Metni Düzenleyen: Büşra Üner, Esra Aşan, Nazlı Şeyma Gürbüz

Bu yazı, Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü ve Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar Dergisi’nin 26 Kasım 2014 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi Demir Demirgil Salonu’nda düzenlediği “Türkiye Artık Göçmenler Ülkesi” adlı panelin konuşma metnidir. Metinde sunulan veriler panelin yapıldığı döneme aittir.

Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar Dergisi’nden Zeynep Kutluata’nın Konuşması

Merhaba, öncelikle hoş geldiniz. Panelimizin başlığından da anlaşıldığı üzere bugün Türkiye’deki göç ve göçmenlik meselesini tartışmak istedik. Bildiğiniz gibi Suriye’deki savaşla birlikte resmi rakamlara göre 1.600.000 insan Türkiye’ye göçmen-mülteci olarak gelmiş durumda. Ancak resmi olmayan rakamlara göre iki milyon civarında insanın Türkiye’ye geçiş yaptığından bahsedebiliyoruz. Birçok değerlendirme bunun, Ruanda katliamından sonra dünyadaki en büyük göç dalgası olduğunu söylüyor. Bu göç dalgasının ciddi muhataplarından biri de Türkiye. Bu, çok boyutlu bir konu. Uluslararası politika üzerine Avrupa’nın bu göçmen grubu kendi coğrafyasında istemediğini, bu nedenle Türkiye’ye dönük çeşitli politikalar geliştirdiğini söyleyebiliriz. Biz bugün bu konuyu yerelde ve insanı boyutlarını temel alarak tartışmak istedik. Bildiğiniz gibi gelen göçmen grupların bir kısmı AFAD kamplarında yani devletin organize ettiği ve devletin işlettiği kamplarda kalıyor. Gelenlerin diğer bir kısmı belediyelerin organizasyonuyla işleyen kamplarda kalıyor. Geri kalanlar ise Türkiye’nin çeşitli illerine ve bölgelerine dağılmış durumda ve kendi başlarına hayatta kalmaya çalışıyorlar.

Gelen kesimler farklı etnik, dinsel, sınıfsal ve cinsel aidiyetlere mensup. İlk gelen gruplar çoğunlukla Arap ve Sünnilerden oluşuyor ve bunların büyük kısmı da ağırlıklı olarak AFAD kamplarında kalıyor. Ancak bu kamplarda kalmayan kalabalık bir Sünni-Arap grup da mevcut. Şengal katliamından sonra ise ciddi bir Ezidi nüfus Türkiye’ye geldi. Onlar daha çok doğudaki belediyelerin kontrolündeki kamplarda kalıyor. Bildiğiniz gibi Kesab katliamından sonra Ermeni bir nüfus da Türkiye’ye geldi ve çoğunlukla Vakıflıköy’de kaldı. Ekim ayında IŞİD’in Kobanê kuşatmasından sonra ciddi bir Kürt nüfus da Türkiye’ye geldi. Kobanê olayları sadece Suriye’deki savaş meselesini değil Türkiye’deki barış sürecinin kırılganlığını da gündeme getirmiş oldu. Çünkü 6-7 Ekim’deki Kobanê olaylarında kırkın üzerinde insan hayatını kaybetti. Bu durum, Türkiye’deki barış sürecinin nasıl işlediği veya işlemediğine dair bize çeşitli veriler sunmuş oldu. Türkiye sınırları içinde bir barış sürecinin tek başına mümkün olmadığını, Türkiye’nin Ortadoğu politikalarının aslında barış sürecini ne kadar etkilediğini doğrudan görmüş olduk. Kobanê kuşatması sonrasında gerçekleşen göç olgusu devletlerin koyduğu sınırlarla halkların kendi koyduğu sınırlar arasındaki ciddi farkı ortaya koymuş oldu.

Savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan insanların durumu Türkiye’deki savaş karşıtlığını ve dayanışma kanallarını güçlendirmedi. Aksine, Türkiye toplumunda halihazırda var olan ırkçılığı, sınıfçılığı ve cinsiyetçiliği güçlendiren pratiklerle karşı karşıya kaldık. Irkçılık dediğimizde özellikle Araplara ve Kürtlere dönük olan ırkçılığın güçlendiğini çeşitli ortamlarda görüyoruz. Örneğin, yolda görmek istemediğimiz dilenciler artık Araplar oldu. Türkiye’deki barış sürecine karşı olan insanlar için Kürtlere dönük ırkçılık bir kez daha güçlenmiş oldu. Bu durum sınıfçılık ve cinsiyetçilikle de iç içe geçiyor. Gelen insanlar burada çok zor şartlarda kalıyor; çok düşük ücretlerle ve yasal olmayan koşullarda çalışıyorlar. Türkiye içindeki yoksulluk ve işsizlik oranı da bu ırkçılık ve rekabeti güçlendiren bir unsur olarak karşımıza çıktı. Bizim bugün ele almak istediğimiz savaşın cinsiyetçi yönünü ırkçılıktan ve diğer egemenlik biçimlerinden ayrı tartışamayız. Bu panele Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü (BÜKAK) ve Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar Dergisi olarak hazırlık yaparken çeşitli örnekler üzerine tartıştık. Yapılan araştırmalardan göçmen kadınların çok güvencesiz koşullarda yaşadığını biliyoruz. Göçmen Arap kadınların ikinci eş olarak ya da ilk eş olarak evlenme adı altında satıldığı yönündeki haberlerden bahsediyoruz. Bu evlilikler, baskılar sonucu ya da korunma amaçlı olarak kadınların rızasıyla gerçekleşse de aslında kadınları istemedikleri hayat koşullarına itiyor. Şengal Katliamı sırasında Ezidi kadınların yaşadığı gibi gelen göçmen nüfusun bir kısmı cinsel şiddete maruz kalarak Türkiye’ye geliyor. Türkiye’ye geldiklerinde cinsiyetçiliğin farklı bir boyutuyla karşı karşıya kalıyorlar. Yerleştikleri bölgelerde yaşayan kadınlarla aralarında farklı dinamik oluşuyor. Göçmen kelimesi tekinsizliği tetikleyen bir kelime olarak korku salıyor. Bu tekinsizlik, göçmenlerin hırsızlık yapacakları ya da şiddet uygulayacakları gibi bir algı yaratıyor. Egemen söylem kamusal alanı bu kadar tekinsiz kıldığında ise bunun ilk mağduru kadınlar oluyor. Bunun sonucunda ise kadınlar gece daha erken saatte evlerine gitmek ya da gidebilecekleri mahallelerin sınırlanması gibi sorunlarla karşılaşıyorlar. Bir başka nokta da kadınlar arasındaki kutuplaştırma politikaları. Mesela Arap kadınlar satılarak evlendikleri durumlarda dahi Türkiyeli kadınlar için bir tehdit unsuru olarak algılanabiliyor. Dolayısıyla göçmenlik durumuyla beraber cinsiyetçiliğin farklı boyutlarıyla da karşılaşabiliyoruz.

Bugünkü panelde göç ve göçmenlik meselesinin cinsiyetçi yönünü de tartışalım istedik. Öncelikle konunun hukuki boyutuna değineceğiz. Sonrasında konuşmacıların kendi alanlarında konuyla ilgili yürüttükleri çalışmalar üzerine konuşacağız. İlk konuşmacımız Şenay Özden, Hamiş Suriye Kültür Evi’nden. Şenay Özden, konuşmasında göçmenlerin hukuki statüsü üzerinde duracak ve Antep’te yürüttüğü çalışmasından verileri bizimle paylaşacak. Biz bugün daha çok Suriyeli göçmenlerden bahsediyoruz ama Türkiye’deki göçmenlik hikayesi Suriyelilerle başlamış değil. İkinci olarak Caritas Mülteci Servisi’nden Chiara Rambaldi, Suriye savaşından önce de İstanbul’da bulunan farklı göçmen grupların durumuna değinecek. Ezidi kamplarında çalışmalar yürüten aktivist ve araştırmacı Nurcan Baysal bu kamplarda yürüttüğü çalışmalarından bahsedecek. Son olarak Demokratik Toplum Kongresi Sağlık Meclisi’nden Zahide Daş ağırlıklı olarak Suruç’ta ve diğer kamplarda yürüttükleri sağlık çalışmaları hakkında bilgi verecek.

 

Hamiş Suriye Kültür Evi’nden Şenay Özden’in Konuşması

Konuşmamın başında hukuki bir çerçeve çizeceğim, daha sonra da Suriyelilere yönelik artan nefret söylemi ve saldırılarla ilgili Antep’te yaptığım saha çalışmasından bahsedeceğim. Suriyelilerin mülteci mi misafir mi olduğuna dair herkesin kafası çok karışık. Öncelikle Suriyeliler hükümet tarafından misafir olarak tanımlandılar. Misafir statüsünün, Türkiye hukukunda ya da uluslararası hukukta karşılığı yok. Daha sonra Suriyelilerin misafir statüsü değişse de misafir oldukları düşüncesi yaygın bir toplumsal kanı olarak kaldı. Türkiye, mültecilerin hukuki statüsüne ilişkin 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin ve 1967 Protokülü’nün imzacılarından olmasına rağmen diğer ülkelerin sonradan kaldırdığı ancak Türkiye’nin kaldırmağı bir coğrafi kısıtlama var. Bu kısıtlama dünyada sadece dört ülkede bulunuyor. Bu kısıtlama, Türkiye’nin Avrupa dışından gelenlere mülteci statüsü vermediği anlamına geliyor. Şu an Türkiye’de Avrupa’dan gelen yaklaşık 35 mülteci var. Türkiye, Avrupa Konseyi üye ülkelerinden gelen kişilere mülteci statüsü veriyor. İkinci statüyse Avrupa dışından Türkiye’ye gelen insanlara verilen şartlı mültecilik statüsü. Avrupa dışından gelen göçmenlere İran, Afganistan, Irak ve Afrika ülkelerinden gelenler de dahil. Bu göçmenler, Türkiye’ye geldikleri zaman İçişleri Bakanlığı ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne kayıt oluyor ve üçüncü bir ülkeye mülteci olarak kabul edilene kadar Türkiye’de bekliyorlar. Bekleme süresi yıllar sürebiliyor. Bu bekleme süresi içinde Türkiye’de uyduşehirlere yerleştiriliyorlar yani Türkiye içinde istedikleri şehirde yaşayamıyorlar. Ancak yerleştirildikleri yerlerde kalma ve bunu kanıtlamak için buralarda valiliğin kararına göre ayda iki ya da üç defa emniyete gidip imza atmak zorundalar. Çalışma iznine başvurabilseler de çalışma iznine ulaşmaları çok zor. Bununla beraber, sağlık hizmetlerine erişimleri var. Üçüncü kategoriyse, ne olduğu ve kimlere verildiği çok net olmayan ikincil koruma denilen bir statü. Ancak tanım olarak ilk iki kategoriye dahil olmayanlara ve ülkelerine dönme durumları hayati tehlike yaratacak kişilere veriliyor. Bu üç kategoriye de sığınmacılar bireysel olarak başvurabiliyor.

Suriyeliler geldikleri zaman bu üç kategorinin hiçbirine dahil edilmediler. Birinci kategoriye Avrupalı olmadıkları için alınmıyorlar. Ancak ikinci ve üçüncü kategorilere de alınmayıp Türkiye tarafından kitlesel sığınmacı grubu olarak tanımlandılar. Sonuç olarak Suriyeliler geçici koruma kategorisi adı verilen dördüncü bir kategoride bulunduruluyor. Geçtiğimiz ay bunun genelgesi çıktı. Geçen yıl İçişleri Bakanlığı’na bağlı ve artık Türkiye’deki göçmenlerin bağlı olduğu göçmenlik durumuyla ilgilenen tek kurum olan Göç İdaresi Genel Müdürlüğü oluşturuldu. Eskiden göçmenler doğrudan emniyete bağlıydı. Bunun akabinde 2013’ün Nisan ayında Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ve geçtiğimiz Ekim ayında Geçici Koruma Kanunu çıktı. Bu kanun sadece Suriyeliler için çıkarılmadı. Irak’tan gelen Ezidilerin de bunun kapsamında olması bekleniyordu. Ancak çıkan bir genelgeyle sadece Suriye’den gelen Suriye vatandaşlarının ve Suriye’den gelen vatansızlar ve mültecilerin bu kapsamda olduğu açıklandı.

Vatansız ve mülteciler kelimeleriyle ne kastedildiğine de değinmek istiyorum. Vatandaşlar derken Suriye vatandaşları; mülteciler derken Suriye’deyken mülteci olmuş olan özellikle Filistinli mülteciler kastediliyor. Vatansızlar tanımı da Suriye’de vatandaşlığı olmayan Kürtleri kapsıyor. Bu yönden Geçici Koruma Kanunu olumlu bir gelişme oldu. Şimdiye kadar Suriyelilerle ilgili çıkan kararlar, genelgeler gizliydi ve bunlara hiç kimse ulaşamıyordu. Dolayısıyla içeriğinin ne olduğu çok bilinmiyordu. Sadece sahada deneme yanılma yöntemiyle içeriğine dair bilgi almak mümkün oluyordu. Böyle bir kanun sayesinde içeriğin ne olduğunu net olarak görebiliyoruz. Dolayısıyla devletin Suriyelere karşı ne gibi sorumlulukları olduğu ve Suriyelilerin ne gibi haklara sahip olduğu net bir biçimde ortaya çıktı. Ancak bu kanuna dair birkaç sorun var. Geçici koruma durumunun ne zaman ve hangi koşullarda biteceğine dair en ufak bir açıklama olmaması bu kanunun en önemli sorunlarından birisi. Örneğin, Geçici Koruma Kanunu’nu uygulayan Avrupa’daki ülkelere baktığımızda geçici korumanın üç sene süren bir statü olduğu açıkça belirtilir. Üç senenin sonunda da başka bir kalıcı statü verilmesi öngörülüyor. Ancak Türkiye’de bu durumun hangi koşullarda biteceğine dair bir açıklama yok. Suriye’de güvenli bir ortam oluştuğu zaman mı bu statünün biteceği ve güvenli ortamın ne anlama geldiği, güvenli ortama kimin hangi koşullarda karar verdiği de belirsiz. Kanunda Türkiye’nin milli güvenliğine tehdit oluşturmaması durumu gibi bir tanım var. Milli güvenliğe ve tehdide kimin nasıl karar vereceği de ciddi bir sorun. Dolayısıyla kanunun çıkmasıyla Suriyelilerin durumu şeffaflaşmış olsa da Suriyeliler hala belirsizlik içinde yaşıyorlar ve yeni bir yaşam kurma konusunda çekingen davranıyorlar. Diğer uygulamalarla karşılaştırdığınız zaman geçici korumanın diğer statülere bir alternatif oluşturmaması gerektiğini görüyorsunuz. Dolayısıyla, Geçici Koruma Kanunu mültecilik konusunda bir alternatif oluşturmuyor. Tam tersine kalıcı bir statüye ulaşmak için geçici koruma bir araç olarak kullanılıyor. Türkiye’de, geçici koruma kalıcı statüye bir alternatifmiş gibi sunuldu. Ancak, bu statü bittiği zaman Suriyelilerin kalıcı bir statüye ulaşması mümkünmüş gibi gözükmüyor. Bir yandan coğrafi kısıtlama sebebiyle Suriyeliler mültecilik statüsü alamayacaklar. Şartlı mültecilik statüsüne de ulaşamayacaklar. İkincil koruma, verilme ihtimali en yüksek statü olmasına rağmen o da verilmedi. Dolayısıyla geçici koruma statüsü bittiği zaman kalıcı çözüme ulaşmaları mümkün görünmüyor.

Konuşmamın bu kısmında Antep’te yaptığım araştırma üzerinden Suriyelilere karşı artan saldırılardan bahsetmek istiyorum. Öncelikle Suriyelilerin misafir olmasından ve “Türk halkının misafirperverliğinden” hükümet tarafından sürekli bahsedildi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, mültecilere yönelik kalıcı bir çözüm arayışında bulunmak istemediğinden misafir denen kategoriyi ortaya sürdü. Şu anda misafir kategorisinin mülteci düşmanlığını körükleyen bir söyleme dönüştüğünü görüyoruz. Antep’te konuştuğum insanlardan şu üç cümleyi duyuyorum: “Misafirse misafirliğini bilsin. Misafir bu kadar uzun süre kalmaz. Misafir yatak odasına kadar girmez.” Misafir söylemi sebebiyle hak temelli bir mültecilik anlayışı oluşturulamadı. Dolayısıyla Suriyelilerin burada mülteci olamamasının temel bir insan hakkı ihlali olduğu misafir söylemi sebebiyle yerleşemedi.

Bu üç cümle ne anlama geliyor? Misafirse misafirliğini bilsin demek misafirse, bizim istediğimiz gibi yaşasınlar anlamına geliyor. Suriyelilerin çocuklarını parka götürmesi bile ciddi bir şikâyet konusu olabiliyor.“Suriyeliler parkta size rahatsızlık mı veriyor?” sorusunu sorduğunuzda da net bir cevap alamıyorsunuz.  Parkta görmek istemediklerini söylüyorlar. Antep’te mekânsal olarak ciddi bir ayrımcılık var. İkinci olarak, misafirin bu kadar uzun süre kalmayacağı söyleniyor. Demek istedikleri şu: Mültecilik insanlık hakkı değil; misafir bizim izin verdiğimiz süre boyunca burada kalabilir ve bizim istediğimiz koşullarda yaşayabilir. Üçüncü olarak misafir yatak odasına kadar girmez sözüyle Suriyelilerin şehirden tamamen çıkarılması ve şehirden uzak kamplara yerleştirilmesi talep ediliyor. Savaştan kaçıp gelseler de bizim aramızda yaşamasınlar, kamplara yerleşsinler.

Yaklaşık 250 bin Suriyeli, on ilde bulunan yirmi üç kampta yaşıyor. Toplam iki milyon üzerinde Suriyeli olduğunu varsaydığımızda Suriyelilerin çok küçük bir kısmının kamplarda yaşadığını görüyoruz. Birçok Suriyeli kampları tecrit olarak gördüğünden kamplara gitmek istemiyor. Kamplar şehirlerin dışında bulunuyor. Bu sebeple kamplarda kalan Suriyelilerin iş bulma olanağı çok düşük. İş bulsalar da ulaşım aracı olmadığından dolayı iş yerlerine gitmek ve iş yerlerinden dönmek için saatlerce yürümek zorunda kalıyorlar. Olayın bir de psikolojik boyutu var. Suriye’de tutuklamadan, işkenceden, bombalamadan kaçmış insanlar kampın önünde jandarma gördükleri zaman kampa girmek istemiyorlar. Çünkü yaşadıklarından dolayı “devlet” denen kuruma güvenemiyorlar. Koşulları kötü de olsa kamp dışında kalmayı tercih ediyorlar.

Antep’te Suriyelilere yönelik saldırıların sebeplerini sorduğunuz zaman üç sebep gösteriliyor: Suriyeliler geldi kiralar yükseldi. Suriyeliler işimizi çalıyorlar. Suriyeliler hastaneyi doldurdu biz artık sağlık hizmetlerine erişemiyoruz. Bu söylemler Türkiye’ye has değil, dünyanın birçok bölgesinde bunlar mülteci karşıtı söylemler arasında yer alıyor. Bu söylemlerde birkaç noktaya değinmek önemli. Kiraların yükselme meselesinden başlayalım. Kiraların yükseldiği doğru. Antep’in nüfusu iki milyona yakın ve Antep’te dört yüz bine yakın Suriyelilerin büyük bir kısmı kentsel dönüşüme maruz kalmış mahallelerde yaşıyor. Dolayısıyla Antep’te, Suriyeliler gelmeden önce de ciddi bir konut sorunu vardı. İnsanlar evlerinden çıkarılmıştı ve kiralayabilecekleri başka konutlar bulamıyorlardı. Kentsel dönüşüm geçirilen yerlere Suriyeliler yerleşince bu sorun daha görünür hale geldi. İkincisi meseleyse “Suriyeliler işimizi çalıyorlar.” söylemi. Antep, Türkiye’nin en sanayileşmiş şehirlerinden birisi ancak sendikalaşma oranı yüzde dört. Kimsenin bir iş garantisi yok. Hak arama mekanizmalarının olmadığı bu durumda Antep’te Suriyelilerden önce çalışan işçiler de, Suriyeliler ve Türk işçiler de aynı hak ihlallerine maruz kalıyorlar. Hastane meselesi üzerine şunu söyleyebilirim. Tabipler Odası’nın yaptığı açıklamalar son on yılda sağlık alanındaki dönüşümler sebebiyle ciddi olan sağlık hizmetine erişim sorunu iki milyonluk bir şehre dört yüz bin Suriyeli getirdiğinizde su yüzüne çıkıyor. Vatandaşların şikâyetlerini yetkililere iletebilecekleri, haklarını arayabilecekleri kanalları olmadığı durumlarda dört yüz bin yabancıyı hâlihazırda var olan sorunlardan dolayı suçlamak kolay bir seçenek haline dönüşüyor. Bu,ırkçılığın göstergelerinden birisi. Sağlık meselesinde Suriyeli kadınlarla ilgili başka bir noktaya değinmek istiyorum. Suriye’deyken cinsel tacize ya da tecavüze uğramış çok sayıda kadın var. Bu kadınlar Türkiye’de kürtaj olmak istiyorlar ve kürtaj olma imkânını çok zor bulabiliyorlar. Tecavüze uğradıklarını söylediklerinde bu durumun adli bir süreç içinde yürümesi gerektiği cevabını alıyorlar. Bu adli bir sürece dönüştüğünde kadınlar ailelerinin ve akrabalarının bu durumu öğrenmesinden korkuyor. Bu adli bir sürece dönüşmediğinde de hastaneler ve doktorlar Suriyelilere yönelik sorumluluk almak istemiyor ve kürtaj yapmaktan sakınıyorlar.

Suriyeli mülteciler meselesinde çok tartışılmayan bir diğer konu Suriye’den gelen Filistinli mültecilerin durumu. Suriye’den Türkiye’ye gelmiş olan yaklaşık on bin Filistinli mülteci var. Filistinli mülteciler Türkiye’ye ilk başlarda gelmediler. Çünkü büyük çoğunluğu Şam’da yaşıyorlardı ve Şam’dan Türkiye sınırına ulaşmak zor. Lübnan’a gidiyorlardı ancak Lübnan, Filistinli mültecileri almama kararını çıkardıktan sonra Türkiye’ye gelmeye başladılar. Suriye’de hükümetin Filistinli mültecilere verdiği bir seyahat belgesi var. Önceden,  Şam’da Türkiye Konsolosluğu’na gittikleri zaman vize alabiliyor ve bu şekilde Türkiye’ye gelebiliyorlardı. Suriye vatandaşı birisi pasaportu varsa Türkiye’ye vizesiz girebiliyor ancak Suriye’deki Filistinli bir mülteci vize almadan Türkiye’ye giremiyor. Vize alabilecekleri bir yer olmaması ciddi bir sorun. Lübnan, Ürdün ya da Mısır’a ulaşamadıkları için vize almaları mümkün değil. Lübnan’daki Türkiye Konsolosluğu bir buçuk iki seneye yakın bir süredir vize vermeyi durdurdu. Dolayısıyla Türkiye’de şu anda bulunan Filistinli mültecilerinin çok büyük bir çoğunluğu Türkiye’ye kaçak olarak girmiş durumda. Bu durum, pasaportu olsa bile burada ikamet alamadığı anlamına geliyor. Suriyeli bir vatandaş pasaportuyla geldiğinde ikamet alabiliyor ama Filistinli birisi pasaport ya da seyahat belgesiyle girmiş olsa bile ikamet alamıyor. Dolayısıyla çocuklar okula kayıt olamıyor ve çocukların eğitiminde ciddi sorunlar ortaya çıkıyor. Suriye’den gelen Filistinli mültecilerin AFAD kamplarına kabul edilmemeleri, iş ve ev bulana kadar çok zor durumda kalmaları da önemli sorunlardan. Bu sebeple, Antep’te bulunan Suriye Geçici Hükümeti desteğiyle, Kilis’in girişinde Filistinliler için bir kamp kuruldu. Bu kampın AFAD veya belediye kamplarıyla ilişkisi yok. Sadece Suriye Geçici Hükümeti tarafından kurulan bir kamp var ve Filistinliler ilk geldikleri zaman kendi ayakları üzerinde durana kadar o kampta kalıyorlar. Bu kampta, karar mekanizması kampta kalanlara ait. AFAD gibi idari bir heyet ya da bir yetkili karar vermiyor.

Son olarak Suriyeli mültecilerin Türkiye’de rahatsız oldukları önemli noktalardan bahsederek bitirmek istiyorum. Bu noktalardan birincisi mezhepsel kimlik meselesi. Hamiş Suriye Kültür Evi’ni Türkiyeliler ve Suriyeliler ile birlikte kurduk. Bize gelen gazeteci ve araştırmacılar şöyle diyebiliyor: “Yapacağım araştırma ya da haber için üç Sünni, iki Alevi, iki Hıristiyan, üç Dürzi Suriyeliyle tanışmak istiyorum.” Birçok Suriyeli Türkiye’de mezhep sahibi olduğunu dile getiriyor. “Türkiye’de hükümetin ve muhalif çevrelerin Suriye’ye yönelik siyaseti sebebiyle biz Türkiye’nin iç politikasına kurban gidip mezhep sahibi olduk.” diyorlar. Çünkü bir yerden yardıma ulaşabilmek için kimlik sahibi olmaları gerekiyor ve Suriyeli kimliği bunun için yeterli olmuyor. Dolayısıyla Alevi Suriyeli, Sünni Suriyeli, Dürzi Suriyeli ya da Hıristiyan Suriyeli olmak zorunda kalıyorlar. Bu durum onların en büyük şikâyetlerinden biri. İkinci şikayetleriyse Suriyelilerle sürekli hiyerarşik bir ilişki kurulması. Mesela, mülteci karşıtı olmadığını ya da mültecilerle dayanışma gösterdiğini söyleyen kişiler ve gruplar da bu hiyerarşik ilişkiyi kurarak “Zavallı savaştan kaçıp gelmiş, Suriyeliler bize muhtaçlar ve biz onlara yardım ediyoruz.” şeklinde düşünüyor. Halbuki Suriye toplumu da kültürel, sanatsal, fikirsel her alanda üretim yapan bir toplum. Ancak burada bir toplumun bir parçası olarak görülmüyorlar. Dolayısıyla mültecilerle dayanışma hususunda insani yardım boyutunun ötesine geçip eşitler arasında kurulan gerçek dayanışma ağlarının örgütlenmesi gerektiği talebini de iletmiş olayım. Bu noktada, Kobani’den gelen sığınmacılarla gerçekleşen dayanışmanın, maalesef Suriyeli sığınmacılara gösterilmediğini vurgulamak istiyorum. Kobanili sığınmacıların, olması gerektiği gibi, siyasi öznellikleri tanınarak bir dayanışma gerçekleşti. Ancak Suriyeli sığınmacılarla kurulan ilişkide, büyük ölçüde vatandaş-sığınmacı hiyerarşisi kuruldu ve Suriyelilerin siyasi öznelikleri reddedildi. Son olarak değinmek istediğim nokta ise, geçici koruma altında olan Suriyelilerin seyahat özgürlüklerinin kısıtlanmış olması. Başka bir ülkeden vize almış olsalar dahi Suriyeliler, Göç İdaresi’nin izni olmadan Türkiye dışına çıkamıyorlar ve çıktıktan sonra Türkiye’ye geri dönemiyorlar. Bu izne ulaşmak ise oldukça zor ve çok uzun zaman alıyor. Birçok Suriyelinin belirttiği gibi hem rejimin hem de cihatçı grupların baskısında ve şiddetinden kaçarak topraklarını terk etmek zorunda kalan sığınmacılar Türkiye’ye hapis hayatı yaşamak için gelmediler.

 

Caritas Mülteci Servisi’nden Chiara Rambaldi’nin Konuşması

Öncelikle bu paneli organize eden ve buraya katılan herkese teşekkür etmek ve çok düzgün olmayan Türkçem için özür dileyerek başlamak istiyorum. Son beş senedir Caritas isimli uluslararası bir yardım kurumunda göçmenler ve mültecilerle çalışıyorum. Ağırlıklı olarak Iraklılarla çalıştım. Onların ve İstanbul’daki diğer göçmen ve mültecilerin durumlarından bahsetmek istiyorum. Öncesinde kısaca Caritas’ın çalışmalarından bahsedeceğim. Caritas’ın 1991’den beri İstanbul’da devam eden mülteci göçmen servisi adlı bir programı var. Bu program, din, siyasi görüş, uyruk, yasal statü ayrımı yapılmaksızın göçmen, sığınmacı ve mülteci statüsündeki herkese hizmet veriyor. Bu programın amaçlarından biri başvuranların acil ihtiyaçlarını karşılamak; battaniye, yemek kartı dağıtımı ve sağlık masraflarının karşılanması gibi acil ihtiyaçları sağlamak. Diğer yandan başvuranlara çeşitli konularda bilgilendirmeler ve birebir dosya takipleri yapıyoruz. Diğer kurumlarla ortak çalışmalar yürüterek ve yönlendirmeler yaparak burs programları aracılığıyla eğitim konusunda bu insanlara destek olmaya çalışıyoruz. 2006’dan beri devam eden özellikle kadınlara yönelik sosyal etkinlik programımız var. Haftada bir farklı ülkelerden gelen göçmen ve mülteci kadınlar bir araya geliyor ve birlikte karar vererek bir program oluşturuyorlar. Bazen bir doktor geliyor, bir seminer organize ediliyor, birlikte bir geziye ya da pikniğe gidiliyor. Bu program sayesinde İstanbul’daki mülteci-göçmen kadınların ihtiyaçlarını, hissettiklerini, yaşadıkları zorlukları anlamaya çalışıyoruz. Bu program dışında da bize başvuran herkese benzer bir sistem uyguluyoruz. Durumlarını, ihtiyaçlarını daha iyi anlayabilmek ve birebir ilişki kurabilmek için evlerine gidiyoruz. Tabii insanlar bizi kabul ederlerse. Beraber vakit geçirip ilişki geliştirmek uzun bir zaman alıyor. Şenay Hanım’ın benden önce bahsettiği tanımlar, onları diğer vatandaşlardan ayıran hukuki statüler. Bu insanların yaşadıklarına ve hayatlarındaki deneyimlerine bakarak kimin mülteci, kimin göçmen kimin sığınmacı olduğunu ayırt etmek zor. Örneğin Kongo’daki iç savaş sırasında ailesini kaybeden ve tecavüze uğrayan bir kadının akrabaları, aralarında para toplayıp bu kadın için Türkiye vizesi alıyorlar. Daha sonra bu kadın bir kaçakçı vasıtasıyla Türkiye’ye geliyor. Ancak burada tüm parası çalınıyor. Tek başına ve herhangi bir destek olmadan kalmış olmasına rağmen Birleşmiş Milletler’e iltica için başvurmuyor. Bana göre bu kadın bir mülteci iken yasalara göre bir göçmen. Ticari bir vizeyle giriş yaptığı için ise ekonomik göçmen. Bu nedenle mülteci, göçmen gibi kategorilerin gerçek hayatta net olarak ayrışmadığını söyleyebiliriz.

Benim bu sunumda bahsedeceğim gruplar Suriyeli olmayanlar. Mülteci olarak burada yaklaşık 200 bin kişiden bahsediyoruz. Düzensiz göçmenlerin sayıları ile ilgili bir tahmini bilgi vermek bile çok kolay değil. Yaklaşık iki yüz bin olduğunu söylediğim Suriyeliler dışındaki mültecilerin çoğu Iraklı; ya Birleşmiş Milletler’e başvuru yapanlar ya da yapmayı bekleyen kişiler. Birleşmiş Milletler’in duyurduğu rakamlara göre 112 bin kişi başvuru yapmış durumda. En kalabalık grubu Iraklılar oluşturuyor. İkinci sırada Afganlar geliyor. Son olarak da İranlılar ve Somalililer. 2013’ten sonra Suriyeli mültecilerin sayısında büyük artış gördük. İstanbul’da nerelerde oturduklarını siz benden daha iyi biliyorsunuz. Her yerde oturuyorlar artık. Avrupa tarafında, Asya tarafında… Esenler, Sultanbeyli, Kanarya, Şirinevler… Merkezi yerlerde de yaşıyorlar. Tarlabaşı, Dolapdere’de de çok fazla Suriyeli aile var. Bize başvuranlar çoğunlukla kalabalık, çocuklu, bebekli aileler. Bu sene Musul ve Şengal’de yaşanan son olaylardan sonra Iraklılar’ın Türkiye’de olması farklı bir boyut kazandı. Iraklılar Türkiye’de hep vardı. Suriyeliler gelene kadar en büyük kayıtlı mülteci nüfusu onlardı. Ama 2013 Mayısından sonra sayıları bir anda çok fazla artmaya başladı. Gelenler çoğunlukla Hıristiyanlar ve Ezidiler. Bu insanlar da yanlarına tek bir çanta alıp kaçmak zorunda kalan insanlar. Peki, şu an burada veya diğer şehirlerde nasıl yaşayabiliyorlar? Genellikle akrabalarının yanına yerleşiyorlar. İstanbul’da Kurtuluş, Feriköy, Dolapdere gibi semtlerde senelerdir burada yaşayan büyük bir Iraklı topluluk var, onların yanına da gidiyorlar. Bu demek oluyor ki ufak bir dairede önceden on kişi yaşıyorken şimdi otuz kişi yaşıyor.  Buralarda kiralar inanılmaz şekilde arttı. Mesela Kurtuluş’ta artık bir daire kiralamak neredeyse imkânsız çünkü kiralar çok pahalı. Bu durum, bir tür istismara dönüştü. Yeni gelenlerin Birleşmiş Milletler ile ilk görüşmesi beş - altı sene sonra gerçekleşecek. Bundan sonra da prosedürlerin tamamlanması seneler sürecek.  Bu da bu insanlar için yasal açıdan çok büyük bir belirsizlik ve umutsuzluk demek…  İnsanlar tamamen umutlarını kaybediyorlar. “Ben nereye tam olarak yerleşebileceğimi öğrenmek için yirmi sene mi bekleyeceğim? Çocuklarım büyüyecek, evlenecek. Ne olacak? Ne yapacağım?” diye düşünüyorlar.

Afganların durumundan  genelde çok bahsedilmiyor. Afganların da Türkiye’de çok büyük bir nüfusu var. Kayıtlı olan 30 binden fazla kişiden bahsediyoruz. Mayıs 2013’ten itibaren yaşanan durum nedeniyle onlarla ilgili BM prosedürleri askıya alındı. Bu sene Nisan ayında Ankara’da, BM’nin kapısı önüne çadırlar kuruldu, açlık grevi ve eylemler yapıldı. Fakat hala bu duruma bir çözüm bulunmadı. Otoriteler “İran’dan çok fazla Afgan gelebilir. Bunu öngörmek için şimdilik prosedürleri durdurup ne olacağına bir bakalım” gibi bir düşünceyle hareket ediyor olabilirler.

Son olarak Afrikalılardan bahsetmek istiyorum. Bize başvuran Afrikalılar Kongo, Kamerun, Uganda, Fildişi Sahili, Mali, Senegal ve Nijerya gibi çok çeşitli ülkelerden geliyorlar. Genellikle Kumkapı, Aksaray, Dolapdere, Tarlabaşı’nda ya da Kocamustafapaşa, Esenler gibi semtlerde oturuyorlar. Fazla kategorize etmek de istemiyorum ama Nijeryalı ve Senegalliler daha çok ticari aktivitelerle ilgileniyorlar. Kongo ve Ugandalılar ise bazen mülteci kimliği ile geliyor. Birçok genç kadın da, bebekleri ya da çocukları ile beraber yalnız geliyor. Kalabalık evlerde oturuyorlar. 15-20 kişi aynı evi paylaşıyor. Yaşadıkları problemlere gelirsek, bunlardan biri çalışma izni… İltica gibi koruma talep edenlere çalışma hakkı veriliyor; ancak yine de çalışma izni almak çok sorunlu. Çalışma izni almanın o kadar zor ve masraflı bir prosedürü var ki neredeyse hiç kimse almıyor. Bu da demek oluyor ki çok büyük bir kayıt dışı çalışma durumu söz konusu. Mesela Ugandalı kadınlar şunları anlatıyor: “Genelde çanta fabrikalarında, tekstil firmalarında ya da ufak atölyelerde çalışıyoruz. Bize bir ay boyunca bir iş veriyorlar. Ay sonunda ‘Bu bir deneme süresiydi, ben sana maaş vermem’ diyorlar.” Bu durumda kadınlar ne yapabilirler? Hiçbir şey yapamazlar. Polise başvurmaktan korkuyorlar. Bazen belgesizlikten dolayı, bazen “Zaten polis bir şey yapmaz.” düşüncesinden, bazen de “Bunu nasıl ispatlayabilirim?” endişesinden ötürü başvurmuyorlar. Bu korumasızlık durumu, çok büyük bir güvencesizlik oluşturuyor. Kadınlar “Ne yapsak, kime gitsek, nereye başvursak” diye düşünüyorlar. Özellikle dil mülteciler için ciddi bir problem. Hastaneye gidebilmek için, biraz daha iyi işlere ulaşabilmek için dahi dil çok önemli. Barınma sorunundan, yüksek kira fiyatlarından bahsettim. Bazen ev sahipleri tarafından tehdit de ediliyorlar. Mesela kontratsız kiralanan evlerde oturan insanlar kirayı ödüyor, bir sonraki ay ev sahipleri “Yok ödemediniz, çıkın evden!” diyebiliyor. Diğer bir sorun eğitime erişim. İstanbul’da, Iraklılar, Suriyeliler çocuklarını bazen devlet okullarına kayıt yaptırsalar da dil sorunu yine ciddi bir engel olarak karşılarına çıkıyor. Aileler okul masraflarını zorlukla karşılıyorlar. Belgesiz göçmenlerin çocukları ise okula gidemiyor. Bazen okul müdürleri enformel olarak çocukları kabul edebiliyor. Okulda da başka sorunlar yaşanıyor. Mesela Afrikalı beş yaşındaki bir çocuğu diğer veliler ebolalı olabilir diye şikâyet etti ve çocuk okuldan atıldı. Sağlık erişimi konusunda Suriyeliler daha farklı bir konumda çünkü onlara ücretsiz sağlık erişimi sağlanıyor. Burada da birtakım sorunlar çıksa da en azından onlar için çıkartılmış bir yasa var. Belgesiz göçmenler hastaneye gittiklerinde polisin çağrılmasından korkuyorlar. Acile başvurduklarında belli bir ücret isteniyor ya da turist olarak görülüyorlar ve ona göre bir ücret isteniyor. Bu da normal bir muayene için bir Türkiye vatandaşından istenenin 4-5 katı bir fiyat demek. En büyük sorunlardan biri de haklar ve prosedürler hakkındaki bilgi eksikliği. Sahip oldukları hakları kimse onlara net ve düzenli bir şekilde aktarmıyor.

Özellikle kadınların yaşadıklarından bahsetmek istiyorum. Kumkapı gibi bir yeri düşünelim. Sokakta, iş yerlerinde ve evlerinde dahi uğradıkları birçok taciz vakası, ırkçılık, doğrudan saldırı, tecavüz ve bazen insan ticaretine kadar giden olaylardan bahsediyoruz. Sığınma evleri gibi kadınlara özel koruma mekanizmaları çok az ve mülteci ve sığınmacıların buralara kabul edilmesi de oldukça zor. Bu sistem göçmen kadınlar için işlemiyor. Genellikle Türkiye vatandaşları sığınma evlerinde barınıyor ancak onlar için dahi bu evlerden yeterli sayıda yok. Bu yüzden mültecilerin oraya girmesi neredeyse imkansız ya da çok istisnai. Hukuki destek çok önemli, örneğin burada BMMYK’nın devreye girmesi yer yer etkin olabiliyor. Türkiye’de bu dönemde yasalar, yönetmelikler çok çabuk değişiyor. Yasalarda yazılan ve kâğıt üzerinde verilmiş gözüken güvencelere, haklara insanların ulaşabilmesi için ciddi bir hukuki destek sağlamak lazım.

Negatif bir tablo çizmek istemiyorum. Bu insanlarla beraber zaman geçirip ihtiyaçlarını anlamak ve bunları gidermek için dayanışma ağları kurmak gerek. Sayıları az olsa da bu tarz çalışmalar yapılıyor. Mesela Sınır Tanımayan Kadınlar adında yeni bir grup var. Ugandalı kadınların kurmaya çalıştıkları bir dernek var. Bunlar genelde kadınlardan oluşan gruplar ve herkese açıklar. Benim özellikle vurgulamak istediğim bu dayanışma ve beraberlik hissini kurabilmek. Bu mekanizmaları oluşturabilmek önemli diye düşünüyorum. Bu noktada BÜKAK gibi benzeri kadın gruplarının ya da öğrenci inisiyatiflerinin dayanışması son derece önemli.

 

Nurcan Baysal’ın Konuşması

Birkaç aydır Diyarbakır’da Ezidiler ve Suruç’ta Kobanêliler için kurulan kamplarda gönüllü olarak çalışıyorum. Ağustos ayından sonra Şengal katliamından kaçıp gelen Ezidilerle ilgili yardım faaliyetlerine katıldım. Öncelikle Zaho ve Duhok’a gittim. Zaho ve Duhok’ta durum çok kötüydü. Ezidiler, Zaho ve Duhok’ta genellikle inşaatlarda kalıyorlar. Duhok’ta inşaatı tamamlanmamış lüks binaların içinde barınıyorlar. Sokaklar ve köprü altları da Ezidiler’in kaldıkları diğer yerler. Camilerde ve okullarda da Ezidiler var. Duhok’a gittiğim dönemde okullar kapalıydı. Yetkililer tüm okullarda Ezidiler kaldığı için okulların açılamayacağını söylemişlerdi. Zaho ve Duhok arasında 20 bin kişilik bir tane Birleşmiş Milletler kampı vardı. İnşaatların içerisinde kalanlara da Kürdistan Bölgesel Yönetimi hizmet veriyor. Her gün bu inşaatları dolaşıp kuru gıda getirmeye çalışıyorlar. Sağlık hizmetleri de ücretsizdi. Ancak o koşullarda sağlıklı olmaları mümkün değildi. Birçoğu battaniye ve kilimlerin içerisinde yatıyordu. Yemekler çöplerden çıkarılan içi paslı tenekelerde pişiyordu. Beni gezdiren Peşmergeye durumun neden bu kadar kötü olduğunu sordum. Türkiye’deki kamplar yoksul belediyeler tarafından yönetilmesine rağmen çok daha iyi konumdaydı. O zaman Duhok’a gelen Ezidi nüfusun 250 bin civarında olduğunu ve bunun Bölgesel Kürt Yönetimi’nin bakabileceği bir nüfustan çok daha fazla olduğunu söylediler.  Genelde herkes Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin elinden geldiğini yaptığını düşünüyordu. Ezidilerle konuştuğumda “Allah razı olsun herkes bize bakıyor.” cevabını veriyorlardı. Geçen hafta öğrendiğim yeni bir gelişme var. Bölgesel Kürt Yönetimi IŞİD’den kaçarak evini toprağını kaybeden Ezidilere aile başına ayda 800 dolarlık bir yardım başlatmış. Diyarbakır kampında bile aylık parasını almak için Güney Kürdistan’a geçen  ve kaçak yolla tekrar Türkiye’ye geri dönenler var. Bu aylık da Ezidiler için bir gelir kaynağı. Ancak aylık alabilmeleri için kayıtlı olmalılar.

Türkiye’deki Ezidi kamplarındaysa sayılar haftadan haftaya farklılaşabiliyor. Türkiye’deki kamplarda yaklaşık 30 bin kişi civarında Ezidi vardı. Geçen hafta Cuma günü GAP koordinasyon merkezinden aldığım rakama göre şu an on sekiz bin civarında Ezidi var. Sayıları azaldı. Çünkü, bir kısmı Kobanê olaylarının etkisiyle geri dönmeye başladı. Bir kısmı da akrabalarının yaşadıkları bölgelere yerleştiler. Bölgenin her yerinde Ezidi kampları var; Diyarbakır, Siirt, Şırnak, Cizre, Silopi... Diyarbakır’da sadece  Fidanlık denilen alanda değil, birçok ilçede de Ezidi Kampları var. Ezidi Kampları’nın bazıları birleştiriliyor. Örneğin; Silopi ve Cizre Kampları bu hafta kapatılarak sığınmacılar Şırnak’taki kamplara gönderilecek ve Şırnak’taki kamp büyütülecek. Kampların birleştirilmesinin birçok nedeni var. Belediyelerin kamplara bakamayacak kadar küçük olması bu nedenlerden biri. Örneğin Silopi’den çok sayıda Ezidi, Diyarbakır Kampına geldi ve Diyarbakır Kampı her geçen gün büyüyor. Cizre’deki kamp koşulları da çok kötüydü. Çünkü kamp bir sanayi bölgesinde kurulmuştu. Midyat hariç bütün kamplar bölge belediyeleri tarafından yönetiliyor ve dışarıdan gelen yardımlarla bu kamplar idare ediliyor.

Kamplar genelde şehir dışında bulunuyor. Mesela Diyarbakır’da şehrin 10 km dışındaki piknik alanında Fidanlık Kampı var. Piknik alanı olması Diyarbakır için bir şans. Kimi yerlerde sanayi bölgeleri kampa çevrilmiş, kimi yerlerdeyse Şırnak’ta olduğu gibi madencilerin eski lojmanları kampa çevrilmiş durumda. Bu nedenle yerel halkla sığınmacılar karşılaşmıyor. İlk başlarda belediyelerin kendi aralarındaki koordinasyonu çok fazla değildi. Sonrasında belediyeler GAP Belediyeler Birliği çerçevesinde bir koordinasyon merkezi oluşturdular. Bu sayede daha koordineli çalışıyorlar. Kamplardaki sivil toplum örgütleri başlangıçta çok azdı ve genellikle yerel örgütler kamplarda çalışıyordu. Şu an sivil toplum örgütlerinin sayısında bir artış var. İlk başta kamplara yemek dışarıdan geliyordu. Bazı yerlerde öğlen ve akşam yemeği için belediyeler birtakım yerlerle anlaşma yapmıştı. Ancak bir müddet sonra belediyeler bunu karşılayamamaya başladılar. Bu sebeple, kamplarda mutfaklar oluşturuldu. Mutfakta öğlen ve akşam yemekleri pişiyor. Sabah kahvaltısı için her çadıra haftalık kahvaltı veriliyor ve aileler kahvaltı ihtiyaçlarını oradan karşılıyor. Bir de kampların dışında kalan Ezidiler var. Mesela Silopi’de evlerde kalan çok fazla Ezidi var. Midyat ve Batman’ın eski Ezidi köylerinde kalan Ezidiler var. Buralarda da yemek ihtiyacı için belediyeler ticket dağıtıyor ve belediyelerle anlaşmalı olan marketlerden Ezidiler bu ticketlarla ihtiyaçlarını alıyorlar. Kampların çoğunda poliklinik, mutfak ve genellikle erkeklerin kullandığı bir tane televizyon çadırı var. Kadın ve çocuk çalışmaları için çadırlar yeni yeni kuruluyor. Sağlık açısından bir statüleri yok. İki hafta önce Yabancılar Şubesi ile konuşuldu. Bir Yabancı Tanınma Belgesi verildi ve bu belgeyle devlet hastanelerinde tedavi olabiliyorlar. Ama bu durum tüm illerde geçerli değil. Doğum ya da ameliyat gibi masrafların bir kısmı belediyeler tarafından karşılandı. Karşılanılamayan masraflar nedeniyle şu an bölge belediyelerinin bir kısmı hastanelere borçlu. İlaçları da ücretsiz alamıyorlar. İlaçlar 11. Bölge Eczacılar Odası, Mardin Şırnak Eczacılar Odası’nın başlattığı kampanya ile temin ediliyor.

Kamplardaki sosyal yaşamdan bahsedebilirim. Çoğu kampta meclisler oluşturuldu ve kararlar ortak alınıyor. Bu durum herkesin hoşuna gitmiyor. Çünkü Ezidiler’de ciddi bir kast sistemi var. Beş tür kast var: Mir, pir, şeyh, fakir ve mürid. Oluşturulan mecliste bir pir ve bir fakirin eşit söz hakkı var. Bu durum ciddi sorunlara sebep olabiliyor. Kampların bir kısmında eğitim ve çocuk atölyeleri, kadınlarla ilgili çalışmalar da başladı. Bildiğim kadarıyla bu kampların iki tanesinde kadınlar için dikiş atölyeleri kuruldu. Ezidiler’in her kastında farklı bir renk kutsal olabiliyor. Mesela bir kastta mavi kutsalsa mavi giymiyorlar diğerinde yeşil kutsalsa yeşil giymiyorlar. Şehidi olan aileler kahverengi ıslak elbise giyiyorlar. Dolayısıyla, kendi elbiselerini kendileri dikmek istiyorlar. Diyarbakır Kampı’nda küçük bir dikiş atölyesi kuruldu ama kumaş ihtiyacından dolayı henüz çalışmıyor. Ezidilerin kendi içlerinde hemşire, eğitimci olan insanlar var. Onlar da kamplarda çalışmaya başladılar. Şehirlerde istihdamlarına yönelik de projelerden de bahsediliyor ama bu konuda henüz bir adım atılamadı.

Kobanêlilerin kaldığı kamplara birkaç kere gittim. O kamplarda da rakamlar sürekli değişiyor. En son gittiğimde bana 180 bin civarında Kobanêli olduğu söylendi. Bunların bir kısmı Suruç, Halfeti ve Birecik gibi yerlere dağılmış, diğer kısmıysa tarlalarda çalışmaya gitmişti. Onlar geri döndükçe Suruç’taki nüfus gittikçe artıyor. En son bir ay önce Suruç’ta her tarafta Kobanêli vardı. Diyarbakır’a geldiğinizde büyük Ezidi göçünün etkisini görmeyeceksiniz. Çünkü Ezidiler şehrin 10 km dışında bir kampta kalıyorlar ama Suruç öyle değil. Kobanêliler Suruç’ta her yerdeler.  Kobanêliler için Suruç’ta hem belediyenin hem AFAD’ın kurduğu kamplar var. AFAD Kampı’nda bir ay önceki rakam 6.000 kişiydi. Belediyenin kurduğu kamplarda 5.000 kişi kalıyordu. Bu  en azından 170.000 civarında insanın dışarıda kalması anlamına geliyor. O dönem AFAD Kampı’nda 3.000 kişilik boş yer vardı. Belediye eş başkanı Zahide Hanım ile konuştuğumda “Parkta yatan insanlara bile ‘Hadi kalkın kampta boş yer var. Sizi oraya götürelim’ dediğimizde gitmiyorlar.” demişti. Çünkü Türkiye Devleti’ne güvenleri yok. Türkiye Devleti’nin IŞİD’e destek verdiği düşünülüyor. Dolayısıyla AFAD’ın kamplarına gitmeye korkuyorlar. Zahide Hanım bir kısmını dışarıda kalmamaları için kamplara götürdüklerini söylemişti. Bunun dışındaki nüfus ise köylerde, evlerde ve sokaklarda.

Kobanêliler ile Ezidiler arasında şöyle bir fark da var. Ezidiler geri dönmek yerine Avrupa’ya gitmek istiyorlar ve Avrupa’nın onları kabul edeceğini düşünüyorlar. Kobanêliler ise geri dönmek istiyor. Geçici olarak burada olduklarını düşünerek planlarını yapıyorlar.

Ezidi kamplarında devletin olmaması ciddi bir sorun. Midyat'ta AFAD'ın kurduğu bir kamp var. Bu kampta 5000 civarında Suriyeli yaşıyor ve 2500 kişilik boş yer var. Bu boş yerlere Ezidilerin bir kısmı yerleştirildi. Midyat dışındaki tüm Ezidi kampları bölge belediyeleri tarafından kuruldu ve bu kampları belediyeler yönetiyor. Devletin Ezidiler için niye kamp kurmadığı sorgulanması gereken bir konu. Odun ve gıda yardımlarının devletin sorumluluğunda olması lazım. AFAD yetkilileri, Nusaybin'de 17.000 kişilik kamp kurulduğunu, Kürt belediyeler ve Kürt Siyasal Hareketi’nin Ezidilerin bu kamplara gelmesini istemediklerini söylüyor. Ezidiler, müslümanlardan korkuyorlar. Türkiye devletinin de İŞİD’i desteklediğini düşündükleri için devlet kamplarından daha çok korkuyorlar. Bölgedeki belediye kamplarında bile Ezidilerle çalışanların ilişkileri yeni yeni oturmaya başladı. Belediyeler Ezidileri AFAD kampına yollayabileceklerini söylüyor. Çünkü kampların maddi yükü çok fazla ve belediyeler kendi işlerini yapamıyorlar. Öte yandan da Ezidiler de bu kamplara gitmek istemiyor. Bunun üzerine belediyeler bir öneri getirdi. Ezidiler AFAD kamplarına gitsin ama bu kamplar belediye ile birlikte yönetilsin. Beraber yönetme konusunda anlaşılamadığı için bu sorun da ortada kaldı. Ortak bir koordinasyonla yeni kurulan AFAD kamplarını yönetme konusunda anlaşma sağlanamıyor.

Kürt Siyasal Hareketi’nin yaklaşımından da bahsetmek istiyorum. Kürt Siyasal Hareketi, Ezidileri bir arada tutmaya çalışıyor ve Ezidiler, Şengal’e dönsün istiyorlar. Bir kamp çalışanı bana şöyle söyledi: “Arkadaşlarımız canlarını ortaya koyup onları buraya getirdi, şimdi biz de onlara en iyi şekilde bakacağız ve onları yurtlarına geri göndereceğiz.” Kürt Siyasal Hareketi Ezidiler dağılırsa, Ezidi toplumunun kalmayacağının farkında. Eğer geri dönmeyeceklerse, Kürt Hareketi eski Ezidi köylerini açmayı ya da Ezidiler için yeni ekolojik köyler kurmayı hedefliyor. Ezidiler ise Avrupa’nın onları kabul etmesini istiyor. Ama, ben kişisel olarak Avrupa’nın Ezidileri kabul edeceğini düşünmüyorum.

Ezidi kültüründeki değişimlerden de bahsetmek istiyorum. Ezidiler savaşçı bir halk değil. Kendini korumak için bile şiddet kullanmak Ezidilerin kültüründe yok. Savaşmayı YPG’lilerle öğreniyorlar. YPG'nin çağrısıyla bazı Ezidi gençleri geri dönmeye başladı. Müslümanlara hiçbir şekilde güvenmiyorlar. Örneğin, spor yaptırmak için hocalar kamplara gidiyor ve Ezidiler yaptıkları hareketin namaz hareketi  olup olmadığını sorguluyor. Ezidiler çocuklar da dahil olmak üzere katliama tanıklık edip gelmişler. Bu nedenle durumları diğerlerinden farklı. Yeni yüzleşmelerle kast sistemi de dönüşüme uğruyor, kamplarda karşılaşmalar yaşanıyor. Bir yanda kamplarda “kadın erkek eşitliği bizim kırmızı çizgimizdir” diyen Kürt Siyasal Hareketi diğer tarafta da göç etmiş kadınların neredeyse dışarı çıkmasını istemeyen ataerkil bir toplum var. Savaş kadın bedeni üzerinden de yürütülmüş. Diyarbakır kampında 13 yaşında bir Ezidi kız birine kaçtı. Ezidi kültüründe kaçan kızın aileye geri gelmesi öldürülmesiyle eş değerdir. Kürt hareketi kızı getirip aileyle konuşuyor. Bu dönüşümden Ezidi erkekler ne kadar memnun bilmiyorum ama kast sistemi ve ataerkil yapı değişmeye başlamış durumda. Geçen hafta bir kamptaki bir çalışana bu durumu sorduğumda “O kastları yıkacağız, yerine devrimci düşünceler koyacağız.” demişti.

Yurt dışından gelen yardımlarla ilgili yanlış bilgilendirme yapılması da önemli bir nokta. Başbakan bir televizyon programında 200 bin Kobanêliye baktıklarını söyledi. Suruç’taki AFAD kampında o zaman 6000 Kobanêli vardı. Midyat’taki kampta sadece 2500 Ezidi’ye devlet bakıyor. Yaklaşık 220 bin kişi dışarıda yani onlara devlet bakmıyor. Öncelikle doğru bilgiyi ortaya koymak lazım. Bu insanlara bölge halkı, bölge belediyeleri ve dışarıdan gelen yardımlarla bakılıyor. Bunun yanında yurtdışındaki hükümetlerden destek istediğimizde Türkiye hükümetine Ezidiler ve Kobanêliler için şu kadar para verdiklerini söylüyorlar. Bu paranın nerede olduğunu bilmiyoruz. Sığınmacılar için Avrupa’dan hükümete gelen para bile bu insanlara ulaşmıyor. İnsani yardımda bir an önce şeffaflık talep etmek gerekiyor.

Kamplardaki ihtiyaçlara değinmek istiyorum. Çadırların ciddi bir kısmı yazlık çadır olduğundan çadır önemli bir ihtiyaç. Sosyal çadırlar da çok önemli çünkü bazı kamplarda kadın ve çocuk çalışmaları başlatıldı. Bazılarında ise kadın ve çocuk çalışmaları sosyal çadır eksikliğinden dolayı başlatılamıyor. İzolasyon ve ısınma malzemeleri çok gerekli. Davutoğlu’nun konuşma yaptığı, 200 bin kişiyi misafir ettiklerini söylediği gün, biz  odun bulmak için çalışıyorduk. Kamplarda soba bulmuştuk ama odun bulamamıştık.  Devlet her yere kömür dağıtıyor ama  kamplarda odun bile yok. Eğitim malzemeleri de çok önemli bir ihtiyaç. İlaçlar Eczacılar Odası’nın kampanyasıyla karşılanıyor ve bu nedenle Eczacılar Odası’na yapılan bağışlar çok kıymetli. Oyun çadırları da çok önemli. Havalar güzelken çocuklar dışarıda oynayabiliyordu. Çocuklar şu an bütün günlerini on-on iki kişilik ailenin birarada yaşadığı çadırlarda geçiyor. Psikolojik destek de önemli bir nokta. Kamp çalışanları ve benim gibi gönüllü insanlar da bunalıma girmek üzere olduğundan bizler için de psikolojik destek önemli. Bütün sorunlara rağmen kamplarda hayat devam ediyor. Çocuklar doğuyor, yaşlılar ölüyor, kız kaçırmaları oluyor, düğünler yapılıyor. Örneğin Diyarbakır kampında geçen hafta 35. çocuk doğdu. Anneler hamilelik sürecinin büyük bir kısmını Şengal Dağı’nda susuz geçirdikleri için çocuklar böbrek yetmezliğiyle doğuyorlar.

Son olarak da sivil toplum örgütlerine ve neler yapılabileceğine değinmek istiyorum.Yereldeki sivil toplum örgütleri baştan beri vardı. Şu an batıdan STK’lar gelip çalışmaya başladılar. Eczacılar Odası, Tabipler Odası, Eğitim-sen, Kurdi-der gibi örgütlenmeler ve sağlıkla ilgili dernekler zaten kamplarda çalışıyorlar. Bizler buradan neler yapabiliriz? Yardım kampanyalarını desteklemek çok önemli. Örneğin ilk başlarda yardım kampanyaları çok desteklendi ve gıda sorunu yoktu. Ama şu an var. Geçen hafta belediyedeki koordinasyon merkeziyle toplantı yaptık. Her yerde gıda bitmek üzere.  Gıda bitmek üzere olduğundan şu sıralar gıda desteği çok önemli. Kıyafet desteği de çok önemli. Sosyal çalışmalar yapabilecek gönüllülere ihtiyaç var. Geçen hafta Eğitim-senli hocalar kampta bazı çalışmalar başlatmıştı. Ezidiler, çocuklar dahil çoğunluğu katliama şahitlik ederek geldiler ve bu sosyal çalışmalar onların sorunlarından uzaklaşmasını sağlıyor. Diğer bir nokta da yurtdışında yardım kampanyaları düzenlemek. Mesela biz Almanya ve birtakım yerlerde bu kampanyaları başlattık. Kampanyaların tasarımı, yabancı dile çevrilmesi ve iletişim ağının oluşturulması çok kıymetli. Örneğin 5000 Ezidi kadının nerede olduğu hala bilinmiyor. Bunlarla ilgili kampanyaları başlatarak bütün dünyaya yaymayı ve hükümetlere baskı yapmayı düşünüyoruz. Ancak çok az kişiyiz. Kampanyalarda bize destek verebilecek bir ekip olsa bu işler çok daha rahat olur. Gönüllü doktor, psikolog ve hemşireye de ihtiyaç var. Çocuk çalışmaları açısından kamplarda tiyatro, müzik ya da fotoğrafçılıkla ilgili kulüpler kurmak çok önemli. Ezidilerin kalacağı süre belli değil -ki çok uzun süre kalacaklarını düşünüyorum. Kobanêliler daha kısa sürede dönebilir ama Ezidilerin dönebilecek bir yurtlarının olup olamayacağını bile bilmiyoruz. Bir diğer noktada deneyimleri raporlaştırarak bölge belediyeleri için kılavuz hazırlamak. Bundan sonra daha fazla göç alacağımız çok açık. Eğitim materyallerinin çevirisi buradan yapılabilir. Köylerde kalan Ezidiler ve Kobanêliler için küçük seracılık gibi çalışmalar başlatılabilir. Dikiş atölyeleri için kumaş, soba için odun, kadınlar için eğitimler ve müzik aletleri gerekli. Buradan yapabileceğimiz çok fazla şey olduğunu düşündüğümden “Hadi gayret.” diyorum ve teşekkür ediyorum.

 

Demokratik Toplum Kongresi Sağlık Meclisi’nden Zahide Daş’ın Konuşması

Ben üç hafta kadar Suruç’ta çadır kentlerde çalıştım. Oradan yeni döndüm. Bölgedeki genel görünümü çizdikten sonra yürüttüğümüz sağlık çalışmalarına değineceğim. Verilerimize göre 15 Eylül 2014 tarihi itibariyle yani IŞİD’in Kobanê saldırısından sonra, Suruç civarına 100 binin üzerinde göçmen geldi. Bunun akabinde bizler SES, TTB ve DTK Sağlık Meclisi gönüllülerinden oluşan sağlık emekçileri ve sağlık öğrencileriyle beraber iki çadır kentte kurulan polikliniklerde sağlık hizmeti vermeye başladık. Amara Kültür Merkezi’nde de bir poliklinik vardı ancak kapatıldı. Şu an iki çadır kentte poliklinik hizmeti verilmeye devam ediliyor. Bu polikliniklerde tedavi edici sağlık hizmetleriyle koruyucu sağlık hizmetlerini beraber yürütmeye çalışıyoruz. Bu hizmetleri belediye, siyasi partiler ve STK’lardan oluşan Suruç-Kobanê koordinasyonuyla birlikte gerçekleştiriyoruz. Başka bir gönüllü grup da savaşın başladığı günden beri Suruç Devlet Hastanesi’nde çalışmakta. Burada da yine TTB, DTK Sağlık Meclisi üzerinden çağrılarla, gönüllü ekipler aracılığıyla özellikle cerrahi hekimler ve sağlık personeliyle beraber bir çalışma yürütüldü. Nurcan arkadaşımın da bahsettiği gibi AFAD’ın kurduğu bir çadır kent var. Bizdeki güncellenmiş son verilere göre bu çadır kentin nüfusu 6.000. Ancak valilik tarafından idare edildiği için henüz oraya gidip bir çalışma yürütemedik. Onun dışında Kobanê Çadır Kenti, Rojava Çadır Kenti, Arîn Mîrkan Çadır Kenti, Suphi Nejat Ağırnaslı Çadır Kenti ve son olarak Kader Ortakaya Çadır Kenti var. Bu çadır kentlerin nüfusu bizim tespitlerimize göre 10.000 kişi civarında. Suruç’un çevresinde bulunan 206 köyde 8100 kişi, Suruç merkezi mahallelerinde ise 20.100 göçmen tespit etmiş bulunmaktayız. Diğer ilçeler ve illere dağılımlarla ilgili net bir bilgimiz yok ne yazık ki. Biz çadır kentlerde veri çalışması yürüttük. Çadırda kalanların kimlik bilgilerine ulaştık ve bunların içinden de bizim için önemli olan 0-3 yaş grubu çocukların ve gebe kadınların sayısını tespit ettik. Bulgularımıza göre 0-3 yaş grubu arası çocuk sayısı 4226, gebe sayısı ise 200’e yakın. Bu sonuçlardan ayrı olarak doğum süreçleri ya da yeni gebelikler nedeniyle ulaşamadığımız kadınlar da olabilir.

Göç alımının çok hızlı olmasından ötürü çadır kentlerin kurulumunda bir takım fiziki sıkıntılar yaşanıyor. Özellikle suya erişim önemli bir sorun. Suruç’un normal şartlarda da su sıkıntısı var. Çadır kentlerde su ihtiyacı su depolarına itfaiye tarafından aktarılan sularla gideriliyor. Tuvalet ve banyo sayısında ciddi eksiklikler var. Bu eksiklikler giderilmeye çalışılıyor. Yemeklerin dağıtımları, Kızılay ve Van Belediyesi’nin aşevi tarafından öğlen ve akşam olmak üzere günde iki defa yapılıyor. Orada olduğum dönemde Kızılay yemek olarak bir hafta boyunca her öğün sadece makarna ve mercimek getirdi. Bir süre sonra çadırdakiler bu yemekleri yemeği reddettiler. Hatta bir çadır kentte bu konuyla ilgili protesto yapıldı. Bu gibi sebeplerden ötürü beslenme yetersiz. Özellikle de yeni doğan ve gebelerin sayısına kıyasla getirilen yiyecekler protein açısından oldukça fakir. Çadır kentlerin koşulları yetersiz olduğu için ek gıda temini ve mevcut gıdaları saklama koşulları da kısıtlı.

Bizim sağlık çalışmamızda koruyucu sağlık hizmeti önceliğimiz oldu. Çadır kentlerde bulaşıcı hastalıkların yanı sıra yaygın ishal ve solunum yolu rahatsızlıklarıyla karşılaştık. Kamu kurumlarındaki sağlık kuruluşlarından faydalanamadıklarından dolayı Kobanêli halk bizim çalıştığımız bu kliniklere yöneldi. Kliniklerde ciddi bir yoğunluk yaşandı. Biz muayenelerini yapıp, ilaçlarını elden ücretsiz olarak veriyorduk. AFAD’a kaydı olanlar ise hastanelerde muayene olabiliyordu ancak eczanelerden reçeteleriyle ilaç alamıyorlardı. Reçeteyle gittikleri zaman yüzde 20’lik bir ücret farkı ortaya çıkıyor. Paraları olmadığı için de bu ilaçları alamıyorlar. Bu yüzden bizim polikliniklerimize geliyorlar. Ancak biz onları ısrarla AFAD kaydına yönlendirdik çünkü ciddi kronik hastalıklar ve 0-3 yaş grubunda aşılanma problemi vardı. Sınırdan geçenler arasında çocuk felci ve kızamık aşıları yapılmış olan bir grup var. Ancak bir o kadar da aşıları yapılmamış, daha doğrusu üç yıldır Rojava’da devam eden savaştan dolayı aşı takibi yapılamamış birçok bebek ve gebe var. Gebe takiplerinin de yapılması gerekiyordu. Biz AFAD’la ve Göç İdaresi’yle olan görüşmelerimizde AFAD kayıtlarının hızlandırılması talebinde bulunduk. Uzun bir süre aile sağlığı merkezleri takip yapmadılar. Ancak oradaki arkadaşlardan dün aldığım haberlere göre aile hekimleri bir hafta evvel takiplere başlamışlar. Aşılara başlanacak. Devlet hastanelerinde muayeneler yapılabiliyor. Ancak katılım payı problemi halen devam ediyor. Çarpıtılmış bir sağlık algısı var. İnsanlar yaşamış oldukları travmalar nedeniyle psikolojik olarak her yerlerinin ağrıdığını düşünüyorlar ve sürekli ilaç talebinde bulunuyorlar. Biz de, Ata Soyer Sağlık Politika Okulu olarak yaklaşık 5 yıldır yürüttüğümüz sağlık politikaları çalışmasıyla, kapitalist modernitenin ürünü olan tüketime dayalı sağlık sistemine alternatif bir modelle çalışmalarımızı yürüttük. Çadır kentlere girdik ve oralarda özellikle kadınlarla bir araya gelip sağlık üzerine konuştuk. Şu an Kobanê, Arîn Mîrkan ve Rojava Çadır Kentlerinde sağlık komiteleri oluşturmuş durumdayız. Diğer çadır kentlerde de çalışmalar yürütülüyor. Bu komitelerde çalışan arkadaşlara, amatör sağlıkçılar adını verdik.

Bu komiteleri nasıl oluşturduğumuzdan bahsedeyim. Çadır kentlerde ağırlıklı nüfus kadın olduğu için kadınlarla sokak toplantıları yaptık. Basit düzeyde sağlık sohbetleri yaptık. Emzirme, emzirmenin önemi, ateş ve ishal, gebelik, doğum kontrol yöntemleri ve hijyen gibi konularda bilgi aktarımları yaptık. Onlardan gelen sorulara cevap vermeye çalıştık ve oradan seçtiğimiz, bizimle bu işi yapabilecek amatör sağlıkçılar tespit ettik. Mesela Rojava Çadır Kenti’nde beş Kobanêli amatör sağlıkçı kadınla beraber çalışmaya başladık. Neden böyle bir şey yaptık? Buradaki çadır kentlerin, yaşam alanları olduğu algısı ile yola çıkarak sorunların tespitinde ve çözümünde halkın dâhil olması gerektiği ve sorunları sahiplenmeleri noktasında sağlık komiteleri oluşturduk. Çadır kentlerin kamp dizaynının dışında bir yaşam alanı hâline gelmesi için meclisler oluşturulmasını savunuyoruz. Bunu da bir sağlık meclisi olarak düşünebiliriz. Bir sağlık meclisi yaratmak ve kendi kendilerine yetebilmelerini sağlamak istedik. Bu olumsuz koşullarda basit düzeydeki hastalıklarla (deneyimlenmiş geleneksel-doğal ve önleyici yöntemlerle) baş edebilmek için karşılıklı deneyim aktarımları yapmak ve çadırlarda bulunan Kobanêlilerle temas etmek istedik. Bazı kişilerde sürekli talep eden olma konumundan dolayı çekinme ve rencide olma hâli vardı. Yine de bizim çadır kentlere girip onların koşullarını görmemiz açısından önemli bir deneyimdi. Her gün bizimle çalışan bu kadınlar, sokak sokak gezerek bütün çadırlara girip, genel durumları soruyor. Kim hasta, kim değil diye bize geribildirimleri oluyor ve biz de bu bildirimler sonucunda o çadır kentlere dönüyoruz. Amatör sağlıkçılarla günlük toplantılarımızda karşılaştığımız sağlık problemleri üzerine bilgi aktarımında bulunuyoruz. Özellikle halktan gelen talepler üzerine yoğunlaşılan konular varsa o problemle ilgili çözüm üretmeye çalışıyoruz. Kadın yoğunluklu alanlar olduğu için üreme ve gebelikle ilgili konuşmalarımız oluyor. Gebeliğini sonlandırmak isteyen kadınlar, doğum kontrol hapı kullanmak isteyen kadınlar var. Biz bir yandan da bunları sağlamaya çalışıyoruz. Aile planlamasıyla ilgili bilgilendirme yapıyoruz. Hijyen eğitimleri yapıyoruz; çünkü birçok kadında idrar yolları enfeksiyonu veya mantar dediğimiz kaşıntı problemleri bulunuyor. Çocuklarda ise çok ciddi ishal ve bu ishal vakaları sonucunda antibiyotik kullanımına bağlı oluşmuş pişik vakası vardı. İlaç tüketimini en aza indirmeye çalışıyoruz. İshal vakalarının tedavisi üzerine yoğunlaşıyoruz. Bu tedavide kullanılan ilaçların yarattığı komplikasyon da farklı bir şey açığa çıkarıyor. Biz bu durumu olabildiğince ortadan kaldırmayı, daha doğal yöntemlerle hastalıklarla baş edebilmeyi ve önleyici olmayı hedefledik. Nitekim ishal vakalarında ciddi bir azalma var.

Günlük ya da haftalık toplantılarımızda amatör sağlıkçıların yaptığı geri dönüşlerden çok olumlu sonuçlar aldık. Kadınlar açısından bu faaliyetler önemliydi çünkü çadırların içinde bir üretim noktaları yok. Yaşanan savaş yüzünden evlerinden, yurtlarından ayrılmışlar; eşleri yok, kardeşleri yok, ailelerini kaybetmişler ve bu durum onlarda ciddi psikolojik travmalara sebep oluyor. Bizim bu kadınlarla iletişime geçmemiz, onlarla temas etmemiz kendilerini değerli hissettirdi. Özellikle kadınlarla çalışmak istememizin nedeni; bulunduğumuz alanın büyük kesimini kadın ve çocukların oluşturmasıydı. Ayrıca kadının özgücüne, iradesine, sorunlara daha hızlı ve pratik çözüm üretebilmesine, duygusal zekâsına olan inancımızdı. Çok istekli çalışıyorlar ve kadınlar, koşullar ne kadar zor olursa olsun yaşamın her alanında üretmeye devam ediyor. Ben bu işin onlara bir yük getirebileceğini düşünmüştüm; çünkü çoğunun çocuğu var. Çok genç yaşta anne olan, altı-yedi çocuğu olan, kuması olan yani birçok sorunu olan kadınlardı. Ancak onlar "Siz bizim için buradasınız, biz de en azından bu kadarını yapalım." gibi bir yaklaşım içindelerdi ve bu durumdan hoşnutlardı. Kadınsal problemlerini, fiziksel şikâyetlerini, hastalıklarını çok rahat dile getirebildikleri bir ortam yaratıldı.

Benden önce konuşan arkadaşların değindiği ihtiyaçlara ek olarak şunları ekleyebilirim: Yeni doğan sayımız ve gebemiz çok fazla; yetersiz beslenme problemi var. Yeni doğanlar için mama veriliyor. Birçok annenin yaşadıklarından dolayı sütü kesilmiş durumda. Gebe kadınlarda ciddi bir anemi tablosu var. Yardım için protein açısından zengin gıdalar yollanabilir. Yumurta, süt gibi besinler alınabilir. Mamalarda bebekler bir markaya alıştıkları için marka değişiminde reaksiyon gösterebiliyorlar, yeniden ishal vakasıyla karşılaşabiliyoruz. Bu soğuklarda alınabilecek en iyi besin, kalorisi yüksek bir gıda olduğu için tahin-pekmez olabilir. Sabah kahvaltıları merkezi depodan belediye aracılığıyla dağıtılıyor. Kolilerle köylere, mahallelere ve çadır kentlere gıda dağıtımları yapılıyor. Yine de zaman zaman gıda sıkıntısı yaşanabiliyor. Bu anlamda bir yardım sağlanabilir. Havalar çok soğuk, çadırlar ise yazlık; kışlık çadırlar gönderilebilir. Birçok sıkıntı giderilmiş durumda. Mesela elektrik sıkıntısı vardı bunlar giderilmiş ve ısıtıcılar dağıtılmış durumda.

Çadırlardaki sayının çok kalabalık olduğunu gözlemledik. Çadırlar bazen on beş, bazen yirmi kişilik. Kendileri bir arada kalmayı tercih ettikleri için çadırlar bu kadar kalabalık. Yeni doğum yapmış anneler ailesi ve çocukları ile birlikte bu çadırlarda yaşamak zorunda. Lohusa ve yeni doğan takibini yapabileceğimiz bir bakımevi oluşturabilir miyiz diye düşündük Lohusa döneminde beslenmenin normalden çok daha iyi olması gerekiyor. Yeni doğanların o çadırlarda bakımı ise çok daha zor. Kurulacak olan lohusa bakımevi kendilerini daha özel, daha iyi hissedebilecekleri bir alan olur. Bunun dışında bütün çadır kentlerin bir araya getirilebileceği bir köy oluşturma projesi gündemde. Belki o aşamaya gelindiğinde, yeni oluşturulacak sosyal alanlarla beraber böyle bir bakımevi de kurulabilir. Kadınların bütün yaşam alanları çadır kentin içinde olduğu için sosyal alan sıkıntısı var. Günleri sabahtan akşama kadar çamaşır, bulaşık ve çocukları yıkamakla geçiyor. Bizim için amatör sağlıkçı çalışması çok değerli. Bu çalışmamızın sürekliliği ve bütün alanlara yayılması hedefi gözetmekteyiz. Bu insanlar Kobanê’ye dönseler dahi bu çalışmanın orada da devam etmesi düşünülüyor. Beş yıldır devam eden sağlık politika grubumuz, mevcut sağlık sistemine alternatif bir sağlık algısını yaratmak, kışkırtılmış ve hastanın müşteri olduğu bir sağlık anlayışının değişmesi gerektiğini düşünmekte. Sağlık kavramının sadece bedensel olmadığı, toplumsallaşmış insanın, ekosistemin bir parçası olduğu, ruh ve beden bütünselliğini gözeten, kadın özgürlükçü bir perspektifle siyasal iyilik hali olarak tanımlıyoruz. Bu bütünlüklü yaklaşımın bir ayağı olan sağlığın toplumsallaşması ilkesinden yola çıkılarak,  amatör sağlıkçı kavramını geliştirmiştik. Suruç bizim bu konudaki pratik ayağımız oldu. Güzel ve olumlu sonuçlar aldık.