Biraz rahatsızlandığım için geç yazabildiğim bu yazıda Mustafa Peköz’ün www.alternatifsiyaset.net sitesinde 15 Kasım’da yayımlanan “Müzakeresi Olmayan ‘Çözüm’ Nereye Evriliyor?”[1] başlıklı yazısını ele almak istiyorum. Yazı,  barış sürecini ve aydınların konumunu tartışmak için önemli bir zemin sunuyor. Önce M. Peköz’ün yazısındaki bazı önermeleri özetlemek istiyorum.

Peköz’e göre, yaklaşık iki yıldır devam eden barış süreci başından beri devlet/AKP iktidarı tarafından yürütülen bir tasfiye harekâtıydı. Geldiğimiz aşamada, Kürt Hareketi Ortadoğu’da önemli bir prestij yakaladı ve güçlendi. 6-7 Ekim kitlesel Kobanê protestoları Kürdistan’da devletin işlevsizleştiğini, Kürt halkının kendi sosyo-politik iradesini ortaya koyabileceğini gösterdi. Devlet/AKP iktidarı ise bu avantajlı durumu sona erdirmek için tasfiye planına yeni bir biçim kazandırdı: Bir yandan “çözüm süreci”nde somut hiçbir taahhütte bulunmadı, açık bir oyalama politikasına başvurdu; diğer yandan Kürt Hareketi’ne karşı psikolojik savaş yürüterek kendini tasfiye edecek adımlar atmasını sağlamaya çalıştı. Bu adımlar, çözüm sürecinin devamı için tümüyle sınır dışına çekilme ve silah bırakmanın dayatılmasıydı.

Yine Peköz’e göre, “Ankara Merkezli Kürt Hareketi” çözüm kisvesi altındaki bu tasfiye politikasına karşı yeterince uyanık davranmıyor, hatta zaman zaman hükümetin argümanlarını benimsiyordu. Örneğin “kamu düzeni”ne Hükümet’le benzer bir vurgu yapmıştı. Sonuçta Peköz şu sonuca varıyordu: “Ankara merkezli Kürt Hareketi, AKP’nin planına uyar, Haziran 2015 seçimlerine kadar oyalama sürecine uyum sağlarsa, tarihsel bir fırsatı kaçıracak ve çok daha kapsamlı bir yenilgiyle karşı karşıya kalacaktır.”

Barış süreci ve demokratik eylemlilikler

Son gelişmeler, yüksek siyaset düzleminden bakıldığında, Peköz’ün görüşlerini doğrulayan bir yorumla okunabilir. A. Öcalan’ın “yasal güvenceler sağlanmadan gerillanın sınır dışına çıkma çağrısı yapmam bir yanılgıydı” demesi, başından beri ortada bir barış sürecinin olmadığının nihayet Öcalan tarafından da kabulü olarak görülebilir. Öcalan’ın mealen “her adım yasal güvenceye bağlanmadan süreç ilerleyemez” demesi de, Kürt tarafının oyalama politikasını boşa çıkarmaya dönük bir adımı olarak nitelendirilebilir.

Buna karşın, yüksek siyaset düzleminden indiğimizde şu soru baki kalıyor: “Peki, Türkiye’de barış nasıl sağlanacak?” Başka türlü de sorabiliriz: “Sürece eşlik eden demokratik eylemlilikler ve barış hareketleri olmadan barış sağlanabilir mi?”

İki temel siyasi aktörün hamlelerini analiz etmenin ötesine geçip “barışa ne tür katkılar sunduğumuzu” sorguladığımızda, aydınlar olarak iyi bir sınav verdiğimiz söylenemez. Devletlerin ve AKP iktidarı tarzındaki çıkar örgütlerinin gerçekte hiçbir taviz vermeden büyük demokratik açılımlar yapıyor gibi görünmesi, tarihte ilk kez rastlanan bir durum olmasa gerek. Türkiye’de devlet/AKP iktidarının barış yanlısıymış gibi görünerek Kürt Hareketi’ni tasfiye etmeye çalışması kimseyi şaşırtmıyor. Bu noktada gözlerimiz başka şeyleri arıyor. Örneğin, barış sürecinin başından bu yana Kürdistan’da barışı ve Kürtlerin temel taleplerini haykıran kitle eylemlerine, büyük mitinglere pek tanık olmadık. Kürt halkı her fırsatta taleplerini Türkiye ve dünya kamuoyuna iletmeye çalıştı. Fakat Kürt Hareketi barış sürecine paralel ve artan bir kamuoyu baskısı oluşturma hedefiyle düzenli kitle eylemlilikleri örgütlemekle ya ilgilenmedi ya da bu konuda başarılı olamadı. Kürtler Newrozlarda sokağa döküldü, Kobanê’nin düşme olasılığı artınca sokağa döküldü; ancak AKP iktidarının süreci ayan beyan yokuşa sürdüğü, baskıları arttırdığı dönemlerde yasal Kürt partisi veya KCK’nin çağrılarına aynı kitlesellikte yanıt vermedi. Örneğin, “Uluslararası Kobane Günü”nde Kürdistan’daki eylemlere kitle katılımı, 6-7 Ekim günleriyle karşılaştırılmayacak kadar zayıftı.

Bu durumun nedenleri nelerdir? Örneğin, uzunca süredir “demokratik özerklik”liğin fiilen yaşama geçirilmesinde, mahalle meclisleri gibi halkı kucaklayabilen özörgütlenmeler ve alternatif ekonomi modellerinin oluşturulmasında, belediyelerin halkın şikâyetlerini dinleyen değil gerçekten halkın yönettiği kurumlara dönüşmesinde ciddi sorunlar yaşanmış olabilir mi? Son zamanlarda artık bizzat hareketin kendisi tarafından da gündeme getirilen rant-çıkar ilişkileri, AKP tipi kentsel dönüşüm projeleri halkı yabancılaştırmış olabilir mi? Barış sürecini analiz ederken, Kürt Hareketi’nin bu tür yapısal sorunlarını somut bir zeminde, verilerle ve çözüm önerileriyle birlikte ele almanın Kürt aydınlarının öncelikli görevi olduğunu düşünüyorum.    

Türkiye’de barış hareketi

Türkiye’nin batısına gelirsek aydınlar olarak barışa katkımızın çok daha vahim düzeyde olduğunu görebiliriz. “Egemen ulusa hitap edebilen barış hareketi olmadan barış süreçlerinin başarılı olması mümkün mü?” sorusu pek dillendirilmiyor. Muhalif aydınlarımız şu iki tutumun ötesine geçip bağımsız bir duruş inşa etmek için pek çaba sarf etmiyor: Birinci tutum, aydınların kendisini devlet yetkilileriyle yürütülen görüşmelerde taraflardan biri gibi kodlamasında açığa çıkıyor. “Çözüm süreci” uzun uzun analiz ediliyor, gün aşırı AKP Hükümeti’nin niyeti sorgulanıyor, Kürt tarafının ne tür adımlar atması gerektiği üzerinde kafa yoruluyor, uyarılarda bulunuluyor.

İkinci tutum ise, kendini Kürt Hareketi’ne endeksleyen, onun gibi konuşan, söylem geliştiren, gerektiğinde savunma yapan bir “aydın profili”nin çizilmesinde gözlemleniyor. Böyle olunca, Türkiye’nin batısında geliştirilen söylemin ve somut pratiklerin toplum üzerinde hemen hiçbir etkisi olmuyor ve tuhaf bir durum oluşuyor: Muhalif aydınlar, Türkiye toplumunun geniş kesimlerine seslenmek yerine, HDP kitlesine “HDP’nin veya genel olarak Kürt Hareketi’nin propagandasını” yapan bir gruba dönüşüyor. Bu tutum akla hemen Çetin Altan’ın faydasız ve kolaycı işi olarak gördüğü “Türk’e Türk propagandası yapma” formülasyonunu getiriyor.[2]    

Oysa bizim ihtiyacımız olan gerçek bir barış hareketi. 6-7 Ekim gösterilerinde bu eksikliğin büyük sıkıntısını yaşadık. İzleyebildiğim kadarıyla, gösterilerde kimin nasıl öldüğünü, polisin ve paramiliter güçlerin kimleri nasıl katlettiğini, Kürt Hareketi’ne bağlı grupların bazı HÜDA-PAR üyelerine yönelik meşru savunmayı aşan hak ihlallerinde bulunup bulunmadığını yansız ve ayrıntılı şekilde ortaya koyan insan hakları raporları yayımlanmadı. Bir barış sürecinin en fazla ihtiyaç duyduğu şeylerden biri, at izinin it izine karıştığı ve devlet/hükümet propagandasının yoğunlaştığı böyle dönemlerde olguları yansız ve doğru biçimde kamuoyuna sunan, toplumda güven uyandıran insan hakları inisiyatifleridir. Barış hareketi bileşenleri, hükümetin İŞİD’i desteklediğine dair iddiaları reddettiği bir dönemde, bu desteği belgelemeye, yurtiçi ve yurtdışı kamuoyuna kanıtlar sunmaya çalışır. Barış sürecinin şeffaf yürütülmesini, hazırlanan müzakere çerçevelerinin halka açıklanmasını talep eder. Sürecin, büyük politik aktörler arasında bir görüşme trafiği olarak kaldığı ve toplum tarafından sahiplenilmediği müddetçe kırılganlıktan kurtulamayacağını halka anlatmayı hedefler. Böyle bir barış hareketi kurabilmek için aydın profillerimizi değiştirmemiz, “seyreden ve analiz yapan” aydın tipolojisi ile “angaje” aydın tipolojisinin dışına çıkmamız gerekiyor.

Vurun Abalıya…

Kısaca değinmek istediğim son konu ise, muhalif aydınların kritik dönemlerde eleştirilerini genellikle HDP’ye yöneltmesi, KCK’yi veya Kandil’i es geçmesi. Mustafa Peköz’ün yazısına dönersek, Peköz, AKP’nin “vandalizm, yakıp yıkma” ve “kamu düzenin bozulması” suçlamalarına karşı “Ankara merkezli Kürt Hareketi”nin iyi bir sınav vermediğini ima ediyor ve şöyle diyordu:  “Ankara merkezli Kürt Hareketi, AKP’nin planına uyar, Haziran 2015 seçimlerine kadar oyalama sürecine uyum sağlarsa, tarihsel bir fırsatı kaçıracak ve çok daha kapsamlı bir yenilgiyle karşı karşıya kalacaktır.” [3]

Aşağıda 3. dipnotta değindiğim gibi, bazı aydınlarsa Kobanê eylemlerinin kontrolsüz geçmesi ve çok sayıda insanın ölmesinden doğrudan veya dolaylı olarak HDP’yi sorumlu tuttu.

Atalarımızın dediği gibi eğri oturur doğru konuşursak, Kürt siyasetinde HDP ve önceki yasal partilerin politikaları belirleme alanının son derece dar olduğunu, Kürt Hareketi’nin bir bileşeni olmasına karşın alınan stratejik ve hatta taktik kararlarda kayda değer bir söz hakkına sahip olmadığını, esas olarak ondan devlet/mevcut iktidarla diplomatik ilişkileri yürütmesinin beklendiğini, barış süreci boyunda içine girdiği yalpalamaların tam da bundan kaynaklandığını bilmeyen kalmadı.

O zaman neden aydınlarımız “Ankara merkezli Kürt siyaseti”ne veya açık ifadesiyle HDP’ye “vurun abalıya” muamelesi yapmak yerine, politikaların gerçek belirleyicisi olan “Kandil merkezi Kürt siyaseti”ni veya KCK’yi eleştirmiyor?

Aşağıdaki 3. dipnotta belirttiğim yazısında N. Üstündağ önemli bir noktayı yakalıyor. Halkla katılımcı ve daha organik bir bağ kurmak yerine, halkın öfke patlamasıyla gerçekleştirdiği eylemlerin devlet/AKP iktidarıyla yürütülen pazarlıklarda bir “koz” gibi kullanılmasını eleştiriyor. Bu eleştiriye tamamen katılıyorum. Ancak eleştirinin adresi yanlış.

Kürt sorunu yıllardır yakından izleyenler açısından, KCK’nin barış süreçlerinde sivil alana stratejik değil taktik bir anlam yüklediği, seçimlerde alınan oyları, büyük kitle eylemlerini devlet/hükümet üzerinde baskı yaratma ve müzakere masasına çekme amaçlı bir “koz” olarak kullandığı sır değildir. Dalgalar halinde KCK operasyonları yapılırken, insan hakları ve demokrasi temelli kampanyaları devreye sokmak yerine, tutuklamaları “rehine almak” olarak yorumlamak ve devletle görüşmelerin seyrine endekslemek neyin nesiydi? Hatta öyle bir an gelmişti ki demokratik kampanyalar örgütlemek akıllara geldiğinde dışarıda bu işi yapacak yasal kadro ve aktivist kalmamıştı.

“Çözüm süreci” benzeri görüşmelerin barış hareketleri olmadan kalıcı bir barışa dönüşmeyeceğini biliyoruz. Fakat bu tür inisiyatifleri kurabilmek için de farklı türde aydın profillerine gereksinim var. Bilimsel olmak, kamuoyunda kurtuluş hareketlerinin tepkisini  çekebilecek tartışmalardan kaçınmamak gerekiyor. Şahsen ben önümüzü aydınlatacak örneklerin, Oslo sürecinde Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile Edward Said arasındaki tartışmada olduğu gibi aydınların tepki çektiği, hatta bazen dışlandığı tarihsel örnekler olduğunu düşünüyorum.   

 

 

 

 

 

[1] Bkz. http://alternatifsiyaset.net/2014/11/15/mustafa-pekoz-muzakeresi-olmayan-cozum-nereye-evriliyor  

[2] HDP tabanına dönük öz-propagandanın tipik bir örneğine Nazan Üstündağ’ın bazı köşe yazılarında rastlanabilir. Örneğin N. Üstündağ “Kobanê’de tarih yazmaya devam” isimli yazısında (Özgür Gündem, 31.10.2014) şöyle diyor: “Herkesin düşmesini beklediği kent [Kobanê –T.D.] şairane bir direniş gösterdi. Bu şairane direnişin en önemli açıklaması, Kürt Özgürlük Hareketi’nin demokratik modernite paradigmasının dayalı olduğu özsavunma.” Ardından da şöyle bir tespitte bulunuyor: “Kobanê direnişinin şimdi peşmergeler ve ÖSO’nun de katılımıyla taçlandırılması, paradigmanın başka bir bileşenini –aslında bana göre metodolojisini de– açığa çıkarmış oldu.” Böylece toprağını savunmak adına direnen, her türlü fedakârlığı yapan Kobanêliler, bir paradigmanın ne kadar doğru olduğunu görmemizi sağlayan aracılara dönüşüyor. Üstündağ’ın HDP tabanına yönelik bir başka propagandatif yazısı ise “Roj Roja Rojava” (Özgür Gündem, 03.10.2014). Bu yazıda ziyaret edilen Cizirê kantonu nesnel bir aydın bakışıyla, olumlu ve olumsuz yönleriyle faydalanacağımız bir özyönetim deneyi olarak değil, “yeryüzünde cennet” gibi sunuluyor: “Cizirê’de demokratik özerliğin yarattığı mucizeyle karşılaştık.” Yine aynı yazıda, “gün Kobanê günüdür. Ve İŞİD şehre ulaşsa dahi Serêkaniyê’de El Nusra nasıl yenildiyse, Kobanê’de İŞİD de o şekilde yenilecektir”, “asayişin, YPG, YPJ’nin, kadının, erkeğin, çocuğun her gün tekrar el sıkışarak selamlaştığı bir dünyada bir hafta yaşadık. Kobanê düşmez” ifadeleri geçiyor. Yazının tarihi, 3 Ekim. Birkaç gün sonra Kobanê gerçekten düşebilirdi. Türkiye Kürdistan’ındaki kitlesel isyan, dünya kamuoyunda İŞİD karşıtı koalisyonun tutumunun sorgulanması ve ABD’nin politika değiştirerek PYD’yle ilişki kurup Kobanê’ye havadan yardım göndermesi dengeyi değiştirdi. Öyleyse aydınlar kime, neyin propagandasını yapıyor? Kobanê’de katliam tehlikesi yoktuysa, yüz binlerce insanın sokaklara dökülmesinin ve 40’ün üzerinde kişi yaşamını yitirmesinin anlamı neydi? 

 [3] Benzer bir tutumu Nazan Üstündağ’ın “İğne (ve çuvaldız)” (Özgür Gündem, 10.10.2014) başlıklı yazısında gözlemliyoruz. Üstündağ bu yazıda, Parti Meclisi (PM) üyesi olduğu HDP yönetimine sert eleştiriler yöneltiyor. Kürt halkının barış sürecine katılım kanallarının açık tutulması gerektiğini, HDP’nin bunu başaramadığını söylüyor. HDP’nin eylemlerden hemen önce Davutoğlu’nun Kobanê’ye dönük değişen  tutumunu memnuniyetle karşılamasını eleştiriyor. Sonunda, halkı sürece katmak yerine onun öfkesini bir koz olarak kullanmanın son derece yanlış olduğunu ileri sürüyor: “Halkın öfkesi gerektiğinde başvurulacak bir kozdan mı ibaretti?” Ardından sanki eylemlere pratikte yön veren yasal Kürt kurumlarıymış gibi Kobanê’de bile insanların bu kadar kontrolsüz şekilde ölmediğini, oysa Kuzey’deki isyanda iki günde 21 kişinin öldüğünü belirttikten sonra, özeleştiri verilmesini istiyor: “Bu hükümet kadar, HDK’yi de HDP’yi de, DTK’yi de, DBP’yi de ciddi bir özeleştiriye mahkûm etmiştir.”