Bu yazının daha önce yayınlanmış ilk bölümü: Türkiye Ekonomisi Ne Durumda?
Bu yazı dizisinin ilkini yazdıktan kısa süre sonra, 23 Kasım’da uluslararası derecelendirme kuruluşu Fitch Türkiye’nin “BB” olan yerel ve yabancı para cinsinden uzun vadeli kredi notunu teyit ederken, görünümünü “pozitiften” “durağan”a çevirdi. Bu, son dönemde Türkiye’nin uluslararası sermaye çevrelerinden aldığı en önemli uyarıydı. Fitch görünümün “durağan”a çevrilmesinin, Avrupa’daki borç krizi ortamında Türkiye’nin artan cari açığını [[dipnot1]] finanse etmekte riskler taşımasından ve enflasyondaki artıştan kaynaklandığı açıklandı.
1 Aralık’ta ise başka bir derecelendirme kuruluşu olan Moody’s’in yıllık Türkiye raporu açıklandı. Bu raporda da kredi notunda bir değişikliğe gidilmemesine karşın, uluslararası kriz ortamında Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın (GSYH) yüzde 10’una yaklaşan cari açığın finansmanında ciddi risklerin söz konusu olabileceği belirtiliyordu.
Kısa Bir Özet
Yazının ilk bölümünü yazmamın üzerinden iki haftaya yakın süre geçtiği için kısa bir özet yapmak yararlı olacak.
Daha önceki yazımda Güngör Uras’ın iki makalesinden yola çıkarak, 2000’li yıllar Türkiye’sinde büyüme ve finansman açısından (ama elbette halkın refahı açısından değil) birbirini besleyen, böylece bir tür saadet zincirine yol açan iki dinamiğe dikkat çekmiştim.
Birincisi, 2000’lerde gerek özelleştirmeler gerekse kamu yatırımlarında ve (örneğin tarımsal destekler gibi) toplumsal amaçlı harcamalarda sert kesintilere gidilmesinin sonucu olarak devlet bütçesinin artık küçük açıklar verdiğini belirtmiştim. Bu sayede ve elbette 2008 kriziyle son bulan olumlu uluslararası konjonktürün de büyük katkısıyla, Türkiye’ye büyük miktarda yabancı sermaye girişi oluyordu. Çünkü uluslararası finans merkezleri, devlet bütçesi olumlu seyrettiği ve büyük açıklar vermediği için verdikleri borçları geri alabileceklerine inanıyorlardı.
Bu “mutlu” döngünün ikinci ayağı ise şöyleydi: Yoğun sıcak para girişi ve Türkiye özel sektörünün kredi şeklinde borçlanması sayesinde döviz bollaşıyor, dolayısıyla ucuzluyordu; böylece hem tüketime dönük hem de üretime ara malı sağlamak amaçlı ithalat artıyordu. Diğer yandan, bankalar yurtdışından uygun koşullarda sağladıkları kredileri yurtiçinde çeşitli tüketici kredilerinin yaygınlaştırılmasını finanse etmekte kullanıyor, böylece iç talep “canlandırılıyor”du. Dolayısıyla Türkiye 2000’lerde tüketime ve ithalata dayalı yüksek bir büyüme yakalamıştı.
İkinci dinamik, birincisini şöyle besliyordu: Ağırlıkla ithalata ve iç talebi dayalı büyüme, gerek ithalat sırasında gerekse yurtiçi tüketimden alınan (ÖTV, KDV gibi) dolaylı vergileri yüksek oranda arttırarak bütçenin olumlu bir performans sergilemesini sağlıyordu.
Saadet Zincirinin Sonuna Geliyoruz
Fitch’in kredi notunun görümünü durağana çevirmesi ve Moody’sin uyarısının gerisinde elbette 2008’den bu yana bir türlü iflah olmayan kapitalist sistemin krizi var. 2011’in ikinci yarısında özelikle Avrupa’da kriz ciddi bir borç ödeyememe sorunu yarattı. İşte böyle bir ortamda uluslararası piyasalardan finansman sağlamak zorlaştı.
Sonbahar aylarında kısa vadeli hareket eden sıcak paranın bir bölümünün Türkiye’den çıkması, dünya enerji fiyatlarındaki artış ve ithalatın finansmanı için döviz talebinin bir türlü azalmaması, dolar kurunun 1,50 TL seviyelerinden 1,80 seviyelerine yükselmesine yol açtı.
Şimdi derecelendirme kuruluşları ve IMF, Türkiye’den ekonomisini “soğutmasını”, yani yavaşlatmasını istiyor. Peki neden? Verili küresel kapitalist sistem içinde Türkiye’nin büyüme tarzı, uluslararası finans piyasalarında borç verilebilir para miktarı azaldığında, Türkiye özel sektörünün borçlarını ödeyememesi riskini doğuruyor.
Türkiye’nin büyüme tarzı derken şunu kast ediyoruz: Büyük ölçüde sağlıksız ve yapay bir büyüme söz konusu. Birincisi, gerek iç piyasaya gerekse ihracata dönük sanayi üretimi, ara mallar bakımından dışarıya o kadar bağımlı ki yurtiçindeki her üretim artışı beraberinde ithalat artışını da getiriyor. Bu işin, üretimin dışarıya bağımlılığıyla ilgili boyutu. Yani güya yüksek büyüme oranları yakalanıyor, fakat toplumsal sınıfların (elbette çok eşitsiz şekilde) paylaştığı toplam katma değer ancak yavaş bir artış gösterebiliyor.
İşin bir de tüketim boyutu var. Büyük ölçüde tüketici kredileri, konut kredileri, taşıt kredileri gibi araçlarla orta-alt orta sınıflar ve emekçilerin tüketim kapasitesi arttırılarak iç talep kışkırtılıyor. Böylece artan tüketim ya doğrudan ithalat artışına ya da Türkiyeli firmaların üretimini arttırarak dolaylı yoldan ithalatın yükselmesine yol açıyor. Sonuçta yüksek cari açıklar oluşuyor.
Aşağıda yer verdiğimiz, Güngör Uras’ın bir makalesinde [[dipnot1]] kullandığı tabloda en fazla ihracat yapan sektörlerin dışa bağımlılığı net şekilde görülebiliyor. İhracat şampiyonu bu sektörler, aynı zamanda yoğun ithalat yapıyor.
Ocak-Ekim 2011 arasında ihracat şampiyonu 4 sektörün ihracat/ithalat dengesi (milyar dolar)
En Çok İhracat yapan Sektörler |
Yaptıkları İhracat |
Yaptıkları İthalat |
Motorlu kara taşıtları |
13,1 |
14,1 |
Kazan/makine cihazlar |
9,5 |
22,6 |
Demir çelik ürünleri |
9,3 |
17,0 |
Elektrikli makine ve cihazlar |
7,1 |
14,0 |
Kaynak: TÜİK
Cari Açığın Giderek Zorlaşan Finansmanı
İşte bu sağlıksız büyüme, uluslararası finans kurumlarından borçlanmayı sürdürmeyi zorlaştırıyor ve Türkiye’de gerek bankacılık kesimi dışındaki firmalar gerekse bankalar açısından ciddi riskler yaratıyor.
Nasıl mı? Yine Güngör Uras’ın bir başka makalesinde [[dipnot3]] verdiği rakamlar durumun kırılganlığı hakkında yeterince fikir veriyor.
Merkez Bankası (MB) ve BDKK verilerine göre Eylül 2011 sonu itibarıyla özel sektörün yurtdışından sağladığı krediler 149 milyar dolara ulaşmış durumda. Diğer yandan, bundan ayrı olarak Türkiye’deki bankalar yurtiçinde özel sektöre yaklaşık 107 milyar dolar döviz cinsinden kredi kullandırmışlar. Elbette bu kredilerin büyük bölümü ithalatın finansmanında, bir başka deyişle cari açığın kapatılmasında kullanılıyor. Yani Eylül 2011 itibarıyla özel sektör toplam 258 milyar dolar döviz cinsinden kredi kullanmış.
Yine aynı verilere göre bankalar ve finans kurumları dışındaki özel sektör firmalarının yurtdışından kullandıkları kredilerin bir bölümü (24 milyar doları) yurtdışındaki Türk bankalarından alınmış. Yine yukarıda belirtildiği gibi Türkiye’deki (yerli-yabancı) bankaların bankacılık ve finans kesimi dışındaki firmalara verdikleri krediler toplam 107 milyar dolar civarında. Dolayısıyla, söz konusu özel sektör firmalarının Türkiye’deki bankalara ve yurtdışındaki Türk bankalarına toplam 131 milyar dolar borcu bulunuyor.
Güngör Uras gayet basit bir akıl yürütmeyle makalesini sonlandırıyor: Bu kredilerin çoğu alındığında dolar kuru 1,50 civarındaydı. Şimdiyse 1,80’in üzerinde. Döviz kurlarındaki bu tür yükselişler, özel sektörü ödeme güçlüğü içine sokabilir ve eğer kredilerin yeterince büyük bir bölümünün geri ödenmesi zora girerse, bu kredileri veren bankalar da haliyle ödeme güçlüğü içine girerler.
“Yüksek” İç Talep
İç talebin gerçek bir ekonomik büyüme ve gelir artışı yoluyla değil yapay yollarla canlandırılması açısından Türkiye sanki ABD’yi örnek alıyor. Geri ödeme gücü olup olmadığına bakılmadan toplumun orta ve düşük gelirli kesimlerine tüketici, ihtiyaç ve konut kredileri dağıtılıyor. Böylece 2000’li yıllara damgasını vuran bir “iç talep patlaması”yla karşılaşıyoruz.
Aşağıdaki tabloda 2008’de TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) tarafından yapılan hane halkları anketine göre borçlanma yoluyla yoksullar ve bütün nüfus içinde gelirinden fazla harcayanların oranını görüyoruz:
2008 yılı gelir gruplarına göre gelirinden fazla harcama oranları (% olarak)
|
Yoksullar |
Türkiye toplam hane halkları |
Gelirinden % 0-20 fazla harcayanlar |
14,2 |
16,5 |
Gelirinden % 20-50 fazla harcayanlar |
16,7 |
13,4 |
Gelirinin yarısından fazla harcayanlar |
37,0 |
14,0 |
Toplam |
67,9 |
43,8 |
Kaynak: Oğuz Işık, Ele Ataç, “Yoksulluğa Dair: Bildiklerimiz, Az Bildiklerimiz, Bilmediklerimiz”, Birikim, Ağustos-Eylül 2011, sayı 268-269.
Yoksullar arasında borçlanarak gelirinden fazla harcayanların oranının yüzde 70’lerde olması elbette daha anlaşılır bir durum. Bu insanlar geçimlerini büyük ölçüde ancak böyle sağlayabiliyor. Fakat Türkiye’deki toplam hane halklarının yüzde 43,8’inin gelirinden fazla harcaması, en üst gelir grupları hariç, toplumun tam da kelimenin modern anlamında bir “tüketim toplumu” haline getirildiğini gösteriyor.
Güngör Uras’ın yeni yazılarının birisinden [[dipnot4]] verdiğimiz aşağıdaki tablo, nasıl olup da Türkiye’de hane halklarının yüzde 44’ünün gelirinin üzerinde harcama yapabildiğini, dolayısıyla iç talebin nasıl “canlandığı”nı gösteriyor: Elbette çeşitli tüketici kredilerindeki anormal artışlar yoluyla.
Bir yılda (Eylül 2010-Eylül 2011) tüketici kredileri nasıl arttı? (milyar TL)
Kredi Türleri |
Eylül 2011 |
Eylül 2010 |
Artış % |
Konut |
72 |
53 |
36 |
Taşıt |
7 |
5 |
40 |
İhtiyaç |
62 |
47 |
32 |
Diğer |
22 |
11 |
50 |
Tüketici kredisi |
163 |
116 |
40 |
Kredi kartı |
55 |
43 |
28 |
Toplam tüketici kredileri |
218 |
159 |
37 |
Kaynak: BDDK
Uras, haliyle şu soruyu gündeme getiriyor: 2011’de yüzde 7 büyümesi beklenen bir ekonomide tüketici kredilerin yüzde 37 oranında artması normal mi? Meğer MB verilerine göre, Türkiye son bir yılda kredi hacminin büyümesinde bu artış oranıyla dünya birincisi olmuş. Yüzde 23’le ikinci olan Brezilya ve yüzde 16 ile üçüncü olan Çin ise epeyce geriden geliyor.
Sürdürülemez Büyüme Modelinin Sonucu: 2012’de Ekonomi Küçülecek
İşte yukarıdaki iki etkenden ötürü ve elbette kapitalizmin yaşadığı krizin de etkisiyle, 2012’ye yaklaşırken Türkiye’nin bu çarpık büyüme modelinin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Hem yüksek büyüme oranlarının finanse edilmesi giderek zorlaşan büyük cari açıklara yol açması hem de toplumun orta ve düşük gelir gruplarına gelirinden fazla tüketim yaptırma kapasitesinin sınırlarına gelinmiş olması nedeniyle 2012’de ekonominin küçülmesine tanık olacağız. Hükümetin 2012 için büyüme senaryosu yüzde 4 iken, bazı kredi derecelendirme kuruluşları daha düşük büyüme tahminlerinde bulunuyor (örneğin Fitch’in 2012 büyüme tahmini yüzde 2,2).
Şimdi ekonomik büyümenin “dizginlenmesi” için bankaların tüketici, konut vs. kredisi vermesi zorlaştırılıyor, MB gerekirse sıkı para politikası uygulayacağını söylüyor ve döviz kurlarının bir seviyeye kadar yükselmesine müsaade ediliyor. Amaç, iç talebi soğutmak. Bir yandan tüketim amaçlı kredi almak nispeten zorlaşırken, diğer taraftan pahalılaşan döviz de ithalatın kısılmasına yol açacak.
Türkiye 2000’li yıllarda zaten emekçilerin ve düşük gelir gruplarının çok fazla yararlanamadığı bir büyüme trendinin içine girmişti. Örneğin büyüme oranları epeyce yüksek olmasına karşın istihdam aynı ölçüde artmıyordu, reel ücretler ise geriliyordu. İnsanlar aynı satın alma gücüne kavuşabilmek için daha uzun süreler ve daha güvencesiz işlerde çalışmak zorunda kalıyordu. Ama yüksek büyüme dönemi, ücretli ve yoksul kesimler açısından baktığımızda, hiç olmazsa “akmasa da damlıyor” anlamına geliyordu. Şimdi sınıflar arasındaki gelir uçurumları göz önüne alındığında, üretilen toplam gelirden ücretlilerin ve yoksulların alacağı pay daha da düşecek ve işsizlik daha da artacak.
Peki toplumsal muhalefet derinleştirme gereği duymadan “burjuvazinin neo-liberal politikalarla saldırısı” diye geçiştirdiği ezber söylemleri bırakıp Türkiye’nin izlediği bu çarpık büyüme modelini ne zaman gündemine alacak?