İyi bilinen bir söz vardır: "Zor, oyunu bozar" derler. Bizdeki duruma bakarak da, "yolsuzluk ve hırsızlık, AKP ile barış ve demokratikleşme imkânlarını askıya aldı" diyebiliriz.

17 Aralık "rüşvet ve yolsuzluk" operasyonu başladığında, barış ve demokrasiden yana güçler, CHP ve Türkiye solunun büyük bölümünün "hele bir AKP gitsin" şeklindeki tutumuyla aralarına mesafe koyma ihtiyacı hissetmişti. Zira ABD'nin desteğiyle hazırlanan yeni iktidar alternatifinin –Cemaat etkisindeki "Erdoğansız" bir AKP, Cemaat destekli bir CHP vs.– milliyetçi-ırkçı yönünün çok daha baskın olacağı gün gibi ortadaydı. Her ne kadar asimilasyon ve entegrasyona dayalı olsa da, hiç olmazsa AKP'nin bir Kürt politikası vardı. Dolayısıyla barış sürecinin selameti için AKP'ye, içine girdiği girdaptan ancak demokratikleşme-barış yönünde ciddi adımlarla çıkabileceği çağrısı yaptılar. Bu çağrıları yapanların başında KCK/PKK ve yasal Kürt siyasi hareketi geliyordu.

T. Erdoğan, güvenlik ve yargı aygıtına yönelik demokratik reformlarla geniş kesimlerin desteğini kazanmak yerine, 12 yılda palazlanan dar bir ekonomi-siyaset oligarşisinin iktidarını koruma yoluna gitti. Son haftalara damgasını vuran HSYK, internet (TİB) ve MİT yasalarının tümüyle bir tek adam-tek parti otokrasisi kurmak üzere tasarlandığı açık. Bu bağlamda söz konusu yasalar bütününün, "yeni bir OHAL" yaratmaya çalıştığı söylenebilir.

Aslında T. Erdoğan ile oğlu Bilal arasındaki son konuşma kaydına bakınca, Erdoğan ve AKP üst düzey yönetiminin başka şansı olmadığını görüyoruz. İhsan Eliaçık'ın uzun süredir dillendirdiği gibi, AKP iktidarının zayıf karnı, yolsuzluklar, iktidar imkânlarıyla sağlanan rantlar ve görgüsüzce bir zenginleşmeydi. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez 2012 yılı bütçesi, Sayıştaş raporu olmadan Meclis'te "aklandı"; 2013 bütçesi sonuçları görüşülürken Sayıştaş'tan gelen rapora "rapor" demek içinse bin şahit lazımdı. Sosyal medyaya düşen son kayıt, mal ve para hırsının Başbakan'ı bile, evinde milyonlarca Avro saklayacak kadar pençesine aldığını gösteriyor. Dolayısıyla taşlar yerli yerine oturuyor: 17 Aralık'tan bu yana T. Erdoğan'ın yaptığı bütün hamleler, Avrupa Birliği'nden (AB) gelen onca sert uyarıya karşın, hem politik iktidarını savunmaya hem de bu iktidarla iç içe geçen oligarşinin, "güçlenmek için başvurduğu yol ve yöntemleri" gizlemeye dönüktü. Bir başka deyişle Erdoğan şimdi, büyük altyapı, inşaat projeleri ve ihaleler etrafında güçlenen yeni büyük burjuvazinin (türedi holdingleri kast ediyorum), medya şirketlerinin vs. önünü açarken kendisi ve AKP yüksek siyaset sınıfının yarattığı kirlilik ve yozlaşmayı ört bas etmekle meşgul.

Dolayısıyla iktidardan muhalefete düşmüş bir Erdoğan-AKP hayal etmek pek mümkün değil. Başbakan ve AKP iktidarı öylesine kirlenmiş durumda ki sürekli iktidarda kalmak dışında bir varoluş imkânları yok. Cemaat ve (elbette operasyonun esas yöneticisi ABD) bu zaafı iyi değerlendirdi ve T. Erdoğan'ı sürekli diktatoryal adımlar atmaya zorladı.

Kürt Hareketi'nin Söylemi Değişirken

Son Tayyip-Bilal Erdoğan ses kaydının ardından gerek BDP gerekse HDP, bir başbakan olarak Erdoğan'ın meşruiyetini yitirdiğini, ülkeyi bu haliyle yönetemeyeceğini açıkladı. Selahattin Demirtaş, Erdoğan'ın her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmaya çalışmasının ülkeyi "kaos"a sürüklediğini ifade etti. Her iki parti de hükümeti istifaya ve/veya belli bir takvim içinde erken genel seçimlere gitmeye çağırdı. HDP aradaki sürede Siyasi Partiler Yasası'nın demokratikleştirilmesini ve seçim barajının kalırılmasını talep etti. Bu demokratik taleplere, "yeni OHAL" yasalarının geri çekilmesi, başta Terörle Mücadele Yasası (TMY) olmak üzere ifade ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki temel engellerin kaldırılması da eklenebilir.

Barış süreci konusunda ise Selahattin Demirtaş, AKP yöneticilerinin, "AKP'ye mahkūmsunuz, yoksa barış süreci çöker" mealindeki söylemini şantaj olarak nitelindirdi. KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık, İMC TV'ye verdiği röportajda, Erdoğan ve AKP'nin kendi iktidarını sağlama alma uğruna "barış sürecini çürüttüğünü" dile getirdi.

Kuşkusuz bu, Kürt Hareketi'nin söyleminde önemli bir değişikliğe işaret ediyor. Ve AKP'yle barış sürecinin devamı (hatta bizatihi AKP iktidarının geleceği) belirsizliğe girerken, gözler ister istemez Türkiyeli barış ve demokratikleşme yanlılarına, en başta da HDP'nin seçimlerde göstereceği performansa çevrildi.

Ulusalcılara ve Eski Statüko Yanlılarına Gün Doğdu

HDP'nin, barışı ve demokratikleşmeyi savunan aydın inisiyatiflerinin vs. daha bir önem kazanması çok normal. Zira Tayyip-Bilal telefon kayıtları en fazla ulusalcıların (İşçi Partisi'nden CHP'ye kadar tüm yelpaze), politik/ekonomik gücü gittikçe daralan AKP-öncesi statükocu güçlerin ve tabii MHP'nin işine geldi.

17 Aralık'la başlayıp son kayıtlarla doruğa çıkan yolsuzluk ve hırsızlık suçlamaları, ulusalcı-milliyetçi kampı uzun süredir ilk kez gerçek bir ikitidar alternatifi haline getiriyor. Siyaset dünyasındaki karmaşaya rağmen toplum tabanından barış ve demokratikleşme taleplerinin yükselmesi için HDP'nin, demokratik inisiyatiflerin güçlenmesi işte bu yüzden büyük önem kazanıyor.

HDP'nin Söylem Boşluğu

HDP'nin, aslında taban örgütlenmeleri üzerine yükselmesi gereken, gerçekte ise yukarıdan kotarılan ve hâlâ bu sınırlılığını aşamayan HDK'nin (Halkların Demokratik Kongresi) seçim partisi olduğu biliniyor. Halihazırda HDP'de kadın, LGBTİ kontenjanlarının yanı sıra "bileşen örgüt kontenjanları" buluyor. HDP, bileşenlerinin (BDP ve çeşitli Türkiye sol parti/grupları) mutabakatıyla yol almaya çalışıyor. Dolayısıyla bileşenlerinin içinde eridikleri ve belirli bir vizyon ve strateji etrafında bir araya geldikleri bir "parti" olmaktan uzak.

Böyle olsa da HDP, tıpkı barış ve demokrasi yanlısı inisiyatifler gibi seçimlere kadar AKP ile Cemaat destekli ulusalcı-milliyetçi blok arasında üçünçü bir alternatife işaret eden demokratik-özgürlükçü bir söylem geliştirebilir.

Bu noktada birkaç gözlemimi paylaşıp önerilerde bulunmak ve yazıyı tamamlamak istiyorum.

Bütün bu yolsuzluk kasetleri arasında HDP'de bir söylem boşluğu veya dağınıklığı göze çarpıyor. Oysa ne yapmamız gerektiği belli: kendimizi, "hırsız AKP istifa!" demenin ötesine geçmeyen, geçmek de istemeyen ulusalcı kanattan ayırt etmemizi sağlayacak bir demokratikleşme-barış vizyonu ortaya koymak.

Demokratikleşme vizyonu üretmek konusunda bir tıkanıklık yaşadığımız aşikâr. Cuma günü bütün HDP yerel meclisleri gibi biz de Beşiktaş meclisi olarak bir eylem gerçekleştirtik. Atılan sloganlar temelde şunlardı: "Her yer rüşvet, her yer yolsuzluk" ve Gezi'den kalma "Bu daha başlangıç mücadeleye devam", "Her yer Taksim her yer direniş". "Yaşasın halkların kardeşliği" sloganını bile atmadık.

HDP olarak demokratik-özgürlükçü üçüncü bir alternatife dikkat çekmek istiyorsak, broşürlerimizde bolca yerel demokrasiden, özyönetimden bahsediyorsak, halkların ülke siyasetine katılım kanallarını açmaya dönük talepler de geliştirmeliyiz. Aslında uzun süredir toplumsal meşruiyet kazanmış olan talepler bunlar: Siyasi Partiler Kanunu'da (SPK) parti içi demokrasiyi imkânsızlaştıran hükümlerin ve her türlü seçim barajının kaldırılması; TMY'nin sadece mahkemelerle ilgili maddesinin değil tümüyle kaldırılması; AKP Hükümeti'nin çıkardığı yeni OHAL yasalarının (internet, HSYK ve sırada bekleyen MİT yasaları) hükümsüz kalması ve barış sürecinin bu kaos ortamında provake edilmemesi için Hükümet'in üzerine düşen bütün adımları atması.

Erdoğan ve AKP'nin hızla popülarite ve prestij kaybettiği bugünlerde Cemaati, CHP'si ve MHP'siyle ulusalcı-milliyetçi blok ne 12 Eylül kalıntısı baskıcı yasalardan/barajdan şikayetçi ne de kalıcı bir barışı ve gençlerin ölmemesi umursuyor. "Her yer rüşvet her yer yolsuzluk" sloganı ise Erdoğan ve AKP Hükümeti'nin istifası dışında demokrasi ve barışa ilişkin hiçbir şey söylemiyor.