Özlemi duyulan objektif bir tarih yazımı için araştırma yapmak ve yazmak toplumsal bellek açısından önemlidir. Son olarak Dersim tartışmaları sırasında insanların, çoğu zaman ezbere konuşma geleneğinin dışına çıkamadıklarını bir kez daha gördük. Çünkü Dersim tartışması bize şunu hatırlattı: “soykırım olduğunu söylüyorsan dayanaklarını, kaynaklarını, sözlü tarih çalışmalarını göstermelisin.” Esasen bunun bir soykırım olduğunu o döneme tanıklık eden yaşlılardan biliyoruz. İnsanlar, katliamı birinci ağızlardan dinleme imkânına sahip olmuştur. Ancak bunların arşivlenmesi, belgelendirilmesi aşamasının çok yetersiz olduğunu söylemeliyiz. 1938 yılı uzak bir tarih olmamasına rağmen toplumsal belleklerin bu kadar bulandırılması, zayıflaması anlaşılmazdır. Sanki olay, M.Ö 4000 yılında olmuş, biz de dönemin kaynakları hakkında yeterli bilgiye ulaşamıyoruz havasına girmek anlamsızdır. Shahrzad Mojab o dönemler için özetle; “uluslararası düzenin, Birleşmiş Milletlerin, Kürtlerin kendilerini ifade etme haklarını sürekli reddettiğini” ifade eder. Leo Kupper bu durumu; “Kürtler üzerinde hakim olan devletlerin “katliam hakkı” vardır ve bunu uygulamakta özgürlerdir.” (hakim devletlerin bu hakkı kendinde görme anlayışını vurgular) şeklinde açıklamıştır.

Tarih yazımını Murat Bardakçı, İlber Ortaylı, Erhan Afyoncu gibi üç-beş şahsiyetin manipülatif yaklaşımlarına hapsetmiş bir toplumun “tarihi gerçeklerden” bahsederken neden “bilgi kırıntılarıyla” avunmak, “bilgi kirliliğiyle” bulanmak durumunda kaldığını düşünmeden edemiyor insan. Bilgi kaynaklarından ve objektiflikten uzaklaşıp tarihi yeniden biçimlendirerek sevimli hale getirme; dolayısıyla cümleleri zihinlerde resmileştirme söyleminin en belirgin örneklerini “Tarihin Arka Odası, TekeTek, Geçmiş Zaman Olur ki”” gibi programlarda görüyoruz. Halil Berktay’ın hazırlayıp sunduğu Nisyana İsyan (Unutuşa İsyan), bu programların dışında tutulabilir. Çünkü Berktay, belirlediği tarihsel konularla ilgili alanında araştırma sahibi tarihçileri konuk edip objektif bir bakış geliştirmeye çalışıyor.

Birer entelektüel deha olarak lanse edilen ve her izlediğimde “tekelci tarih yazımı” konusunda bende merak uyandıran bu üç zat hakkında tarihçilerimizin yorumlarına da ihtiyacımız var. Tarihsel olgularla ilgili işine geldiği gibi öznel yorum yapma geleneği, bu üç tiplemede açık seçik görülmesine rağmen tarihçilerin suskunluğunu anlamakta zorluk çektiğimi de itiraf etmeliyim. Bu, en fazla “korku” ve alandaki “yetmezlik” ile açıklanabilir. Örneğin “Dersim İsyanı’nda binlerce kişi ölmüş müdür?” sorusuna Murat Bardakçı’nın verdiği yanıt şudur: “yok canım o kadar kişi ölmemiştir, bunu söyleyen kişiler saçmalıyorlar, bunlar cahildirler.” şeklindedir. (Bardakçı'nın bu tarz cümleleri rahatlıkla kullanmasının temel dayanağı Dersim ile ilgili alternatif tarih yazımının azlığıdır. Bardakçı bundan cesaret alıyor.)

Özellikle Murat Bardakçı’nın hedonizm/egoizm ile karışık kahraman tarihçi imgesi midemi bulandırıyor desem yeridir. Top sakalı ve gözlükleri ile çizmeye çalıştığı modern, entelektüel tipleme; horultulu, salya sümüklü konuşma, gözlüklerin üzerinden pörtlek bakışlar, çenesini sürekli kıvırması, hoplaya zıplaya gülüş, sandalyeye sığmaz hareketler ve dinleme/tartışma kültürüne sahip olamama tavrı ile altüst oluveriyor. Fatih Altaylı gibi tescillenmiş mazoşist tiplemenin “ver gazı” havalı manipülatif soruları ve övgüleri de işin tuzu biberi.

Kendi söylemlerinden anladığımız kadarıyla bir Kırım Tatarı olan bu şahsiyet, tıpkı Ziya Gökalp vb. “beslemeler” gibi Türklüğü ve Türk tarihini göklere çıkarma, yeniden restore etme hareketine neden soyundu acaba? Aslında ekonomist olan Bardakçı, toplumun tarih algısını yeniden şekillendirme, hoş kılma, popüler tarih yaratma amacıyla görevlendirilmiş görünüyor. Böyle olmasaydı “Türkiye Türklerindir.” vizyonuna, sloganına sahip Hürriyet gazetesinde işe başlamazdı sanırım. İşine geldiğinde tarihçi kimliği ile kendini alandaki en önemli otorite ilan eden Bardakçı, azıcık sıkıştığında gazeteci ve müzisyen kimliğini ön plana çıkarıp kuyruğunu kurtarıveriyor. Ben gazeteciyim eleştiririm, müzisyenim çalar söylerim havasına giriyor. Belli ki hassas konulardaki birtakım önemli arşivi kendinde toplamış ve tarihin bazı dönemlerini tekeline almış bu zatın -birçok araştırmacı önemli belgelere ulaşamazken- hangi ilişkilerle ve neyin karşılığında bilgi ve belgelere ulaştığını düşünmek gerekiyor. (Yıldırım Türker bunu şöyle ifade ediyor: “Onlar kimi kasalarda bilgi ve belgeleri zor günlerde hasmın suratına çalıvermek için bekleten yiğitler mi?”)

Önce tarihin paparazziden ibaret olduğu şeklinde bir algı dünyası yaratmaya çalışan Bardakçı, şimdilerde ise Alevilik, Kürt Sorunu/İsyanları vb. büyük ve “tehlikeli” konulara değiniyor. Hemen her tartışmalı alanda durumu kurtarır cümleleri ile tanınan Bardakçı, esasen emperyalist tarih yazımına, gerçekleri sulandırma, zihinleri ise bulandırma desturunu kendine şiar edinmiş. Gönül ister ki kendinden başka herkesi cahil bulan ezberci eğitim sistemi üretimi Erhan Afyoncu ve resmi söylem yumoşcusu Bardakçı’nın söylemleri ile ilgili olarak dürüst tarihçiler (özellikle Dersimliler) birkaç cümle sarf etsinler. Nitekim rivayet edilir ki Seyid Rıza idam edilmeden önce yanında bulunan Türk yetkililerine dönerek, “Ben sizin yalanlarınızla, hilelerinizle baş edemedim, bu bana ders oldu. Ben de size boyun eğmedim, bu da size ders olsun.” der. Bu sözden herhangi bir ders çıkarılmadığı, Seyid Rıza’nın bahsetmiş olduğu yalanların ve hilelerin belgelendirilemediği bir tarih anlayışımız olduğu sürece Bardakçı ve diğerleri yalanlarına devam edeceklerdir. Meydan boş ise at koşturan çok olur. Aslında bazı şeyler vardır ki bağırma-tepki gösterme ile geçmişe not edilemez; bunun için belgeleri içeren yazıya ihtiyaç vardır. Söz uçar tepki uçar ama iyi bir tarihsel araştırma ile ortaya konmuş bir arşiv her şeye yanıt olabilir. Bu yüzden iğneyi kendimize batırmakta fayda var.