanıyor. Sorun şu ki, inşaata dayalı bu sektörlerin çoğu ara ve yatırım malı konusunda dışa bağımlı.
Analizi bir adım ileriye götürdüğümüzde görüyoruz ki, bu sektörler Türkiye ekonomisinin kadim sorunlarından biri olan cari açığa (basitçe ithalatla ihracat arasındaki fark) en fazla katkı yapan sektörler. Yani ekonomik büyümeyi bu sektörlere havale etmek ülkeyi en son 1994 ve 2001’de krize götürmüş kronik cari açıkları hızla artırmakta. Hiçbir ülke uzun bir süre cari açık vermeye devam edemeyeceği gerçeğini ve cari açığın Gayrisafi Yurtiçi Hasıla’ya oranının 2013 sonu itibariyle %7.4’e yükselmesiyle bugün geldiğimiz noktanın 1993 ve 2000 yıllarından daha vahim olduğunu da not edelim. Kronik cari açıklar ancak akılcı politikalarla bertaraf edilebilir, eğer yapılamıyorsa finansal krizler büyük ekonomik ve toplumsal maliyetler karşılığı bunu sizin adınıza yapar, 1994 ve 2001’de olduğu gibi. Cari açığın geldiği düzey itibariyle, günümüzün sorusu gelecekte bir finansal krizin olup olmayacağı değil, ne zaman olacağı.
Son dönemde hükümet politikalarına bakıtğımızda tek yapılanın krizi yaratan yapıyı dönüştürmekten çok günü kurtarmak olduğunu görüyoruz. “Akılsız büyüme” yavaşlamasın diye emek ve çevre standartlarının yükseltilmesini bırakın sonuna kadar esnetilmesi, açık yargı kararlarının dikkate alınmaması ve aslında son yıllarda bizi dumura uğratan daha birçok karar…
Ancak tek sorunumuz keşke bu olsaydı. Büyümeyi bu 12 sektöre havale etmek Türkiye’nin ekolojisini de geri dönülmez biçimde yoketmekte. Küresel Ayak İzi Ağı’nın verilerine dayanarak yapılan analizin ortaya çıkardığı bir diğer acı gerçek bu 12 sektörün Türkiye’nin sebep olduğu ekolojik ayakizinin yüzde 80’inden sorumlu olduğu. Geri kalan 23 sektörün payı sadece . Halihazırda Türkiye’nin ekolojik ayakizi sahip olduğu biyokapasitenin yaklaşık 2 katı. Yani Türkiye’nin elektrik üretimi, karayolu taşımacılığı vs. den kaynaklı CO2 emisyonlarını emmek için gereken orman miktarı sahip olduğunun iki katı, gıda üretimi için gereken tarım arazisi miktarı sahip olduğu tarım arazilerinden % daha yüksek. Bu ne demek? Türkiye’nin mevcut büyüme politikalarına devam edebilmesi için yurtdışından biyokapasite ithal etmek durumunda kalması demek. Sudan’dan kiralanan 5 milyon dönüm arazi, Romanya’dan ithal edilmek zorunda kalan saman haberleri hala hafızalarda.
Görüyoruz ki, AKP’nin en büyük “başarısı” olarak gösterilen hızlı ve istikrarlı ekonomik büyüme patikası ne ekonomik ne de ekolojik anlamda sürdürülebilir değildir. Mevcut büyüme politikaları cari ve biyokapasite açıklarını hızla artırmakta. Bu nedenlerle “merhametsizlik”ten çok “akılsızlık”tan bahsetmek daha anlamlı.
10 liraya kıyma nasıl olmazsa 24 dolara da kömür olmaz
Gazeteciliği özel şirketlerin halkla ilişkiler faaliyetlerinin bir kanalı olarak gören birinin kaleminden eskiden 140 dolara mal edilebilen bir ton kömürün özel sektör elinde nasıl 24 dolara üretilebildiği “mucizesi”ni okumak haliyle herkesi şaşırttı ve öfkelendirdi. İşçi güvenliğinden, doğanın haklarından fergat edilmeden bunun mümkün olamayacağı gerçeğini görmek hiç o kadar zor değil. Etrafımız böyle ürün ve hizmetlerle çevrili. Dünyanın birçok yerinde ortaya çıkan “Adil Ticaret” (Fair Trade) hareketleri bunları yıllardır söylemekte. İstiklal caddesinde yağmur yağdığında 5 TL’ye şemsiye alabilmek büyük kolaylık ancak Çin’in ortasından İstiklal caddesinde elinize ulaşana kadar işin içine giren herkesin kar ettiği bu yolculukta emeğin ve doğanın haklarının yenmemiş olması çok küçük bir olasılık. Haliyle, küresel ekonomik işleyişin de sürdürülebilir olmadığını açık biçimde görüyoruz. Dünya ticaretini denetleyen Dünya Ticaret Örgütü düzeyinde değiştirilmesi gereken çok şey olduğu açık. Ancak her ülkenin kendi derdine düştüğü bu küresel kriz şartlarında fiyatların “gerçek maliyetleri” yansıtacak şekilde uluslar arası anlaşmalar eliyle düzeltilebileceğini ummak ise fazlasıyla iyimser olur. Hatta ABD-AB, ABD-Doğu Asya ülkeleri arasında imzalanmak üzere olan ikili ticaret ve yatırım anlaşmaları, küresel sorunlara küresel çözümlerin başka bahara kaldığının en iç karartıcı delilleri.
Konumuza dönersek, nüfus artışıyla paralel olarak her anlamdaki kıtlığın arttığı dünyamızda fiyatların artmasını son derece normal karşılamamız, fiyatların ucuzlamasının hayatların ucuzlaması anlamına geldiğini anlamamız gerekiyor. Fiyatları düşürebilecek tek güç teknolojik gelişmenin ise dalgayı tersine çevirebilmesine imkan yok. Fiyatların artması gerekiyor ancak bu ortalama bir tüketicinin daha az tüketmesi anlamına otomatik olarak gelmez. Servetlerin hızla arttığı, milyarder listesinin her geçen yıl kalabalıklaştığı dünyamızda yeterli alım gücünün olduğunu ancak bunun giderek daha az cepte yoğunlaştığı bir gerçek. Bu da bizi gelir paylaşımının adaleti konusuna getirir ki, gelirin adil paylaşıldığı bir ülkede 1000 TL’lik asgari ücret olamayacağı için 28 dolara kömür de üretilemeyecektir.
Düzenlemeler kadar denetim de önemli
Hiçbir özel şirket, ya da mevcudieyetini özel sektörün başarısına havale etmiş hiçbir hükümet elini kolunu bağlayan düzenlemelerden hoşlanmaz, ama demokrasinin gereğini yerine getirmek ve toplumsal taleplere bir cevap olarak düzenleme yapmak zorunda kalır. AKP’nin varolan çevre ve emek düzenlemeleri ile olan ilişkisinine dönersek Soma faciasıyla gündeme gelen 19 yıldır imzalanmaktan kaçınılan ILO’nun 176 no’lu sözleşmesi etrafında yapılan tartışma herşeyi apaçık ortaya seriyor zaten. Çalışma Bakanı Faruk Çelik “şecaat arzederken sirkatin söylüyor”, ve bu tür düzenlemeleri hayata geçirebilmek için kabinedeki diğer bakanlarla ve özel sektör temsilcileriyle nasıl “boğuştuğunu” anlatıyor. Madenlerin güvenliği sözleşmesi için özel sektörü iknaya çalışmak, kediyi masadaki ciğere dokunmaması için ikna etmeye çalışmak kadar absürd. Bakan Çelik ne bekliyordu? Bugüne kadar meydana gelen maden kazalarında firma sahiplerinin hiçbiri sorumlu tutulmamışken, hangi güç patronları imzaya ikna edebilir? Faruk Çelik’in bugün değil, aslında “ikna etmeyi başaramadığı”o toplantılar sonrası istifa etmesi gerekirdi demek günümüz Türkiye gerçekliğinde hala çok naif!
Tartışılmayan bir önemli husus daha var. Varolan düzenlemeler kadar bunların ne derece uygulandığı da önemlidir. Ne kadar eksik olsa da birtakım çevre ve emek düzenlemeleri var ancak bunlar sadece kağıt üzerinde. Kural var görünürde ancak denetim yok. Bu otobanda hız sınırını 90 km’ye düşürüp radar ve polis kontrolü olmadan sürücülerin kurallara uymasını beklemek kadar saçma. Ünlü Davos toplantılarını organize eden Dünya Ekonomik Forumu (WEF)’nun her yıl patronlar arasında yaptığı bir anket çalışmasının sonuçları Türkiye’deki vahim tabloyu göz önüne seriyor. “Ülkenizde çevresel düzenlemeler ne kadar sıkı” sorusuna verilen cevaplara göre Türkiye 145 ülke arasında 85. sırada. “Düzenleme tamam da uyulup uyulmadığı ne kadar ciddi denetleniyor?” sorusuna verilen cevaplarda Türkiye bu sefer 67. sırada yer alıyor. Çevre standartları yerlerde sürünürken varolan düzenlemelerin denetimi de orta halli. Emek ve diğer alanlarda durumun daha olumlu olduğunu düşündürecek bir veri de yok elimizde ne yazık ki.
Hizmet almak için TC Kimlik Kartı yetmeli, AKP Üyelik Kartı’na ihtiyaç yok!
Konu bir ucuyla idari ve ekonomik işleyişin AKP iktidarı döneminde içine girdiği çerçeveye de değiyor. Özellikle Gezi sonrası Türkiye sadece söylem üzerinden kutuplaştırılmadı. 17 Aralık süreci sonrasında ortaya saçılanlarla beraber değerlendirildiğinde TC Kimlik Kartı’yla vücut bulan devletle vatandaş arasındaki “haklar ve sorumluluklar” anlaşmasına “paralel” bir “idari ve ekonomik işleyiş yapısının” yavaş yavaş oluşturulmuş olduğu ortaya çıktı. Artık anektodal olmaktan çıkmış, Taraf gazetesinin Maliye’ye memur alımlarında yapıldığı belgelenen siyasi fikre ilişkin fişlemeler, güvenceden yoksun madenlerde 1200 TL’ye çalışabilmek için AKP üyesi olmanın kuvvetli bir referans haline gelmiş olması sıradan vatandaşın hakkını alabilmek için sahip olduğu TC Kimlik Kartı’nın yetersizliğini algılamış ve kabul edip ona sunulan “kolaylaştırıcı kimliğe” razı ge(tiri)diğini bize göstermiyor mu? AKP döneminde hızla artan (iyi ki!) sosyal yardımlarda da AKP Üyelik Kartı’nın belirleyici gücünü kim inkar edebilir? “İyi ama, yoksul kesimler ona sunulan imkana bakar, onun nasıl bir ilişkiler ağıyla kendisine sunulmuş olması ikincildir” denilebilir ki bir ölçüde haklıdır. Oysa madalyonun öte tarafında özel sektör- hükümet ilişkilerini işin içine katıldığında hiç de masum olmayan bir resim ortaya çıkmakta: Eş-dost kapitalizmi. Bugün “havuz medyası” tabirinde vücut bulan ilişkiler ağında da özel sektör patronu devletten ihale alabilmek, ucuza arsa kapatabilmek, imar izinlerini delebilmek, sorumluluklarından gerektiğinde sıyrılabilmek için AKP’ye yakın durmak zorunda olduğunu görüyor. TC Kimlik Kartı’nın yanında AKP Üyelik Kartı’nı taşımak işlerini kolaylaştırıyor ancak bunun bir de bedeli var. Birtakım vakıflara zorunlu bağışlar, birtakım medya kuruluşlarının alınabilmesi için oluşturulmuş havuz iddiaları ortada duruyor. Bu tam da yakında Nobel Ödülü almasına kesin gözüyle bakılan, Cumhurbaşkanlığı Madalyası’na da layık görülmüş MIT profesörü Daron Acemoğlu’nun ekonomik gelişme kurumlar ilişkisi bağlamında ele aldığı kapsayıcı-dışlayıcı yapılar tezine cuk diye oturan bir vaka.
Kimi kömür üreticilerine büyük paralar kazandıran, 2.5 milyon haneye her yıl asgari 500 kg. kömür yardımı ancak böyle bir yapı altında mümkün olabiliyor. Kömür üreticilerine verilen oldukça cömert dolaysız Hazine teşviğini saymaya bile gerek yok. Faruk Çelik Bakanlar Kurulu’nda bakanları ikna edemediğinden dolayı iş güvenliği yasalarının çıkarılamadığından şikayet ediyor ancak kurdukları sistemin özü olan bir işleyişi değiştirmenin mümkün olduğuna en küçük bir an inanmış olması bile inanılmaz gelmiyor mu sizin de kulaklarınıza?
Peki ne yapacağız?
Önümüzde duran öncelikli sorun madenlerin güvenli bir hale getirilene kadar faaliyetlerinin durdurulmasıdır. ILO 176 ve benzeri düzenlemeler yapılmadan, ciddi bir denetim sistemi kurulmadan madenlerin halen faaliyete devam ediyor olması kabul edilemez.
İnşaat, demir-çelik, çimento, kömür, enerji yatırımlarıyla işleyen bu ekonomik yapı hiçbir açıdan sürdürülebilir değildir. Fosil enerjiye dayalı bu yapı belirli bir süre içinde tasfiye edilme, “yeşil dönüşüme” tabi tutulmalıdır. Kömür, demir-çelik, enerji yatırımlarına verilen devlet teşviği acilen kesilmeli, kaynaklar yeşil yatırımları teşvik etmek için kullanılmalıdır.
Türkiye’nin bir enerji açığı olduğu bir şehir efsanesidir. TÜİK’in 2012 yılına ait son verilerine göre toplam elektrik üretimi 239,5 bin Gwh iken tüketim 195 bin Gwh’dir. Eğer demir-çelikte dünya liderlerinden biri olma hedefin varsa, 10 tane nükleer santral de yapsan yetmeyecektir elbet. Böyle bir vizyona temelden karşı çıkmak gerekiyor.
İşsizliğin yüksek seyrettiği birçok ülkede olduğu gibi görevi sadece istihdam yaratmak olan bir İstihdam Bakanlığı kurulmalı, kamu kaynakları ve özel sektörü teşvik ederek yerele özgün istihdam projeleri hazırlanmalıdır. Bunun içinde “küçük aile tarımı”nın desteklenmesi, katma değeri yüksek talebi oldukça yüksek rüzgar gülü, güneş paneli gibi yeşil yatırımlar kolaylıkla girebilir. “Milli araba”, “milli tank” üretmek için milyarlar harcamaya hazır bir Türkiye’nin bu projeleri finanse edecek yeterli mali gücü bulunmaktadır.
Ayni kömür yardımına son verilmeli, yoksul ailelere dağıtılan kömürü serbest piyasadan satın alabilecekleri kadar nakdi destek biçimine dönüştürülmelidir.
Son olarak, devletle vatandaşı arasındaki ilişki evrensel standartlarda yeniden tanzim edilmelidir. Kapsamlı bir Yeni Anayasa çalışmasıyla yerel yönetimleri ve vatandaşlık bağını güçlendirecek adımlar acilen atılmalıdır.