Bir süredir devletle (MİT) Abdullah Öcalan arasında yapılan görüşmeler, Diyarbakır Newroz’unda Öcalan’ın PKK’ye yaptığı “silahların susması ve silahlı unsurların yurtdışına çekilmesi aşamasına gelinmiştir” çağrısıyla beklenmedik bir evreye girdi. Ardından PKK çağırıyı desteklediğini ve ateşkes ilan ettiğini açıkladı.
Bu aşamaya gelinmesi, geniş bir çoğunluk için “beklenmedik bir gelişme” şeklinde yaşandı. Ben de bunlardan birisiyim.
Öyleyse önce süreci anlamaya çalışalım ki bundan sonraki gelişmeleri değerlendirme ve kalıcı bir barışın inşa edilmesine katkı yapma imkânımız olabilsin.
Görüşmeler Başlamadan Önce Türkiye’deki Durum Neydi?
Öncelikle yaklaşık 3 aydır sürdüğü söylenen devlet-Öcalan görüşmelerinin hemen öncesinde AKP’nin uygulamaları ve söylemlerine bakarsak yaşanan gelişmenin iç dinamiklerle açıklanamayacağını daha iyi görebiliriz.
Görüşmeler başlamadan önceki durum neydi?
AKP, kendi dayandığı sermaye sınıfı ve geleneksel büyük sermayenin çıkarlarına hizmet etmek üzere neo-liberal politikaları toplumun gözüne soka soka uyguluyor, devlet kurumlarının hemen her kademesine tamamen kendi yandaşlarını ve Gülen cemaati taraftarlarını yerleştiriyor, ihaleler ve başka sermaye birikimi sağlama yollarıyla yine aynı kesimlere “yürü ya kulum!” diyordu.
Sonuçta AKP, epeyce dar bir koalisyondan oluşan bir oligarşinin çıkarlarını temsil eden, gayet otoriter bir yönetim kurmuştu. Açıktan açığa AKP’li olmayan Kürtler, Aleviler ve diğer azınlıklar yaratılan rant ve patronaj sisteminin nimetlerinden pay almak şöyle dursun, temel yurttaşlık haklarından dahi yoksun bırakılıyordu.
Türkiye’nin, ekonomik çıkarların da hayli belirleyici olduğu dış politikasında “eksen kayması” olmuş, 2008 küresel krizinin de büyük etkisiyle AKP yüzünü Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri gibi despotik Arap ülkelerine dönmüştü. Memleketi içine girdiği ekonomik durgunluktan kurtarsa kurtarsa, gelip Türkiye’de büyük gayrimenkuller satın alacak Körfez sermayesi kurtarabilirdi.
Diğer yandan, geriye özelleştirilecek fazla bir şey kalmadığından ekonomi yönetimi de Hazine’ye gelir yaratmak ve ekonomiyi canlandırmak için “kentsel dönüşüm”e ve orman alalarının imara açılmasına, yani tam bir rant ekonomisine bel bağlamıştı.
Bu arada ABD’nin ve diğer Batılı güçlerin Ortadoğu’da yoksulluk ve anti-emperyalizmden beslenen güçlü radikal İslamcı damara karşı Türkiye’ye biçtiği “hem demokratik hem müreffeh Müslüman ülke” rol modeli, bölgede farklı bir algıyla yer değiştiriyordu: Türkiye kapsayıcı bir rol model olmak yerine fırsatçılığı seçmiş, İran-Irak-Suriye’deki güçlü Şii eksenine karşı Sünni eksenine fazlasıyla angaje olmuştu. O kadar fırsatçı davranmıştı ki sonunda ABD bile Türkiye’nin Irak Kürdistanı’yla, Şii egemenliğindeki merkezi Irak Yönetimi’ni atlayarak petrol anlaşmaları yapmasına karşı çıkmıştı.
Böylece AB ile şu ya da bu şekilde süren ekonomik ilişkilerin ve müzakere sürecinin getirdiği demokratikleşme baskısı ortadan kalkmış, AKP iktidarı Ortadoğu için yeterli olabilecek alaturka bir demokrasi standardını Türkiye halkları için yeterli görmeye başlamıştı. İçeride dışlanan kesimlerin demokratik taleplerine karşı muhafazakâr tabanı konsolide etme, ayrıca onca yoksulluk varken muhafazakâr sermayeyi güçlendirme çabası dış politikada despotik Arap rejimleri liderliğindeki Sünni eksenli yönelimle birleşince, Türk-İslam faşizmi dediğimiz bir rejim türü şekillenmişti. Gülen cemaatinin öteden beri sahip olduğu bu çizgi, temsil ettiği oligarşik yapının ve elbette Türk devletinin temel çıkarlarını korumak adına hareket eden AKP’ye de hâkim olmuştu.
Son birkaç yıldır bu çizgiye evrilen AKP, “kendisinden olmayanların” demokratik talepleri karşısında işin kolayını bulmuştu. Her kim muhalefet ediyor ve AKP’nin otoritesini sarsmaya çalışıyorsa, kendini ya içerde ya da tasfiye edilmiş halde buluyordu. Cezaevlerini dolduran muhaliflerin, öğrencilerin, KCK tutuklularının, gazetecilerin durumu malum. Tasfiyeler ise özellikle medyada 12 Eylül’den sonraki en acımasız aşamaya gelmişti: Kürt sorununa el atan ve AKP’nin otoriterliğine muhalefet eden liberal kalemler birer birer tasfiye ediliyordu. Bildiğimiz son kurban, Hasan Cemal oldu. Böylece tam anlamıyla “sahibinin sesi”, çapsız bir medya yaratıldı.
Bu Güzel Tabloyu Bozan Bir Unsur Vardı: Kürtler
Fakat her şey yolunda gider gibi gözükürken, bir sorun giderek kangrenleşiyordu: Kürt sorunu. Bütün muhalefet bastırılıyor, ama ne yapılırsa yapılsın Kürt muhalefeti bastırılamıyordu; üstelik 10 bin Kürt siyasetçi ve aktivistinin cezaevine konmasına karşın.
Üstelik Kürtler sadece Türkiye’de başarılı bir direniş sergilemekle kalmamış, Irak Kürdistanı’ndan sonra, PKK çizgisine çok yakın bir partinin (PYD) liderliği altında Suriye Kürdistan’ında da özerk bir bölge oluşturmuştu.
Genelkurmay liderliğindeki geleneksel devlet ve AKP’nin, Kürtleri ve özellikle PYD’yi dışlamaları için Suriye muhalefetine baskı yapması işe yaramamış, Barzani dolayımıyla Suriye Kürdistanı’na uygulanan ambargo Suriye Kürtlerini dize getirememiş, son olarak açıktan açığa desteklenen Suriye muhalefeti içindeki “silahlı çetelerin” PYD’nin gücünü kırma girişimleri boşa çıkmıştı.
Evet, Kürtler gerek Türkiye içinde gerekse bölgede güçlü mevziler kazanıyordu. Ama devlet güçlerine ve AKP’ye kalırsa bu sorun da KCK operasyonları, askeri operasyonlar ve kontr-gerilla taktikleriyle “kontrol altında” tutulabilirdi.
Ana-akım Batı Medyası ve ABD’nin Belirleyici Rolü
Diyarbakır Newroz’unda Öcalan’ın yaptığı açıklama sonrasında Batılı ana-akım medyayı biraz taramaya başladım. New York Times, Financial Times, Washington Post gibi gazetelere baktım. Batı basınında Diyarbakır Newroz’u öncesi ve sonrasında çıkan haber ve yorumlar meseleyi çok daha açık şekilde koyuyor. Temelde şunlar söyleniyor: Türkiye’nin demokratikleşmesi ve bölgede etkin bir güç haline gelmesi, bölgedeki gelişmeler karşısında kırılganlığının azalması için kendi evinde Kürt sorununu çözmesi gerekiyor. Bu bağlamda Tayyip Erdoğan ve Abdullah Öcalan tarafından başlatılan barış süreci Türkiye için büyük bir şanstır. Türk Hükümeti’nin de, Kürtlerin ana dilde eğitim, kamu hizmetlerinde Kürtçenin kullanımı, anayasanın etnik ayrımcılıktan arındırılması, yüzde 10 barajının kaldırılması, yerel yönetimin güçlendirilmesi, binlerce Kürt aktivistin serbest bırakılmasını sağlayacak yasal düzenlemeleri yapması kendi yaranına olacaktır.
Ayrıca Kürtlerin Ortadoğu’da güçlenen konumundan ve özellikle Suriye’de yeşeren Kürt özerkliğinden söz ediliyor. Türkiye’deki “barış süreci”nin, Suriye, Irak ve İran’da yaşayan Kürtler üzerinde de önemli sonuçları olacağı belirtiliyor.
Ana-akım Batı medyasının bu söylemi de, çok sayıda başka göstergenin yanı sıra, “barış süreci” dediğimiz sürecin ABD merkezli olarak başladığını ve ardından AB ülkelerine de yansıdığını gösteriyor.
Biz, “kendi çalıp kendi dinleyen”, fazlasıyla homojenleştirilmiş ve çapsızlaştırılmış bir medyanın güncel söylemi belirlediği bir ülkede yaşıyoruz. Bu bakımdan, biz muhaliflerin bu propagandatif söylemin etkisinden muaf olduğunu ileri sürmek saçma olur.
AKP’nin propaganda aygıtı durumundaki Türkiye medyası son üç aydır İmralı görüşmelerinin AKP Hükümeti’nin inisiyatifiyle başladığına toplumu ikna etmek için uğraşıp duruyor. Tek merkeze bağımlı ve iyice çapsızlaşmış bu medyaya bakacak olursak, zaten her bakımdan güçlenen ve bölgede lider olan Türkiye, nihayet son ayak bağından da kurtulma iradesini gösterdi. “Artık analar ağlamasın” ve “Türkiye iyice güçlensin” diye Kürt sorununu çözmeye karar verdi. Böylece 2023’de dünyanın 10. büyük ekonomisi olma ve 500 milyar dolarlık ihracat kapasitesine ulaşma hedefimizde daha emin adımlarla yürüyecektik.
Oysa çoğumuzun son yıllarda iyiyen iyiye hissettiği, Kürtlerle Türklerin “duygusal kopuşu” terimiyle ifade edilen süreç sandığımızdan da hızlı ilerledi. Türkiye’de Kürt halkının bir türlü teslim alınamayışının yanı sıra, asıl bölgedeki gelişmeler bunda belirleyici oldu. 2003’te ABD’nin Irak işgali, ardından Arap Baharı’nın Suriye’ye ve Suriye Kürdistanı’na yansıması, yepyeni bir durum ortaya çıkardı. Önce Irak Kürdistanı’nın kurulması, yakınlara ise Suriye Kürdistan’ındaki gelişmeler, Kürtlerin önündeki tek seçeneğin, içinde yaşadıkları ülkelerin merkezi otoritesine boyun eğmek olmadığını gösteren yeni koşullar yarattı: I. Dünya Savaşı sonrasında Kürdistan’ı bölmüş olan yapay ulus-devlet sınırları boyunca Kürtler ayrı bir devlet kurabilirdi.
Türk-İslam faşizmi altında her türlü muhalefeti baskıyla susturmaya alışmış olan mevcut Türkiye yönetimi, tam 2023 hedeflerine ulaşacağım ve çılgın projeler yapacağım derken, bizim sandığımızdan daha hızlı şekilde bölünmeye doğru gidiyordu.
ABD tarafından geliştirilen yeni süreç, Türkiye’yi bölünmekten korumayı ve bölgedeki rolünü hakkıyla oynayabilmesi için Kürtlerin temel haklarını tanıyarak onlarla işbirliği yapmasını öngörüyor –elbette Kürtlere, Türkiye’nin sınırlarını değiştirme hevesinden uzak durmalarını tembih ederek.
Newroz Açıklamasının Hemen Ardından Türkiye-İsrail İlişkileri Normalleşiverdi!
Öcalan’ın Diyarbakır Newrozu’ndaki açıklamalarının hemen ardından –bir gün sonra– şaşırtıcı bir gelişme daha oldu. Başkan Obama’nın “tavsiyesiyle” İsrail, Mavi Marmara olayı dolayısıyla Türkiye’den sözde özür diledi. Böylece iki ülkenin ilişkileri birdenbire “normalleşiverdi”. Bunun üzerine Ahmet Davutoğlu, ilişkilerin normalleşmenin, taleplerin kabul edilmesi üzerine Türkiye’nin inisiyatifiyle olduğuna toplumu ikna etmeye çabaladı: “Bugün size sürpriz bir gelişme gibi gelen husus, aslında nakış nakış işlenen [üç yıllık] bir sürecin son aşamasıydı" dedi.[1] Yani İsrail’le yakınlaşma kararı konusunda güya ipler ABD’nin değil, bölgesinde güçlenin Türkiye’nin elindeydi.
Oysa dikkatli okur, İsrail’in resmi açıklamasının gerçek anlamda bir özür olmadığını ve sivil- askeri hiçbir yetkilinin yargılanması/cezalandırılmasının söz konusu edilmediğini fark edecektir. İsrail Başkanı Binyamin Netenyahu’nun bütün söylediği şuydu: “Trajik sonuçlar kasti değil”di, “operasyonel hatalar yapılmış”tı ve “yapılan hatalardan dolayı İsrail, Türk halkından özür diliyor”du.[2] Yani İsrail’e göre, 9 kişinin katledilmesi “kasıtlı bir eylem” değildi ve “bazı hatalar”dan kaynaklanmıştı.
Bunun yanı sıra İsrail, öldürülenlerin ailelerine tazminat ödeyecek, ayrıca insani yardımların Gazze’ye ulaşmasına izin vererek insanlık dışı ablukasını kaldıracaktı.
Türkiye’nin müttefikine dönüşen resmi Hamas liderliğinin basın açıklamasında, sanki İsrail insanların katledilmesinden doğrudan sorumlu olduğunu kabul etmiş gibi, “Türkiye, İsrail’i boyun eğmeye mecbur kıldı” denildi.[3]
Oysa Hamas liderlerinden Mahmud ez-Zahhar’a göre, İsrail bölgede yalnızlaşmaktan korktuğu için özür dilemişti. Ez-Zahhar, “İsrail’in, Gazze’de ablukayı kaldırma sözünü yerine getirmeyeceğine “ ve “özrün sadece sözden ibaret kalacağına” dikkat çekti.[4]
Şimdi, tıpkı İmralı sürecinde olduğu gibi, başta muhafazakâr medya olmak üzere ana-akım Türk medyası, İsrail’in sözde özür dilemesini Türk diplomasinin başarısı gibi sunmaya ve “İsrail’in bölgede etkin bir güç olan Türkiye karşısında diz çöktüğüne” halkı inandırmaya çalışıyor.
Traji-komik Durumdaki İç Dinamikler
“Barış süreci” her ne kadar ABD tarafından başlatılmış olsa da, Türkiye’nin, ABD’nin dediklerini harfiyen yerine getiren bir “muz cumhuriyeti” olmadığını biliyoruz. Bu bakımdan gerçek bir çözümün, yüksek siyaset düzleminde bile olsa mümkün olabilmesi için iç dinamiklerin de buna uygun bir gelişmişlik düzeyinde olması gerekiyor.
Türkiye’de gerek hükümetin gerekse Türk halkının da böyle bir düzeyin çok gerisinde olduğu aşikâr.
Örneğin, hükümete ve Meclis’e baktığımızda gerçek anlamda traji-komik durumlarla karşılaşıyoruz.
Diyarbakır Newroz’dan hemen sonra gözler ister istemez, A. Öcalan’ın, gerillaların yurtdışına çekilmesi için Meclis’te komisyon kurulması talebine çevrildi. Bilindiği gibi Öcalan, çekilme süreci için Meclis’in güvencesi vermesini ve bunun için bir Meclis komisyonu kurulmasını talep ediyor.
Meselenin gündemleşmesi üzerine bazı gazetecilere açıklamalarda bulunan Meclis Başkanı Cemil Çiçek, böyle bir komisyonun veya “Akil Adamlar Komisyonu’nun” yürürlükteki mevzuata göre Meclis’te kurulmasının mümkün olamayacağını anlattı. Ayrıca Çiçek’e göre, bu konunun muhatabı Meclis değil, hükümetti. Çiçek, “çözüm süreci yeni anayasa çalışmalarını etkiler mi?” sorusuna ise, sanki Kürt sorununun çözümü aynı zamanda bir anayasa sorunu değilmiş gibi, şöyle yanıt verdi: “Bu süreç etkilemez. Bence bu süreçle anayasayı ilişkilendirmek de olumsuz tesir eder. Bu süreç olmasaydı yeni bir anayasa yapmayacak mıydık?[5]
Son olarak, A. Öcalan’ın gerillaların çekilmesi ve anayasal düzenlemelerin yapılmasını izlemek üzere kurulmasını talep ettiği Akil Adamlar Komisyonu’ndan Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin ne anladığına ilişkin bazı veriler oluşmaya başladı. Medyada çıkan haberlere göre, Akil Adamlar Komisyonu’nun Meclis’te değil “sivil toplum alanında” kurulması öngörülüyor. Bu komisyon Meclis tarafından yetkilendirilmeyecek, Hükümet tarafından oluşturulacak ve çekilmeyi denetleme gibi bir işlevi olmayacak. T. Erdoğan’a göre Akil Adamlar’ın asıl işlevi, toplumsal psikolojiyi hazırlamak olacak. Komisyonda, iş dünyası, STK’lar, medya ve üniversitelerden kişiler yer alacak. Öcalan’ın öteden beni önerdiği Hakikatleri Araştırma Komisyonu ise, Erdoğan’a göre, “bizim kabul edebileceğimiz bir yaklaşım değil”.[6] Öyleyse Akil Adamlar, AKP Hükümeti’nin yönlendirmesi altında “toplumun psikolojisini hazırlamanın” ötesinde pek bir işlev göremeyecekler. Örneğin, Meclis’ten gerekli yasal ve anayasal düzenlemelerin çıkmasına nezaret etmek gibi bir yetkileri olmayacak. “Türk tipi barış süreci” böyle tuhaf bir şey olacak galiba.
Yüksek Siyasetten Çözüm Beklemek Gerçekçi Görünmüyor
Bazıları benim görüşümü karamsar bulabilir; ama yüksek siyaset düzleminde hükümetin ve parlamentonun ne durumda olduğa bakıldığında, ABD inisiyatifinde gelişen bu sürecin gerçek bir barışla sonuçlanmasını sağlayacak vizyona ve demokratik kararlılığa sahip “yerli” siyasi aktörlerin ortada olmadığını tespit etmek zor değil.
Bana göre (yanılmayı çok isterim) AKP bu sürecin, Kürtlerin temel haklarının tanınmasına ve egemenliğin şu veya bu ölçüde Kürtlerle paylaşılmasına evrilmemesi için elinden geleni yapacak. Unutmamalıyız ki AKP Hükümeti, temsil ettiği sermaye sınıfları ve diğer kesimlerden oluşan oligarşik yapının iktidarını korumaya ve güçlendirmeye odaklanmış durumda. Zaten başkanlık sistemi tartışmalarının altında da bu hedef yatıyor. AKP ve Gülen cemaati, yerel ve küçük ölçekli kurumlara kadar devlet mekanizmalarına, iş dünyasına, sendikalara, eğitim kurumlarına hâkim olmak ya da onları kontrolü altında tutmak istiyor. Daha önceki “açılım” sürecinde Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarını korumak adına MHP-CHP’nin tepkisinden o kadar ürkmeseydi, belki şimdi farklı bir noktada olabilirdi. Fakat aradan geçen sürede fazlasıyla kemikleşti, büyük rantlar dağıtma kapasitesine sahip oldu ve gerek devlet gerekse sivil alanda güçlü bir egemenlik kurdu. Bu egemenliğini yitirmemek için Türk-İslam sentezi zihniyetini tam anlamıyla sahiplendi. Öyle ki partide ve medyadaki liberal kesimler dahi tasfiye edildiler.
Sonuçta şunu söylemek istiyorum: Yüksek siyasetten Kürt sorununa gerçek bir çözüm beklemek gerçekçi değil. “Burası Türkiye, ne olacağını öngöremeyiz” denebilir. Kuşkusuz beklenmedik gelişmeler olabilir.
Ama şunun altını çizmek istiyorum: Maalesef aydınlar, sanatçılar ve toplumsal muhalefetin diğer bileşenleri söz konusu olduğunda, “zaten işler yüksek siyaset düzleminde çözülüyor” türünden bir beklentiye girme ve gelişmeleri seyretme lüksümüz yok. Veriler pek öyle göstermiyor. Barışın özneleri olmamız gerekiyor, süreci seyredip yorumlayanları değil.
Fakat elbette biraz da nereden baktığınıza bağlı bu. Eğer kendinizde mecal göremiyorsanız (yorgun, hatta bezgin demokratlık sizi de etkisine almışsa), toplum tabanında uzun vadeli örgütlenmelere de pek inancınız yoksa, o zaman gelişmeleri çok daha iyimser yorumlarla okuyabilirsiniz.
Bir de şu var: Türkiye, ABD’nin bölgedeki stratejik çıkarları gereği vazgeçemeyeceği bir ülke; dolayısıyla bölgesel gelişmeler karşısında jeopolitik kozlarını sonuna kadar oynayabilir ve nihayetinde Kürt sorununun çözümünde hiçbir adım atmasa bile, ABD nezdinde Kürtler değil Türkiye devleti tercih edilir.