Sitemiz yazarlarından Taylan Doğan’la ekonomideki gidişat üzerine bir röportaj yaptık.Doğan,doların yükselişi,ekonomi yönetimi ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında yaşanan atışma ve bu gerilimin ekonomiye etkileri,dünya ölçeğinde ekonomik dengelerin son hali ve kriz ihtimaline dair sorularımızı yanıtladı.

 

ALTERNATİF SİYASET: Ocak’tan bu yana TL’nin dolar karşısında dramatik şekilde değer kaybına uğramış olmasına nasıl bakılmalı, sizce bu öngörülen bir durum muydu? Bununla bağlantılı olarak, sizce basında, özellikle muhalif kesimlerde dile getirildiği gibi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Merkez Bankası (MB) Başkanı’na yönelik açıklama ve baskıları TL’nin değer kaybında ne oranda etkili oldu?

Taylan Doğan: Şöyle diyelim: Türkiye’de Cumhurbaşkanı T. Erdoğan ile MB Başkanı ve aslında Ali Babacan’ın şahsında temsil edilen ekonomi yönetimi arasında bildiğimiz tartışma olmasaydı da TL, dolar karşısında değer kaybedecekti. Ocak ayından bu yana TL, dolar karşısında yaklaşık % 13- 15 arasında değer kaybetti. Sözünü ettiğimiz sert tartışmalar olmasaydı bu oran daha düşük olacaktı. Fakat yine de TL, dolar karşısında değer kaybedecekti. Tartışmanın katkısı, piyasa tabiriyle Türkiye’nin birçok gelişmekte olan ülkeye (GOÜ) göre “negatif ayrışması” oldu. Bunun nedeni, uluslararası finans sermayesinin Türkiye’de ekonomiyi gerçekte kimin yönettiğine dair endişeye kapılmış olmasıdır. İki hafta önce Cumhurbaşkanı ile MB Başkanı Başçı ve Babacan arasında gerçekleşen zirve sonrası Tayyip Erdoğan geri adım attı ve “işin tatlıya bağlandığı” yolunda bir açıklama yapıldı. Böylece ortalık biraz sakinleşmiş oldu. Fakat uluslararası finans çevrelerinde seçimlerden sonra ekonominin kimler tarafından ve nasıl yöneticiliğine ilişkin kaygıların ortadan kalktığı söylenemez.

Sadece TL’nin değil, Brezilya, Hindistan, Güney Afrika, Endonezya ve başka birçok GOÜ para biriminin dolar karşısında değer kaybedeceği ve küresel krizin GOÜ’lere kaymakta olduğu zaten geçen yıl yazılıp çiziliyordu. Türkiye fazlasıyla kendi iç sorunlarıyla meşgul bir ülke olduğundan bazen muhalif kesimler de küresel gelişmeleri gözden kaçırabiliyor.

Oysa karşımızda son derece yapısal bir durum var: Amerikan Merkez Bankası FED, 2008’de başlattığı parasal genişleme programına 2014’te son verdi. Yani Amerikan bankalarına tahvil alıp karşılığında para verme sürecine nokta koydu. Bu para –3 trilyon dolar civarına olduğu tahmin ediliyor– Amerikan reel sektörüne kredi olarak dönmemiş, spekülasyon amacıyla bizim gibi ülkelerin finansal varlıklarına (hisse senetleri ve devlet tahvilleri) yönelmişti. Böylelikle 2008 sonrası GOÜ’lere yoğun bir sıcak para ve kredi girişi olmuştu. 2014 itibarıyla FED para basıp dünyayı likiditeye boğma sürecine son verdiğini duyurdu. Bununla da kalmadı. 2015’te faizleri yükselteceğini açıkladı. Açıklamanın yapıldığı 22 Mayıs 2013 –tabi Gezi öncesi– bir dönüm noktası oldu.

Diğer yandan, dünyanın her yanında uzun süreli bir durgunluk giderek belirginleşiyor. Avro Bölgesi ve Japonya’da deflasyonist baskınını üstesinden gelinemiyor. Çin ekonomisinde gözle görülür bir yavaşlama var. Halbuki Çin, birçok GOÜ’den hammadde ithal ediyor ve Çin’in durgunlaşması, bu ülkelerin ekonomisinde yavaşlaması demek. Bütün bunların üzerine bir de petrol fiyatlarındaki düşüş geldi ve ulusal gelirleri petrol ihracatına bağlı olan pek çok GOÜ ekonomisinin dünya ticaretinden aldığı pay azaldı, dolayısıyla ihracat geliri azaldı.

Sonuç olarak, giderek belirginleşen küresel bir durgunluk var. Bu durgunlukta FED faizleri yükselteceğini açıklıyor. Böylece finans sermayesi GOÜ’lerden çıkarak “güvenli liman” olarak gördüğü ABD’ye geri dönüyor. ABD devlet tahvillerinin faizi % 0,5’lerden % 2’ler civarına yükseliyor. ABD ekonomisinin diğer bölgelere göre nispeten canlı bir performans sergilemesi, doları güçlendiriyor.

Şimdi Türkiye’nin kronik bir cari açık sorunu –döviz açığı – var; buna bir de reel özel sektör firmaları ve bankaların döviz cinsinden yoğun dış borcunu eklersek, Türkiye’de nasıl büyük bir döviz talebi olduğunu tahmin edebiliriz. Yurtdışından eskisi kadar sıcak para girişi olmadığı ve doların küresel düzeyde güçlendiği göz önüne alınırsa, TL’nin dolar karşısında değer kaybının yapısal bir karakter taşıdığı ve iniş-çıkışlara karşın devam edeceği sonucuna varabiliriz.

AS: Doların TL karşısında bu şekilde değer kazanması her sektör için aynı sonucu doğurmayacağına göre, Türkiye’de İthalatçı ve ihracatçı firmaların, dış girdi kullanan ve borçlu şirketlerin bu gelişmeden nasıl etkileneceğini düşünüyorsunuz?

TD: 2015’in doların güçleneceği bir yıl olacağı tahmin ediliyor. Bu durumda elbette dolar cinsinden borcu olan, fakat ağırlıklı olarak TL geliri olan –yani iç pazara dönük üretim yapan – firma ve sektörler zorlanacaklar. Unutmayalım ki Türkiye ekonomisi büyük ölçüde iç talebe bağımlıdır ve iç pazara dönük üretimden elde edilen gelir haliyle TL cinsindendir. Fakat şirket cirolarının önemli bölümü iç pazara yönelik satışlardan oluşsa da, tekstil ve gıda gibi geleneksel emek-yoğun sektörler bile ürettikleri her 100 birim malın içindeki yaklaşık % 56-57’lik kısmı ara malı olarak Çin gibi ülkelerden ucuza ithal ediyorlar. Bu ithalatın ciddi bir bölümü ise dolar üzerinden yapılıyor. Bu ne anlama geliyor? İç pazara dönük üretim yapanların gelirlerinin reel olarak azaldığı anlamına geliyor.

Bir de belli başlı ihracatçı sektörler var; örneğin otomotiv, demir çelik, elektronik, elektrikli makineler, lastik gibi. Bu sektörler ürettikleri her 100 birim malın % 70 ila 80’i arasındaki bölümünü ithal ediyorlar. Doların yükselişe geçmesinden bu yana ana-akım ekonomi medyasında şöyle bir açmazın dillendirilmeye başlandığını görüyoruz: İhracatçı firmalar ara malı ithalatlarını büyük ölçüde dolar üzerinden yapıyor; gelgelelim ihracatımızın yarısına yakını hâlâ AB ülkelerine Avro üzerinden yapılıyor. Avro TL karşısında değer kazansa da dolar karşısında değer kaybettiği için ihracatçı firmaların gider ve gelirleri arasındaki makas açılıyor. Yani elde ettikleri Avro ihracat geliriyle daha az dolar alabiliyorlar.

Sonuç olarak geliri dolar cinsinden olan şirketler dışındaki şirketlerin zor bir dönem geçirdiğini söyleyebiliriz.

AS: 2015’in ilk aylarında ihracatta ve sanayi üretiminde belirgin bir gerileme kendini gösterirken resmi işsizlik oranı da artmaya başladı. Aslında 2014’ten bu yana beliren durgunluğun 2015’te de derinleştiği görünüyor. Sizce seçim öncesi ekonomik kriz riski nedir?

TD: 2015’in ilk aylarında gerçekten de sanayi üretimi ve ihracat verileri beklenenden düşük geldi. İhracatın azalmasının ise birkaç orta-vadeli denebilecek nedeni var: AB’de durgunluğun aşılamaması, Ortadoğu’daki bilinen ortam ve Irak Kürdistanı, Irak, İran gibi önemli ihracat pazarlarının petrol fiyatlarındaki düşüş nedeniyle küçülmesi. Hükümetin “Afrika çıkarması” gibi manevraları yeni pazarlar arayışını gösteriyor.

İçeride ise politik belirsizlik, ekonomik aktörleri bekle-gör pozisyonuna ve döviz hareketlerinden para kazanmaya itti. Fakat muhalifler olarak ana-akım ekonomi medyasının sürekli ört bas ettiği şu daha temel noktayı görmemiz gerekiyor: Son 10 yıldır Türkiye’de hanehalkları gelirlerinin çok üzerinde borçlandırıldı. Buna karşın emekçi ve alt-orta sınıfların reel geliri pek artmadı, hatta düştü. Verilere bakınca çok çarpıcı bir durul görüyoruz: Halkın ve özel sektörün tasarruflarının (harcama veya yatırıma dönüştürülebilir birikimler) GSMH’ya oranı 2002’de % 26 düzeyindeydi. Borçlandırma stratejisiyle bu oran 2013’te % 12’lere düştü. Buna karşın, hanehalklarının borcunun harcanabilir gelirine oranı 2002’de ortalamada % 9 civarındayken 2013’te % 56’lara çıktı. Bu ne demek? Şu demek: Benim 100 TL gelirim var, fakat tüketici kredisi, konut kredisi vs. aldığım için 56 TL de borcum var. Bu durumda eğer gelirim artmazsa ben nasıl para harcayabilir ve iç talep oluşturabilirim? 2012’den bu yana Türkiye ekonomisinde durgunlaşma eğiliminin güçlenmesinin en temel nedeni bence bu. Bu koşullarda faizler indirilirse iç talebin birdenbire canlanacağını ummak gerçeküstü bir tutum olur.

Seçim öncesi kriz olur mu? Bütünüyle ihtimal dışı olduğu söylenemez elbette. Fakat AKP Hükümeti’nin şansı şuradan kaynaklanıyor: FED, küresel durgunluğu ve güçlü doların Amerikan ihracatını olumsuz etkilemesini göz önüne alarak kısa vadeli faizleri arttırmakta acele etmiyor.

Bence bize düşen, olasılığı giderek artan krizin dinamiğini, yani parametrelerini anlamak. Aslında temel sorunları sağır sultan bile duydu. 2001 krizi öncesi devlet borçluydu; geçen 13 yılda küresel finans piyasalarıyla iyice bütünleştik ve borçluluk özel sektöre geçti. Fakat borçlanma hızı ve miktarı olağanüstüydü: Geldiğimiz aşamada bankalar ve reel sektör firmalarının toplam dış borcu 397 milyar dolara yükseldi. Asıl önemlisi bu borcun 131 milyar dolarının vadesinin bir yıldan kısa olması. Başka bir deyişle, önümüzdeki bir yılda bu kadar borcu çevirmek –yeniden borçlanarak eski borcu ödemek– ya da bir ölçüde kapatmak veya başka borçlanma kanalları bulmak zorundalar. Bu arada borçların faizini de ödeyecekler.

Kriz dinamiği derken, gerek küresel gerekse yurtiçi düzeyinde ortaya çıkan yeni durumu kast ediyoruz: Birincisi, sıcak para ABD’ye geri dönerken dış borçlanmanın maliyeti artıyor. Eskisi gibi düşük faizle borçlanmak artık daha zor. İkincisi, yine aynı nedenle şirketler ülkeye daha az yabancı kaynak girdiği için –ya da eski bol döviz dönemi kapanmaya başladığından– kolayca döviz bulmakta zorlanabilir ve borçlanma yoluna gidebilirler. Son ve en önemlisi ise, TL’nin dolar karşısında değer kaybetmesi durduk yerde dış borç yükünü arttırıyor.

Diğer yandan, iç talebin gün geçtikçe düşmesi ve küresel durgunluğun aşılamamasının sonucu olarak ihracatın düşmesi, şirketlerin nakit akışını zayıflatıyor. Bu koşullarda Türkiye ekonomisinin olumsuz küresel gelişmeler karşısında tehlikeli bir kırılganlık sergilediği zaten herkesin üzerinde birleştiği bir konu.

Son olarak ülke politik bir krize girebilir. Cumhurbaşkanı’nın sözcülüğünü yaptığı Milli Güvenlik Kurulu (MGK) patentli politikalar ile hükümetin –hem ekonomik hem de Kürt sorununun çözümüne dönük politik– uluslararası baskılar altında benimser göründüğü daha “liberal” çizgi arasında giderek su yüzüne çıkan çatışma bir “yönetememe” durumuna yol açabilir. Böyle bir tablonun Türkiye’ye yönelik uluslararası finans akımları üzerindeki etkisi kuşkusuz olumsuz olacaktır.