Bu yazı, Venezüela'nın desteklediği Latin Amerika çapında yayın yapan muhalif TeleSUR televisyonunun İngilizce web sitesinde yayımlanan yazının çevirisidir. Çeviri metinde yalnızca küçük değişiklikler yapıldı.

Son yıllarda Türkiye’de İslamo-faşizmin yükselişine tanık oluyoruz. Aslında gerek Türkiye devletinin gerekse iktidardaki AK Parti’nin resmi ideolojisi “Türk-İslam” sentezidir. “Türk-İslam” sentezi, Türk ve Sünni Müslüman olmayan azınlık kimliklerinin öz-ifadesinin kamusal alanda bastırılması, böylelikle kamusal alandan dışlanması anlamına geliyor.  Şu anda içinden geçtiğimiz konjonktürde bu faşizm türünün “İslamcı” boyutu öne çıkmış durumda. Elbette bunun sebepleri var: Yaklaşık 2009-10’dan itibaren Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkileri kötüleşti, Türkiye Ortadoğu’da kendine yeni ortaklar aramaya başladı ve çok geçmeden diktatörlük yönetimlerinin hüküm sürdüğü Körfez ülkeleriyle (özellikle Katar’la) güçlü ilişkiler kurdu. Ardından yeni ortaklarıyla birlikte El Nusra ve İŞİD gibi cihatçı örgütleri desteklemeye başladı. Amacı, Başer Esad rejiminin devrilmesini sağlamak ve Irak-Suriye’deki geniş Sünni coğrafyasını kendi arka bahçesine çevirmekti. Böylelikle Irak ve Suriye’deki Sünni bölgeler, Türkiye’nin hem jeopolitik hem de ekonomik gücü için bir kaldıraç görevi görecekti.

Son yıllarda İslamo-faşizmin yükselişinin ikinci nedeni ise ulusal siyasetteki gelişmelerden kaynaklandı: İktidardaki AKP bu ideolojiyle seçmen tabanını konsolide etmeyi hedefledi ve başarılı da oldu. Aslında bu tutum Türkiye siyasetinin bir klasiğidir: İktidardaki sağcı-muhafazakâr partiler, sadece dar bir işadamı ve yandaş grubunun sebeplendiği servet ve rant dağıtım ağları kurduğunda ve doğal olarak toplumun geniş kesimleri bu dağıtımdan pay alamadığında, bu çıkmazdan kurtulmanın en iyi yolu toplumu kutuplaştırmaktır. Türkiye’de kutuplaşma, milliyetçi ve dinsel “değerler” ve “talepler” etrafında yaratılıyor. Türkiye nüfusunun çoğunluğu Türk ve Sünni Müslüman olduğundan, bu taktik hemen her zaman işlevini yerine getirdi. Elbette bu başarının sırrı büyük ölçüde, yoksul Türk ve Sünni kesimlerinin yaşam koşullarını iyileştirmek hedefiyle örgütlenen kapsayıcı bir muhalif hareketin olmamasında yatıyor. Özellikle 70’li yıllarda, işçiler ve yoksullarla bağ kurmaya çabalayan ve bir ölçüde de başarılı olan devrimci hareketler vardı. Bu hareketler 1980 askeri darbesiyle acımasızca ezildi. Günümüzde sol muhalefetin toplumla bağ kurma krizi ise alabildiğine şiddetlenmiş durumda.   

Hükümet Yanlısı İslamcı Medya Charlie Hebdo Katliamına Nasıl Tepki Gösterdi?

Hükümet yanlısı İslamcı medyanın tepkilerini, çoğunlukla başvurduğu aşağıdaki argümanları sıralayarak özetleyebiliriz[1]:

İslamcı medyadaki bilgiçler tarafından en çok kullanılan argümanlardan biri şuydu: “Suriye ve Irak’ta yüz binlerce Müslüman öldürülür ve yaralanırken Batı kılını kıpırdatmadı. Oysa Müslümanların çektiği eziyetlerin sorumlusu Batı’dır. Demek ki Batı çifte standart uyguluyor. Charlie Hebdo’ya yapılan saldırı kabul edilemez, fakat herkes biliyor ki günün birinde Batılı güçlerin Ortadoğu’da yaktığı ateş onları da yakacak.”

Şu da sıkça kullanılan bir argümandı: “Eğer siz [Batılı güçler kast ediliyor] İslam ülkelerine bu kadar acımasızca müdahale ederseniz, Avrupa’da Müslüman azınlıkları dışlarsanız, bütün Avrupa’da İslam-karşıtı ırkçı hareketleri beslerseniz, bütün bu yaptıklarınızın sonuçlarına katlanmak zorunda kalırsınız.”

Başka bir argüman ise İslam dünyasının masumiyeti ile Batı’nın barbarlığını kıyaslıyordu: “Charlie Hebdo saldırısından İslam dünyası, inançları ve kültürü sorumlu değildir. Terör sadece bir sonuçtur, sebep değil. O halde böyle bir terör saldırısının nedenlerini tartışmalıyız. Hepimiz terörü Ortadoğu’ya ihraç edenin Batı olduğunu biliyoruz. Charlie Hebdo saldırısı, Amerika ve müttefiklerinin İslam dünyasındaki kitle katliamları, işkenceleri ve aşağılamalarına karşı bir tepkidir.”    

Yukarıdaki akıl yürütme Charlie Hebdo karikatüristlerine yapılan barbarca saldırıyı, “Batı’nın İslam dünyasına ihraç ettiği teröre karşı bir tepkiye” indirgiyor ve böylelikle onu meşrulaştırıyor. İşte bu nedenle söz konusu tutumu “İslamo-faşist” olarak nitelendiriyorum. 

Başka bir görüşler dizisi, İslamcı medyanın İslamo-faşist karakterini daha açık şekilde ortaya koyuyor. Bu görüşler manzumesine göre, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi değerler, sözüm ona daha yüksek bir uygarlık (Batı uygarlığı) adına kutsanmamalı ve İslam dünyasına dayatılmamalıdır. İfade özgürlüğü adına Charlie Hebdo dergisiyle dayanışma içine giren laik aydınlar ve gazeteciler aslında peygambere hakaret etme hakkını savunmaktadır. Bizim İslam dünyası olarak, Müslüman ülkelerdeki kargaşanın baş suçlusu olan Batı’nın değerlerine ihtiyacımız yoktur.

Bu görüşler açıkça Batı karşıtı. Genel bir Batı karşıtlığı, tıpkı İslamofobi gibi, uğursuz bir düşünce olarak görülmeli ve “Medeniyetler çatışması” için farklı yönden yapılan bir çağrı olarak değerlendirilmeli, mahkûm edilmelidir. Fakat bu türden bir Batı karşıtlığının ardındaki niyetin farklı olduğunu tabii ki biliyoruz. Güya İslam medeniyetini ve değerlerini yüceltiyormuş gibi görünen bu zihniyet, Türkiye halklarını ifade özgürlüğü gibi temel demokratik haklardan yoksun bırakmayı amaçlıyor.

Son bir akıl yürütme tarzına daha değinmek istiyorum. Hükümet yanlısı medyadaki bazı bilgiçler açıktan İslamo-faşist bir söylem benimsemek yerine "yüksek siyaset" zaviyesinden Türkiye’nin uzun vadeli çıkarlarıyla ilgililer. Örneğin şöyle diyorlar: “Böylelikle hepimiz terörizmin ne kadar büyük bir kötülük olduğunu bir kez daha gördük. Terörün ırkı, siyaseti veya dini olmaz. Terör terördür.  Öyleyse niçin PKK gibi Türkiye’deki terör örgütlerine karşı işbirliği yapmıyoruz?” Ebette bu davet, Türkiye’yi yöneten seçkinlerin klasik tavrıdır: Dünyanın başka bir yerinde meydana gelen bir felaketten fayda sağlamaya çalışırlar.  

Hükümet Yanlısı İslamo-Faşist Medyanın İkiyüzlülüğü

Bu argümanları okurken, Noam Chomsky, Tarik Ali, Gilbert Achcar gibi Batı dünyasına hitap eden muhalif aydınların söylemiyle örtüşen noktalar kolayca bulabilirsiniz: Batı’nın çifte standardı, Ortadoğu’da hüküm süren kaosun asıl sorumlusunun Batılı güçler olması vs. 

Buna karşın arada can alıcı bir fark bulunuyor: Batı dünyasına hitap eden muhalif aydınlar temelde kendi hükümetlerinin Ortadoğu’da süren kaostaki payını sorguluyorlar. Oysa ele aldığımız Türkiyeli köşe yazarları bunu yapmaktan sakınıyor. Eğer Türkiyeli bir köşe yazarıysanız, Batılı güçleri suçlamadan önce cevap vermeniz gereken bazı sorular var.    

ABD-Britanya’nın Irak’ı işgal etmesi ve Batı’nın Suriye’de sözüm ona “isyancı grupları” desteklemesi, devlet yapılarını yerle bir etti ve toplumsal yaşamın temel direklerini ortadan kaldırdı; bu doğru. Peki ya bölgesel güçler ne yaptı? Onlar da bu iktidar oyununa katılmadı mı?

Tabii ki katıldılar. Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye, Suriye’deki iç savaşa son derece aktif şekilde müdahil oldu. Örneğin Türkiye başlangıçta “ılımlı silahlı isyancıları” destekledi. Sonra selefi gruplar Esad rejimine karşı başat silahlı güç haline gelince, Türkiye devleti ve hükümeti El Nusra ve İŞİD’i desteklemeye başladı.

Bu nedenle İslamcı medyada gördüğümüz “İslam dünyasının masumiyeti” ve “Batı’nın şerri” kıyaslaması bir demagojiden ibarettir. Bölge güçlerinin himayesindeki “isyancı grupların” zalimliklerini ve dolayısıyla bölge güçlerinin suçunu ört bas etmeye dönüktür. 

Türkiye’deki İslamcı medya, Batı’nın yüz binlerce Müslümanın öldürülmesine gözlerini kapadığını söylerken aynı şeyi kendisinin yaptığını görmezden geliyor.  

Bu “çifte standart”a ilişkin pek çok örnek verilebilir. İŞİD, Irak’ta Türkmenlerin yaşadığı Telafar’ı ele geçirip yüzlerce Şii Türkmeni katlettiğinde ve binlercesini topraklarını terk etmeye mecbur bıraktığında, ne Türkiye hükümeti ne de İslamcı medya bu zalimliğe dikkat çekmişti.

Ardından İŞİD Ağustos ayında Ezidilerin ana vatanı Sincar Dağı’na saldırdı; binlerce Ezidiyi katletti. Çok daha fazla sayıda Ezidi ise komşu ülkelere sığınmak zorunda kaldı. Birkaç bin Ezidi de Sincar Dağı’na sığında, soğuk ve açlık yüzünden ölenler oldu. Bütün bunlara karşın İslamcı medyada Ezidilerin durumu hak ettiği şekilde gündeme getirilmedi; katliamlara dikkat çekilmedi.

Eylül ayı ortalarında İŞİD, Rojava Özerk Bölgesi’nin üç kantonundan biri olan Kobane’ye saldırdı. Kürtlerin cesurca direnişi olmasaydı, Kobane’de kalan siviller katledilmiş olacaktı. Bir kez daha İslamcı medya Kürtleri katletmeye çalıştıkları için İŞİD’i suçlamadı. Halbuki yukarıdaki iki örneğin aksine Kürtler Sünni Müslümandır, dolayısıyla İslamcı yazarlar tarafından “din kardeşi” olarak telakki edilmeleri gerekir.  

2014 yazı ve sonbaharı boyunca İŞİD’in ele geçirdiği bölgelerde yaşayan bütün Hıristiyan azınlıklar –Ermeniler, Süryaniler– yüzyıllardır yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda kaldılar. Hıristiyan azınlıkların bu trajik durumu hükümet yanlısı İslamcı medyada ciddi bir ilginin konusu olmadı. Şimdi İslam dünyasındaki korkunç suçları nedeniyle Batı’yı eleştiren “muhafazakâr aydınlar”, İŞİD’in zalimliklerini protesto etmedi ya da kınamadılar.

İslamo-faşist medyanın yaptığı bütün bu demagojinin belirli bir amacı var: Şu an için Türkiye’nin yakın bir müttefiki durumundaki İŞİD ve benzeri örgütlerin meşrulaştırılması veya en azından sempatik gösterilmesi. Bu arada, İŞİD’in Türkiye’de hükümetin himayesi altında İslamcı gençliğin bazı kesimlerini aktif şekilde örgütlediğini hatırlayalım. Korkarım Türkiye’de toplumsal barış açısından en yakın ve büyük tehlike işte bu yeni cihatçı kuşak olacak.

  

   

 

 

[1] Metnin devamında tırnak içine aldığım argümanlar alıntı değiller. Yalnızca tarama sırasında karşılaştığım düşüncelerin mealen özeti niteliğinde sözler. Charlei Hebdo saldırısının hemen ardından yaklaşık bir hafta sonrasına  kadar taradığım gazeteler şunlar: Yeni Akit, Yeni Şafak ve Sabah. Bu gazetelerde şu yazarların köşe yazılarına baktım: Abdurahman Dilipak ve Ali Karahasanoğlu Yeni Akit; Akif Emre, Hilal Kaplan, Özlem Albayrak ve İbrahim Karagül (Yeni Şafak); Mahmut Övür, Mehmet Barlas ve Okan Müderrisoğlu (Sabah).  Sabah’ın İslamcı bir gazete olmadığı doğrudur. Liberal görünümlü, hükümetin propagandasını yapan bir gazetedir. Sabah, olaylara daha çok “yüksek siyaset”, “güç dengeleri” zaviyesinden bakıyor.