Yeni anayasa tartışmaları, TBMM’deki güç dengeleri, genel olarak Türk kamuoyunun durumu, devlet ve hükümet yetkililerinin söylemleri vs. değişkenlere bakıldığında, Türkiye’de barış, çözüm ve demokratikleşme sürecinin yaşandığını iddia etmek anlamsızdır. Öte yandan, bütün bu yaşananları basit bir kandırmaca ve nihayetinde Kürtlerin bir kez daha yaya bırakılması, Öcalan ve PKK’nin bilinçli ya da bilinçsiz buna hizmet etmesi şeklinde değerlendirilmesi de anlamsızdır.

Asıl mesele, uluslararası güçlerin de devrede olduğu ve barışmak adına zoraki izlenimi uyandıran gelişmelerin yüksek siyaset çerçevesine sıkışması ve bu eğilimin gerilemesini sağlayacak toplumsal araçlar neler olabilir, nasıl çeşitlenebilir sorusunun yanıtının askıda kalması. Bununla birlikte, Türkiye’de yüksek siyaset düzeyinde toplumla ilişkinin sınandığı araçlardan birisinin seçimler olduğunu unutmamak gerekir. Dolayısıyla yaklaşan seçimlerin sonuçları, sürecin nereye doğru evrim geçireceği konusunda son derece önemli bir role sahip olacak.   Varsayalım ki seçimler AKP ve BDP’nin inişe geçtiğine, bu haliyle CHP ve MHP’nin yükselişe geçtiğine dair veriler ortaya koydu. Böyle bir durumda, hâlâ bir barış ve çözüm umudundan söz edilebilir mi? Buna karşılık AKP ve BDP’nin gücünü korumakla kalmayıp yükselişini sürdürdüğü, ama CHP ve MHP’nin inişe geçtiğini gösteren bir seçim tablosu, barış ve çözüm konusunda umudu arttıracaktır.   Elbette denklem bu kadar basit değil; ne AKP ile BDP, ne de CHP ile MHP katı bir cepheleşme ve işbirliği içinde taraflarını belirlemiş partiler değil. Fakat önümüzdeki seçimlerin aynı zamanda bir referandum niteliği kazanacağı çok açık: Barışa mı, yoksa savaşa mı oy verilecek? Türkiye çapında oyların oranı ve dağılımı nasıl olacak hep beraber göreceğiz.   Hükümet yetkililerinin, cumhurbaşkanının, başbakanın vs. barış dili uzaktan yakından alakası olmayan, hatta Kürtleri kışkırtma işlevi gören söylemlere başvurması şaşırtıcı değil. Zaten bu nedenle “akil insanlar” örgütlenmesine ihtiyaç duyuldu. Hükümetin barış dilini temel alan bir söylem kurma niyeti yok; bunun hem kendisine oy kaybettireceğini hem de Kürtlerin siyasi taleplerini yükseltme işlevi göreceğini düşünüyor. Terörün bitirilmesi ve akan kanın bu şekilde durdurulması temasını işlemeye devam edecek. Barış dilini oluşturma sorumluluğunu “akil insanlara” havale ediyor, kendisini böyle bir sorumluluktan azat ediyor.   Mesela Bülent Arınç, sınır ötesine çekilme kararı alan Kürt gerillası için “Cehennemin dibine gitsinler!” demiş. Aklı başında herkes biliyor ki, gerilla cehennemin dibine gitmiyor, sınır dışına çekilip gelişmeleri takip edecek. Giderken de askeri operasyonlara maruz kalmamaları konusunda güvence verilmiş. 1999’daki gibi, kargaşa ve alavere dalavere ortamında, yüzlerce gerilla kaybının verildiği zora sokulan bir geri çekilme değil yaşanan. Yıllardır bilien “operasyonlar durursa …” formülü işletiliyor. Değişen PKK değil, devlet ve hükümet tavrı.   Şimdilik, 1999’da olduğu gibi, geri çekilme jestini anlamsızlaştıracak fiziki bir saldırganlık örgütlendiğine dair belirtiler yok. Savaş değil de barış zemininde siyaset adına hayırlı bir gelişme. Sonuç olarak, Bülent Arınç’ın “Cehennemin dibine gitsinler!” söyleminin reel bir karşılığı yok.   Türkiye’de gerçekten bir barış sürecine girilecekse, bunun pratik şartları belli: KCK tutuklularının serbest bırakılması ve en azından belli bir süre için askeri çatışma ortamının ortadan kaldırılması. Edepsizliğe varan büyüklenmeler değil, bu iki noktada hangi adımların atıldığı belirleyicidir. Buysa barış süreci değil, gerçek bir barış sürecinin bazı koşullarının hazırlanmasıdır. İkinci aşamada Türk devlet yapısının kendisini Kürt meselesini aşacak şekilde dönüştürmesi gibi bir zorunluluk doğacak – ki asıl mesele bu.   Eğer Cumhurbaşkanı Gül’ün dediği gibi “TC Türk’tü, Türk kalacak” ısrarı varsa, Kürtler için tek seçenek bağımsızlık olacaktır. Bunun anlamı, barış sürecinin daha başlamadan bitmesidir. Aynı açıklamada, Cumhurbaşkanı Gül’ün Kürtler için Türk devletinin himayesinde bir çeşit azınlık statüsünü ima etmesi ise, gerçekten barış sürecine girildiğinde ele alınacak meselelerden birisi olacak. Zaten o zaman Öcalan’ın “demokratik özerklik” derken ne kastettiğinden, “Kürt meselesi sadece bireysel hak ve özgürlükler çerçevesinde ele alınmalıdır”  görüşüne, geniş kapsamlı bir tartışma yaşanacak.   Bu sırada, Türkiye’de yaşayan gayrimüslim “azınlıkların” durumu da ele alınmak zorunda. Yine, inanç özgürlüğü bağlamında, İslam çemberinin neresinde durduğu tartışmalı Alevi toplumunun devlet otoritesiyle ilişkisinin hangi biçimleri alması gerektiğine karar verilmesi gerekecek. Bu tartışma Danıştay’ın “Cem evleri ibadethane değildir” kararıyla bitmiş değildir. Liste uzatılabilir. Hali hazırda öncelikli meselenin Kürt meselesi olmasının nedeni, Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından barışın ön koşul haline gelmesinden kaynaklanıyor.   Alavere dalavere, barış sürecine girilemezse ne olur? Sorunun yanıtı net: Ortadoğu’da bağımsız bir Kürdistan tek seçenek haline gelir. Bu da Kürtlerden ziyade, en başta kendisini dönüştüremeyen Türk devleti ve kamuoyunun açtığı bir yol olur.