ANF’de Bingöl’de meydana gelen “canlı bomba” vakasıyla ilgili bir HPG açıklamasına yer verildi. Sivillerin ölümüne yol açan olaydan dolayı özür dilendi ve sorumlulara yaptırım uygulanacağı söylendi. Açıklamadaki en önemli bölüm ise şuydu: “Fedai eylemlerine ve bu eylemlerde yer alan arkadaşlarımıza büyük anlam biçmekle birlikte bu eylemleri dönem itibarıyla esas almıyoruz.”
Bu tip eylemleri esas almamakla birlikte büyük anlam biçilmesi ne anlama gelmektedir?
Benim anladığım, eğer bu tip eylemler hedefine ulaşır ve sivil kayıplara yol açmaz ise, desteklenecektir. Eğer bir şekilde sivil kayıplar meydana gelirse, özür dilenecek, hatta sorumlular yaptırıma uğrayacaktır. Soru: Bu tip eylemlerin sivil kayıplara yol açmadan gerçekleştirilmesi garanti altına alınabilir mi?
Varsayalım ki, hedef olduğu söylenen polis karakolunun yakınında ya da içinde patlatıldı bomba, buna rağmen sivil ölümlerin olmayacağı garantisi olabilir mi? Polis karakolu gündelik hayattan, sivillerden yalıtılmış bir bölgede mi? Hatta eylem sırasında polis karakolunda sivillerin bulunmaması diye bir şart var mı?
PKK’nin askeri direnişi anlaşılabilirdir. Devlet ve hükümet silahların bırakılması anlamında hiçbir ciddi çözüm önerisi geliştirmemiş, hatta meydan okuma tavrı içinde olmuştur. “Dağda şahin, ovada güvercin” olacağız diyerekten, adeta PKK’nin silahlı mücadeleyi tırmandırması talep edilmiştir. Öcalan’ın gelişmelere müdahil olmaması için dış dünyayla bağlantısı kesilmiş, PKK’nin çığırından çıkmış bir silahlı intihara yönelmesi için dua edilmiştir
Bununla da yetinilmemiştir. Sivil siyaset kanalları ortadan kaldırılmak üzere kapsamlı bir şekilde KCK operasyonları düzenlenmiştir. Yeni savaş konseptinin “ovada güvercin” kısmı bir demagojiden ibarettir ve gün geçtikçe bu gerçek daha ve daha açık hale gelmektedir.
Yeni dönemde Kürt hareketine karşı izlenen resmi siyaseti altı maddede özetleyen Hasan Celal Güzel’in “Terörde sona doğru kritik eşikler” adlı yazısında söyledikleri manidardır. Özetin dördüncü maddesi, PKK’nin sivil ölümleri içeren eylemlere imza atmasının talep edildiğini itiraf eder niteliktedir:
“… Teröristbaşı yıllardır örgütü İmralı'dan idare etmiş; avukatları vasıtasıyla militan ve partizan kadroya rahatça ulaşabilmiştir. Bunda, devlet ilgililerinin Apo ile görüşme yanılgısının da payı büyüktür. İlgililerin nihayet hatalarını fark ederek teröristbaşı ile teması kesmeleri üzerine, PKK bocalamış ve Kürt halkının tepkisini çeken eylemler yapmaya başlamıştır.” Daha açık olarak özetin beşinci maddesinde söylenen şudur: “Eylemler sivil vatandaşlara da yönelince, bölge halkı PKK'ya tepki göstermeye başlamıştır.”
Devlet ve hükümetin beklentisinin PKK’nin “bocalaması” ve terör eylemlerine imza atması olduğu açık görünüyor. Böylece sadece yurt içinde değil, uluslararası planda PKK’nin tecrit edilmesi için de malzeme üretilmektedir. Başbakan Erdoğan’ın Almanya gezisinde yaptığı konuşma örnek olarak verilebilir. Konuşmada, elbette PKK’nin özürlerine yer verilmeden, yaşanan sivil ölümler dramatize edildi ve “PKK = Terör” denklemi kuruldu.
Bir noktanın açıklığa kavuşması lazım: PKK’nin Kürt hareketini yönetim tarzı çeşitli yanlışlar içermektedir. Bu, örgütlülüğü halka yayma anlamında ihtiyaç duyulan yenilenmenin on yıldır askıya alınması, hatta önemsiz kılınmasının bir sonucudur. Toplumsal geri besleme ilişkisi bir hayli sorunludur. Devlet ve hükümet de Kürt siyasetini buna göre belirlemektedir. PKK’yi askeri olarak kışkırtır, hata yapmasını bekleriz, demektedir. Bu arada şu kadar can daha toprağa düşmüş, önemli değildir. “Devlet aklı” acımasız ve insan hayatını hiçe sayar niteliktedir. PKK’den de aynılaşması talep etmektedir.
Kürt hareketine düşen, intikamcı ve simetrik politikalar geliştirmek değil, barışa ve insana yatırım yapan bir tarzı öne çıkarmasıdır. Psikolojik üstünlüğü ancak böyle ele geçirebilir ve devleti, hükümeti kendisine çeki düzen vermeye zorlayabilir. Bu anlamda, kaybedilen on yılın bir bedeli, zorluklar olacaktır kuşkusuz. Fakat geçen her yıl, sorunu daha da ağırlaştırmaktadır.
Cengiz Çandar’ın belirttiği gibi, Türkiye’yi Afganistan benzeri bir Kürt sorunu ile karşı karşıya bırakmak mümkündür. Fakat bu, ne halkların ne de insanlığın çıkarınadır. Acil ve gerekli olan, toplumsal barışı ve müzakereyi ana gündem maddesi haline getirebilmektir. Bu anlamda, resmi müzakere sürecini değil, toplumsal müzakere sürecini öne çıkaran sivil girişimlere ihtiyaç var öncelikle. Yüzlerce aydın çıkıp son KCK tutuklamalarına itiraz ediyorsa, bir barışma potansiyelinden değil, örgütsel dağınıklıktan şüphe etmek gerekir.
Tepkiselliği ve tarafgirliği değil, kurucu olmayı esas alan bir barış diline ihtiyaç var. Entelektüeller bu konuda iyi bir sınav veremiyor. Son on yıldır yükselişe geçen liberal hat büyük bir hayal kırıklığı ve kargaşa yaşıyor. Normaldir: Toplum tabanını değil, devleti ve hükümeti muhatap alan, ona bel bağlayan bir tutum sergilediler.
Ahmet İnsel’in “otoriter demokrasi” tespiti, bir panik ve umutsuzluk halinin ifadesidir. Türkiye’nin soft bir 12 Eylül rejimine sürüklendiğini görmek istemediler. PKK’den şikâyet ederek, kahrederek seçkinci açmazlarını gizlediler. Durum bu kadar açık seçik hale gelmişse, seçkinci siyaset tarzını terk edip, sosyalleşmenin anlam ve önemini kavrama zamanı gelmiş de geçiyor demektir.