Ülkemizde yoksulluk çalışmaları 90’ların sonunda ve 2000’li yıllarda yoğunluk kazandı. Bunun elbette bir nedeni var; çünkü kapitalizmin ürettiği modern bir olgu olarak (ve aynı zamanda neo-liberal politikalar çağına da özgü olan) yoksulluk, ilk kez bu dönemde Türkiye’de görülmeye başlandı.
Elbette bu, daha önce Türkiye’de yoksul kitlelerin olmadığı anlamına gelmiyor. Fakat 90’lar ve özellikle 2000’lerde sosyal bilim araştırmacılarının dikkatini çeken yoksulluğun ayırt edici yönleri şunlar oldu: Kitlesel olması (bugün Türkiye’de 9-10 milyon arasında yeşil kartlı insan var; bu insanlar kendi imkânlarıyla geçimlerini sağlayamıyorlar) ve kalıcılık göstermesi (yani sadece geçici olarak gündeme gelen ve iş bulunca hafifleyen bir durama işaret etmemesi). Nitekim “yoksul çalışanlar” kategorisi de bu döneme özgü yeni bir olgu olarak karşımıza çıktı: İnsanların bir kısmı o kadar düşük ücretle ve güvencesiz koşullarda çalışıyor ki ücret almalarına karşın yoksulluk sınırının altında yaşamaktan kurtulamıyor. Yani kayda değer ölçüde geniş bir yoksul kesim için sistem içinde durumunu düzeltme yolu bulunmuyor.
Nöbetleşe Yoksulluk: Sultanbeyli Örneği
Bilindiği gibi ülkemizde yoksulluk çalışmaları alanında önemli başlangıçlardan biri, Nöbetleşe Yoksulluk: Sultanbeyli Örneği [[dipnot1]] adı altında kitap olarak yayımlanan bir saha çalışmasıydı. Araştırmacılar bu çalışmada kabaca şu tezi ileri sürmüşlerdi: Türkiye’de 1980 sonrası uygulamaya koyulan neo-liberal politikalar, kentlere yoğun göçün yaşandığı ve hazine arazileri üzerinden rant elde etmenin görece kolay olduğu 1980-98 döneminde büyük toplumsal çalkantılara yol açmadan nispeten daha rahat atlatılmıştı. Dönem sonu olarak 1998’i vermemin tek nedeni, çalışmanın bu tarihte yapılmış olması. Belki daha doğru bir tarihleme, 1980-2001’dir, yani 2001 büyük krizine kadar olan dönem.
Araştırmacılar Oğuz Işık ve Melih Pınarcıoğlu, 1998’de Sultanbeyli’de yaptıkları çalışmadan bazı önemli sonuçlar çıkarmışlardı. Türkiye’de belediyeler –örneğin Sultanbeyli’nin o zamanlar Refah Partili (RP) belediyesi– kente göç eden geniş kitlelerin hazine arazilerini işgal etmesine ve kaçak yapılaşmaya gitmesine göz yumuyor, hatta bu faaliyeti el altından teşvik ediyorlardı. Anadolu’nun çeşitli şehirlerinden büyük kentlere göç eden ve kendi aralarında hemşeriliğe dayalı dayanışma ve himayecilik ilişkileri kuran kesimler, bu sayede derin bir yoksulluk yaşamaktan kurtulabiliyorlardı. Bunu sağlayan başlıca etkenler; kentte oluşan ranta göç edenlerin de bir ölçüde ortak olmasına göz yuman belediyecilik politikaları ve ev-arsa sahibi olmayı, iş bulmayı kolaylaştıran hemşerilik ve kültürel tercihler temelli cemaat dayanışmasıydı. Fakat yazarlar, bu cemaat temelli dayanışmanın eşitlikçi olmadığını, bir güç hiyerarşisine dayandığını ve “nöbetleşe yoksulluk” dedikleri sistemi ayakta tutanın da bu hiyerarşinin yeniden üretilmesi olduğunu hatırlatıyorlardı.
Kitabın son bölümünde okuma fırsatı bulduğumuz saha çalışması, Sultanbeyli’ye özgü son derece çarpıcı sonuçlara yer veriyor. Yazarlar, bu sonuçlara dayanarak kurdukları modelin, o dönem için üç aşağı beş yukarı benzer dinamikleri barındıran başka yerlerde de geçerli olduğunu öne sürüyorlar. Aslında, örneğin 1980’ler-90’ların başında Boğaziçi Üniversitesi’nde okuyanların Hisarüstü semtinin “gelişmesi”nde gözlemledikleri, pek yabancısı olmadığımız bir model bu.
Sultanbeyli’ye göç, çeşitli zaman dilimlerinde gerçekleşiyor. 1978 öncesi, 1978-84 ve 1984-88 dönemleri, Sultanbeyli’ye ilk yerleşenlerin veya önce arsa alıp sonra yerleşenlerin ağırlıkta olduğu dönem. Bunu, Sultanbeyli’de göçün belirgin şekilde yoğunlaştığı 1989-93 dönemi izliyor. 1994-98 dönemi ise, başka yerlerden göçün yavaşlamasına karşın, köyleri boşaltılan ve zorunlu göçe maruz bırakılan Kürtlerin yoğun yerleşimine sahne oluyor.
Nöbetleşe Yoksulluk çalışması son derece önemli grafiksel sonuçlara ulaşıyor. 1998 itibarıyla Sultanbeyli’de sosyo-ekonomik bakımdan öyle bir piramitsel yapı oluşuyor ki, en tepesinde 1978-88 döneminde yerleşenler ve özellikle arsa sahibi olanlar bulunuyor; piramitsel yapının ortasına 1989-93 döneminde gelenler yerleşiyor ve en altta ise büyük ölçüde 1994 sonrası gelen Kürtler yer alıyor. Çalışmanın sonunda oluşturulan model de ismini bu dinamikten alıyor: Nöbetleşe yoksulluk; yani önce gelenler –sonraki yoğun göç sayesinde– edindikleri arsalar üzerinden ciddi bir rant elde ediyor ve başlarda maruz kaldıkları yoksulluğu bir sonra gelen kesime devrediyorlar. İkinci dönemde gelenler ise ağırlıklı olarak Kürtlerden oluşan üçüncü kuşak üzerinden –bu kez daha sınırlı ölçüde– bazı rant olanakları yaratıyor, bir ölçüde durumunu düzeltiyor ve görece kötü koşullarda yaşama sırası son gelenlere geliyor.
Sultanbeyli’nin bu dinamik gelişiminde, henüz Sultanbeyli’de yaşamayan veya erken bir dönemde yerleşenler, mülkiyeti tartışmalı ya da Hazine’ye ait topraklar üzerindeki büyük arsaları, yasal olmayan biçimde düzenlenen hisseli tabu senetleriyle satın alıyorlar. RP’li belediyelerin göz yummasıyla bu arsalar üzerinde bitmek tükenmek bilmeyen bir inşaat faaliyeti başlıyor. Önce başını sokacak bir ev, para buldukça diğer katların çıkılması, ardından böylece yapılan çok sayıda dairenin satılarak veya kiraya verilerek rant elde edilmesi … Hepimizin âşina olduğu bir dinamik. 1989-93 döneminde gelenler ise, kendilerinden önce gelenlerden arsa veya ev satın alıyor, böylece çoğunlukla en az bir ev sahibi olabiliyorlar. Ayrıca ağırlıkla 1984 sonrası aldıkları arsalarda bina yapıp birden fazla daireye veya dükkan/işyerine sahip olanları da var. “Alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete” sözünü doğrularcasına, devlet teröründen kaçıp Sultanbeyli’ye gelen Kürtler ise sona kaldıklarından arsa-ev sahibi olamıyorlar ve büyük çoğunlukla kiracı konumunda bulunuyorlar. Böylece en azından, kira ödeyerek ve kısmen de Sultanbeylili işverenlerin işyerlerinde ucuz emek gücü olarak çalışarak, daha önce gelenlerin rant gelirlerini finanse ediyorlar.
Birkaç Çarpıcı Gösterge
Kitapta “Nöbetleşe Yoksulluk” modeline ilişkin 1998’de Sultanbeyli’de elde edilen bulguların bazılarını paylaşmak isterim. Örneğin piramidin en üstü, yani Sultanbeyli hane reislerinin yüzde 13’ünü, ağırlıkla 1988 öncesi arsa sahibi olanlardan oluşuyor. Bu kesimin hepsi ev sahibi. Diktikleri binalardaki dolu (kiraya vermiş ve satmış oldukları) daire sayısı ortalama 4,8. Yani yaklaşık 5 daire sahibiler. Yüzde 45’i işveren (Sultanbeyli’de küçük-orta boy imalathaneler veya sürmekte olan inşaatlar yaygın); yüzde 38’i kendi hesabına çalışıyor ve sadece yüzde 17’si ücretli durumunda.
Piramidin ortasında yer alan kesim ise yukarıda belirttiğim gibi ağırlıklı olarak 1988 sonrası arsa sahibi olup 1989-93 döneminde Sultanbeyli’ye yerleşenler. Bu hane halklarının yüzde 87’si kendi evinde oturuyor. Bunun dışında, sahip oldukları arsalara diktikleri binalarda ortalama dolu daire sayısı 1,6. Yani ortalama olarak ikinci bir ev sahibi olmuşlar ve bu evi ya satmış veya kiraya vermişler. Bu kesimin yüzde 20’sinin diktikleri binalarda dükkan bulunuyor. İşteki konumları açısından bakıldığında ise, yazarların “idare edenler” olarak tanımladığı bu orta kesimin sadece yüzde 8’i işveren. Büyük çoğunluğu (emlakçılık gibi işlerde) kendi işinde çalışıyor (yüzde 32) veya ücretli olarak geçimini sağlıyor (yüzde 59).
Büyük bölümünü savaştan kaçarak veya köyleri boşaltıldığı için göç eden Kürtlerin (ağırlıklı olarak Bingöl, Bitlis, Hakkari, Diyarbakır, Van gibi şehirlerden geliyorlar) oluşturduğu en alttaki kesimin arsa sahipliği oranı yüzde 0. Yüzde 90’ı kiracı. Aralarında hiç işveren bulunmuyor. Yüzde 38’i işportacılık gibi işlerde “kendi hesabına çalışıyor”, yüzde 62’i ise ücretli. Bu ücretlilerin de önemli bölümü, amale pazarında inşaat sektörünün ucuz işgücü ihtiyacını karşılıyor.
Buna karşın, Oğuz Işık ve Melih Pınarcıoğlu, piramitsel yapının en altındaki bu kesimin derin bir yoksulluk içinde yaşamadığını belirtiyor. Kiracı olsalar bile İstanbul’da olabilecek oldukça düşük kiralarla ev bulabiliyorlar ve hemşerilik-himayeci ilişkiler sayesinde büyük çoğunluğu iş bulabiliyor. Piramidin en altında bile işsizlik oranı 1998’de yüzde 5 düzeyinde. Sultanbeyli genelinde ise sadece yüzde 2. Bu durum, gelenler bir cemaat ilişkileri ağı vasıtasıyla Sultanbeyli’ye yerleştiği için, bu ilişkiler sayesinde iş de bulabildikleri anlamına geliyor. Dolayısıyla, çalışmanın yapıldığı 1998 itibarıyla Sultanbeyli’nin en kötü durumdaki kesimi bile, Hazine arazisi üzerine kondurulan bol miktarda konut ve hep birlikte geliştirilen enformel ilişkiler ağı sayesinde nispeten ucuza kirada oturup iyi kötü bir iş bulabiliyor. Yazarlar sadece piramidin en altında yer alan kesimin yüzde 15’nin farklı bir durum arz ettiğini söylüyor: Bu kesimin (diğer üç kesimde de yüksek diyebileceğimiz oranların tersine) dayanıklı tüketim malları sahiplik oranı çok az. Bulaşık ve çamaşır makineleri, telefonları, cep telefonları ve arabaları ise hiç yok.
Bu Duruma Nasıl Geldik: 2008’de Yoksulluk
Birikim dergisinin Ağustos-Eylül 2011 sayısında, Nöbetleşe Yoksulluk çalışmasının yazarlarından Oğuz Işık’ın Ela Ataç’la birlikte yazdığı “Yoksulluğa Dair: Bildiklerimiz, Az Bildiklerimiz, Bilmediklerimiz” başlıklı bir makale yayımlandı. Nöbetleşe Yoksulluk gibi yerel ve kapsamlı bir çalışma olmasa da, bu makalenin 13 yıl sonra Türkiye’de yoksulluk sorununu tekrar ele aldığı söylenebilir. Dolayısıyla sınırlı bir çerçevede olmakla beraber bize bir karşılaştırma yapma olanağı sunduğu söylenebilir.
Nöbetleşe Yoksulluk çalışmasında, pek çok ülkede görülen kalıcı ve kitlesel yoksulluk olgusundan Türkiye’nin henüz çok fazla mustarip olmadığı söyleniyordu. Sultanbeyli yerelinde yapılan çalışmayla kavramsallaştırılan “Nöbetleşe Yoksulluk” olgusu da zaten buna işaret ediyordu: Kentsel rantlar ve dayanışmacı-himayeci cemaat ilişkileri sayesinde kalıcı ve içinden çıkılamaz bir yoksulluk durumu yaygın şekilde oluşmuyordu. Araştırmacılar kalıcı yoksulluğu tanımlamak için, İstanbul-Tarlabaşı’nı örnek gösteriyorlardı. Tarlabaşı gibi yerler, artık insanların durumlarını düzeltme olanağı bulamadıkları kentsel çöküntü alanlarıydı, çünkü buralarda bir rant oluşumu söz konusu değildi.
“Yoksulluğa Dair: Bildiklerimiz, Az Bildiklerimiz, Bilmediklerimiz” adlı makale, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2008’de yaptığı hanehalkı bütçe anketinin verilerine dayanıyor. Bu verilere göre tablo epeyce değişmiş görünüyor. Hesaplama yöntemi olarak hane halkı yıllık medyan gelirinin (yıllık 3.404 TL; ayda 283 TL) yarısı yoksulluk sınırı olarak kabul edilirse, 2008’de Türkiye’de nüfusun yüzde 18.2’si (13 milyon kişi) yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Eğer yoksulluk sınırı olarak medyan gelirin yüzde 60’ı kabul edildiğinde ise, yoksulluk oranı yüzde 25,1’e çıkmaktadır. Daha gerçekçi görünen bu ikinci hesaplamaya göre, ülkemizde yaşayan her dört kişiden birisi yoksuldur.
Çok kısaca özetleyecek olursak, 2000’lerde Türkiye’de kalıcı ve kitlesel düzeyde hüküm sürmeye başlayan yoksulluğun başlıca özellikleri şunlardır:
- Kırsal alanda yoksulluk belirgin şekilde daha yüksektir (kentte yaşayanların yüzde 11,9’u yoksulken, kırda bu oran 31,5’e yükselir. Kuşkusuz son 10 yılda izlenen tarımı çökertme politikalarını rolü bu tabloda çok yüksektir.
- Çalışanlar arasında yoksulluk oranı hayli yüksektir (yüzde 14,9). Bu veri, ciddi büyüklükte bir kesim için çalışmanın yoksulluktan kurtulmaya yetmediğini gösteriyor. Bununla birlikte, şehirlerde çalışıp da yoksul olanların oranı (toplam çalışanlar içinde) yüzde 7,8’e düşüyor. Dolayısıyla oranı yükselten, küçük toprak parçalarını ekip biçen tarım çalışanları oluyor. Fakat kentlerde de kayıtdışı ve güvencesiz olarak çalışanlar arasında yoksulluk yüzde 30’a çıkıyor.
- Türkiye’deki yoksulluğun bir diğer özelliği ise, çocuk yoksulluğunun genel yoksulluğun oldukça üzerinde olması. Toplam nüfusun yüzde 37’sini oluşturan 19 yaş altı kategorisi, toplum yoksulların yüzde 53’ünü oluşturuyor. Yani her iki yoksuldan birisi, 19 yaş altı çocuklar-gençlerden oluşuyor.
Makalenin yazarları Oğuz Işık ve Ela Ataç, sonuç bölümünde Nöbetleşe Yoksulluk çalışmasından farklı sonuçlara varıyorlar. Türkiye’de yoksulluğun hem nicelik hem de çeşitlilik açısından, artık toplumun kendi kendine geliştirdiği enformel mekanizmalarla veya aile yardımlaşmasıyla hafifletilebilecek düzeyi çoktan aştığını belirtiyorlar.
Peki en fazla 15-20 yıl gibi bir sürede bu duruma nasıl geldik?
Benim kısıtlı bilgilerimle verebileceğim iki yanıt var:
Birincisi, Nöbetleşe Yoksulluk kitabının sonunda dile getiriliyor: Sultanbeyli (ve İstanbul’daki tüm benzeri yerlerde) göç yavaşlıyor ve işgal edilecek (dolayısıyla ranta dönüştürülebilecek) arsa pek kalmamış durumda. Halbuki Nöbetleşe Yoksulluk dinamiği, göçün yoğun olduğu ve bol miktarda arsanın işgal edilebildiği durumlarda geçerli olabiliyor. Tayyip Erdoğan’ın seçimler öncesinde lanse ettiği “çılgın projeler”, kanal İstanbul ve İstanbul’a iki büyük kentin daha yapılması bu nedenle kitlelerin gönlünü fethetmiş olmalı. Büyük çaplı inşaat çalışmaları ve yoğun göç, en azından bir süreliğine istihdam ve kentsel rant oluşumu demek; tabii eğer bu projeler gerçekleşirse. Kalıcı çözümler olduklarını öne sürmek ise çok zor.
İkincisi, her ekonomik krizde kayıtdışı/güvencesiz ve düzensiz çalışma oranının giderek artması. 2008 verilerine göre Türkiye’de çalışanların yüzde 48,3’ü kayıtdışı sektörde. Ülkemizin “yüksek oranlarda büyüyen” sanayi ve hizmetler sektörü ekonomik krizleri, hemen hemen aynı sayıda çalışanı daha uzun süre ve daha yoğun çalıştırarak “atlatıyor”. İstihdam yaratmayan büyüme bu demek. Reel ücretler ise geriliyor.
Fakat elbette yoksulluğun 2000’lerde değişen çehresini anlayabilmek için bu çok genel çıkarsamaların ötesinde detaylı bilgilere ihtiyacımız var. 2011 yazından bu yana hep mevcut olmakla birlikte yeniden tırmanışa geçen savaş bütçesini de unutmayalım. Yeniden tırmanışa geçen savaş harcamaları, yoksulların en azından yaşamını sürdürmesini sağlayan devlet yardımlarını ne ölçüde etkiliyor/etkileyecek.